Bu kitap özetini aktarma işine girdim ama kendi konularımla ilgilenmekten bunu sürdürmeyi unutuyorum. Üstelik daha çok var. Onun için bu kez iki bölüm birden veriyorum.
NEDEN AHLÂKSIZIZ: SAVAŞ, ŞİDDET VE İÇİMİZDEKİ SOYSUZ VAHŞİ
Barış istiyorsanız savaşı anlayın. (B.H. Liddell Hart, Strateji, 1967)
Kötülük Sorunu
“Kötülük sorunu”, teologların ve ahlâk felsefecilerinin başına bela olmuş bir felsefi muammadır. Yunan filozof Epikuros, İÖ 300 gibi erken bir tarihte Aforizmalar’ında belirtmiştir bunu:
Tanrılar ya kötülüğü dünyadan uzaklaştırabilirler ama uzaklaştırmıyorlar, ya da bunu yapmak istemelerine rağmen yapamıyorlar; ya ne uzaklaştırabilirler ne de uzaklaştırmak istiyorlar, ya da son olarak, hem uzaklaştırabilirler hem de uzaklaştırmak istiyorlar. Kötülüğü yok etme arzuları varsa ama edemiyorlarsa, kadiri mutlak değildirler. Yok edebilecekleri halde etmiyorlar,a iyi niyetli değildirler. Hem yok edemiyor hem de yok etmek istemiyorlarsa, ne kadiri mutlaktırlar ne de iyi niyetli. Son olarak, hem yok edebiliyor hem de yok etmek istiyorlarsa, o zaman kötülük nasıl var oluyor?
Bu sorunu ifâde etmenin daha basit bir yolu var. Aşağıdaki üç koşul birbiriyle bağdaşmaz:
• Tanrı kadiri mutlaktır
• Tanrı iyi niyetlidir
• Kötülük vardır.
Tanrı her şeye kadirse, kötülüğün var olmasını engelleyemez mi? Tanrı tümüyle iyiyse, kötülüğün var olmasını engellemesi gerekmez mi?
On sekizinci yüzyılda yaşamış olan İngiliz şair Alexander Pope, İnsan Üzerine Bir Deneme’de bu soruna şairane bir çözüm getirir:
Tüm Doğa bir sanat eseridir, senin bilmediğin;
Tüm tesadüfler bir yöndür, göremediğin;
Tüm ihtilaflar uyumdur, anlaşılmayan;
Tüm kısmi kötülük, evrensel iyiliktir:
Ve gurura rağmen, şaşan akla rağmen,
Açık bir hakikat: “VAR OLAN her şey DOĞRUdur.”
11 Eylül 2001’deki terörist saldırılarının hemen ertesinde, hayatta kalanların canlarını bağışlamış olan ilâhî bir güçle ilgili benzer beyanlara şahit olduk. Hayatta kalanların çoğu Tanrı’nın lütfu sayesinde kurtulduklarını söylediler. Oysa daha akla yakın bir açıklama, büyük sayılar yasasının devreye girmiş olmasıdır. Binlerce kişinin hayatının tehlikeye girdiği bir durumda hayatta kalan herkes, bir mucize kadar olanaksız görünen olağanüstü gelişmeler sayesinde kurtulur.
Piyangoda da olduğu gibi, herhangi birisinin ganimeti eve götürmesi olasılığı yok denecek kadar az olsa bile, birisi kazanacaktır. Paranın yerine yaşamınızı koyduğunuzda risk iyice yükselir ve bundan ilâhî müdahalenin sorumlu tutulması hiç şaşırtıcı değildir. Ama mucizelere inanmayı her ne kadar istesek de, kötülüğe inanma isteğimizin kaynağı nedir?
Kötülük, özgür irade ve belirlenimcilik [determinizm] sorunuyla yakından bağlantılıdır; eylemlerimiz üzerinde tam bir özgür iradeye sâhip değilsek, ahlâkî açıdan nasıl sorumlu tutulabiliriz?
Bir şeye ya da birisine “kötü” demek bizi hiçbir yere götürmez. Daha iyi anlamamızı sağlamaz. Bilimsel açıdan tanımlanamaz bir terimdir bu. Yâni, “kötü olan” ya da “kötü olmayan” bir şeyi ya da bir kimseyi veya aradaki kötülük tonlarını ayırt etmemizi sağlayacak kesin kıstaslar belirlemek mümkün değildir. Bir şeye “kötü” demek, kötü davranışın nedenini daha iyi anlamamızı sağlamaz.
İnsanları öldüren depremler, kendi başlarına ve kendi içlerinde kötü değildir. İki tektonik tabaka arasındaki, yerde ani ve büyük bir hareket yaratan bir kayma, böyle bir depremin fay hattı yakınlarında yaşayan insanlar üzerinde yaratacağı etki dışında, kötülük olarak görülemez elbette. Bizim kötü olarak gördüğümüz, depremin insanlar üzerindeki etkileridir.
Doğru, tüm Almanlar-hâttâ tüm Naziler-kötü değildi. Benzer şekilde, önümüzdeki daha geniş çaplı konuya gelirsek, insanlar ne tümüyle iyidir ne de tümüyle kötü. Çoğumuz çoğu zaman çoğu durumda iyiyizdir. Aşırı şartlar altındaysa, davranışımızın esnekliği bizi öteki yöne itebilir. Yahudi Soykırımı “sıradan” Almanların değil, sıra dışı durum ve şartlar altındaki Nazi Almanların ürünüydü.
İnsanlar ahlâklı bir hayvan türü olacak şekilde evrilmişlerdir, ama kesinlikle her zaman ahlâklı olacak şekilde değil. Ahlâka aykırı davrandığımız, hâttâ ahlâksız olduğumuz zamanlar da vardır.
Sosyal psikologlar ahlâkın kolayca esnetilebileceğini, hem ahlâklı hem de ahlâksız davranışların sergilenmesi için bir potansiyel aralığı bulunduğunu kanıtlamışlardır. Bizler ahlâklı olacak şekilde evrildik, ama bâzı zamanlarda bâzı şartlarda bâzı insanlara karşı ahlâksız davranma kapasitesine sahibiz. Belli bir durumda herhangi birimizin hangi yöne gideceği karmaşık değişkenlere bağlıdır.
Kötülüğü açıklama amaçlı bilimsel bir yaklaşım, sosyal psikolog Roy Baumeister’ın kötülük hakkındaki çok iyi araştırılmış tezinde bulunabilir. Tek bir insanı öldürmek çoğu insan için tiksinti vericiyken, milyonlarcasını öldürmenin rutinleşebileceğini gösterir Baumeister: “Sıradanlığın yarattığı temel şok, kişiyle suç arasındaki orantısızlıktır. Akıl, bu kişinin yaptığı şeyin iğrençliğiyle sarsıldığından, failin varlık ve kişiliğinin gücüyle sarsılmayı bekler. Sarsılmadığında da şaşırır.” Bu şaşkınlığın açıklamasını, kurbanın bakış açısını failin bakış açısıyla karşılaştırarak bulabiliriz.
Failin kötülüğü konusunda daha geniş bir bakış açısı benimseyen Baumeister, eş dövmeyi, çete şiddetini, arabayla geçerken rastgele ateş etmeyi, tecavüzü ve “özdenetimin çökmesi” adını verdiği başka örnekleri de içeren belirli kötülükleri bilimsel inceleme altına alıyor. Çoğumuzun kötülük ve şiddet hakkındaki düşüncelerine ilginç bir yaklaşım getiriyor: “İnsanlara şiddete başvurmaları için bir neden vermeniz gerekmez, çünkü onların zâten bir sürü nedeni vardır. Tek yapmanız gereken, kendilerini engelleme nedenlerini ortadan kaldırmaktır.” Çoğumuz çoğu zaman kendimizi engelleriz, ama hepimizin aşırı öfke ve şiddeti dışa vurabileceği koşullar vardır. Öyleyse hepimiz kötü-ya da en azından potansiyel olarak kötü-müyüz? Hayır, tam olarak değil.
Burada akla 11 Eylül 2001 geliyor. ABD Başkanı George W. Bush, o gün olanları saf kötülük olarak tanımladı. Yine de dünyanın her yerinde milyonlarca insan, o günü şeytani Amerikan kültürü olarak algıladıkları şeye karşı kazanılmış bir zafer olarak kutluyor. Burada tanık olduğumuz şey, kötülüğün gerçek doğasının anlaşılmasında kavramsal bir farklılık değil. Kimin haklı olduğu meselesi de değil. En azından bir önemli düzeyde, bakış açısı farklılığına tanık oluyoruz. Öteki tarafın ne düşündüğünü anlamak, gerçek bir anlayışa ulaşıp aydınlanmamıza yardımcı olabilir. Daha az duygu yüklü bir örnek olarak, on yedinci yüzyıl Avrupa’sında yaşasaydınız ve dinden dönenlere işkence edip cadı olduğunu düşündüğünüz kadınları yakmanın ruhlarını kurtaracağına ve topluluğunuza huzuru geri getireceğine inansaydınız, bu bakış açısına göre İspanyol Engisizyonu ve Avrupa’daki cadı avı son derece ahlâklı eylemler olurdu.
Bulanık Mantık, Bulanık Kötülük
En azından son iki bin beş yüz yıldır dünyayı Platon kategorileri içerisinde ikiye ayırmak için kahramanca bir çaba göstermemize karşın, bulanık mantıkta evreni grinin tonları yönetir. Aristoteles A. A’dır demişti; bu ikili mantıksa, her şeyi kapsayan tek bir yasa dayatır: A ya da A değil. Bir şey ya A’dır ya da A değildir. İkisi birden olamaz. Gökyüzü mavidir ya da mavi değildir. Hem mavi hem mavi değil olamaz. Peki ama gündoğumunda ve günbatımında gökyüzü ne renktir?
Bulanık mantık, etik ikilemlerin gerçek hayatta yarattığı karmaşıklıklarda ince nüanslara ve grinin tonlarına da yer verir.
Lawrence Kohlberg’in ahlâkî muhakemeyle ilgili ünlü aşama kuramını ele alalım; bu kurama göre, insanlar büyüdükçe ahlâkî bir merdiven üzerinde büyük oranda sabit aralıklı basamakları tırmanırlar:
1. İtaat ve Ceza
2. Bireycilik, Araççılık
3. İyi kız/oğlan
4. Yasa ve Düzen
5. Toplumsal Sözleşme
6. İlkeli Vicdan
Kohlberg’e göre ahlâk, ebeveyn tarafından cezalandırılma korkusuyla başlayıp bencil hedonizme geçerek, akranlara uyum ve sadakate dönüşerek, toplumsal yasa ve düzen halini alıp gelişerek, toplumsal sözleşme muhakemesine doğru yükselerek ve en sonunda Gandi tarzı ahlâk ilkelerinin yer aldığı en üst basamağa ulaşarak bireyin içinde gelişir. Kohlberg’den sonra yapılan araştırmalar ise, bu aşamaların bir zamanlar sanıldığı kadar sabit ve evrensel olmadığını gösteriyor.
Sosyal psikolog Carol Gilligan ise kadınların ahlâkî gelişiminin erkeklerinkinden farklı olduğunu belirtiyor. Kadınlar genelde ahlâkî seçimlerinde değer verme ve sorumluluk üzerinde dururlar, oysa Kohlberg araştırmalarında erkeğin “adalet yönelimi”ni vurguluyor.
İnsanlar belli bir durumda ahlâkî açıdan ilkeli, bir başka durumdaysa hedonist olabilirler, bir bağlamda cezalandırılmaktan korkarken başka bir bağlamda arkadaşlarına sadık kalabilirler.
Tek bir kötü eylem ahlâksız bir insan yaratmaz. İsa’nın zinaya ölüm cezası getiren Eski Ahit yasasına karşı çıkarak, bir kadını suçlayanlara meydan okurken kastettiği şey buydu belki de: “İlk taşı aranızdan hiç günah işlememiş olan atsın.” Eski Ahit ahlâkıyla Yeni Ahit ahlâkı arasındaki temel fark da bu olabilir: katı ahlâk ilkelerine karşı bağlamsal ahlâkî kılavuzlar; daha sert, gaddar bir Tanrı’ya karşı daha nazik, daha yumuşak bir Tanrı.
Erotik-Vahşi Halk: Bulanık Mantıkta bir Vaka İncelemesi
Antropologların yerli halkların diplomasi ve savaş jeopolitiği konusunda sık sık değindikleri bir özdeyiş vardır: Düşmanımın düşmanı benim dostumdur. Aslında bu deyiş takımlardan kabilelere, şefliklere ve devletlere dek tüm gruplar için geçerlidir elbette.
Antropoloji, insan doğasının doğası gibi son derece derin soruları ele alması nedeniyle çok önemli bir bilimdir. Ama “İyi ya da kötü olmamızı doğamıza mı borçluyuz?” gibi soruları sormak bile, insanî meselelerin karmaşıklığını göz ardı etmek demektir.
1670’te, ingiliz şair John Dryden doğada yaşayan insanla ilgili şu dizeleri kaleme almıştı: “Doğa insanı ilk kez yarattığında/Ormanda koşan soylu-vahşi kadar özgürüm ben.” Bir yüzyıl sonra, 1755’te Fransız felsefeci Jean-Jacques Rousseau, “doğa tarafından yabanilerin aptallığından ve uygar adamın tehlikeli sağduyusundan eşit uzaklığa yerleştirilmiş, ilkel halindeki insandan daha hoş bir şey olamaz,” iddiasıyla, soylu vahşiyi Batı kültüründe kutsallaştırdı.
İnsanoğulları ne Güzel İnsanlardır ne de Çirkin İnsanlar; tıpkı mutlak kategorik bir anlamda ne ahlâklı ne de ahlâksız olduğumuz gibi. İnsanlar yalnızca hayatta kalmak için öteki türlerin yaptıkları şeyi yaparlar, ama biz bunu farklı bir şekilde (ve öç alır gibi) yapıyoruz-çevremizin doğal seçilim yoluyla bizi şekillendirmesi yerine, yapay seçilim yoluyla biz çevremizi şekillendiriyoruz.
Soysuz Vahşi ve Savaşın Doğası
Şiddet, saldırganlık ve savaşın, çoğu primat türünün davranış repertuarının bir parçası olduğunu gösteren pek çok kanıt bulunmaktadır. Maymunlarda çatışmaların çoğu görece barışçı şekilde sonuçlansa da, bunun başlıca nedeni kaba güçten ve öldürücü silahlardan yoksun olmalarıdır. Bunların yerine başvurdukları çığlık atma, el kol hareketleri, itme, vurma ve ısırma gibi yöntemler, sosyal statü ve eş seçimi mücadeleleriyle sonuçlanır, ama ölümcül şiddet potansiyelinin bulunduğu açıktır. Uzun zaman boyunca büyük insansımaymunlar arasında “bir tek insan öldürür” inancı vardı, ama durum artık değişti.
Illinois Üniversitesi’nden antropolog Lawrence Keeley, ilkel ve uygar toplumları ele alan inceleme ve karşılaştırmasında, nüfus yoğunluğu ve savaş teknolojileri dikkate alındığında tarihöncesinde savaşın en azından günümüz savaşları kadar sık (savaşarak geçirilen yıllarla barış yılları karşılaştırılmıştır), ölümcül (çatışma sonucu ölümlerin nüfusa oranı ölçüt alınmıştır) ve acımasız (savaşçı olmayan kadın ve çocukların öldürülmesi ve sakatlanması ölçüt alınmıştır) olduğunu gösteriyor.
Güzel İnsanlar’ın hiçbir güzel yanı yok. Bitkileri, hayvanları ve gerekli teknolojileri bulduklarında-nüfus baskısı nedeniyle de sömürme gereksinimi doğduğunda-çevrelerini sömürüyorlar; aslına bakılırsa, bu unsurların birlikte görüldüğü yerlerde tam da bunu yaptılar. Diğer bir deyişle, modern ekonomi ve teknolojilerden yüzyıllar önce ve kıtalarca uzaklıktaki yerlerde, (ölü ya da diri) Avrupalı Beyaz Erkekler’den çok önce, insanlar bilinçli ve sistemli olarak birbirlerini ve çevrelerini yok ettiler. Soysuz vahşi içimizde yaşıyor.
Her İnsanın Kalbinde
Saf kötülük ve saf iyilik mitlerinden artık vazgeçtiğimize göre, ne kaldı elimizde? İnsan doğasını çok uzun süre boyunca gizlemiş olan efsanelerin sisini dağıttığımızda geriye kalan şey, insan davranışı, yâni insanların yaptıkları şeylerdir. Dolayısıyla, insanlık imgesini değerlendirmenin son bir yolu, insan davranışını içsel olarak iyi ya da kötü, ahlâklı ya da ahlâksız olarak değil, hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız eylemler olarak düşünmektir; çünkü bu eylemler koşullu olarak tanımlanıp yargılanabilir. Yâni çoğu durumda çoğu insan, bâzı davranışları ahlâklı ya da ahlâka aykırı bulur ve bizler o hareketleri bu değerlendirmeye göre ödüllendirir ya da cezalandırırız.
Bâzı insanların yaptıkları şeyler, çoğu durumda çoğu insan için çoğu zaman hiç hoş değildir. Ama saf kötülük ya da saf iyilik olmadığı gibi, saf günah ya da saf erdem de yoktur.
Kötü güçler yoktur, kötü eylemlerse tümüyle insana özgü bir dışavurumdur. Walt Kelly’nin çizgi karakteri Pogo bunu basitçe şöyle ifâde eder: “Düşmanla karşılaştık ve düşman biziz.”
Aleksandr Soljenitsin, kesinlikle bir kötülük yuvası olan Sovyet gulagları hakkındaki analizinde bunu daha zarif bir ifadeyle belirtir: “Keşke sâdece bir yerlerde sinsice kötü şeyler yapan kötü insanlar olsaydı ve sâdece onları geri kalanımızdan ayırıp yok etmek gerekseydi. Ama iyiyle kötüyü ayıran çizgi her insanın yüreğinden geçer. Kendi yüreğinin bir parçasını yok etmeyi kim ister?”
Her zaman duvarları olan bir dünyada yaşayabiliriz, ama silahlı adamların dayattığı taş ve harçtan duvarların yerini son zamanlarda yavaş yavaş toplumsal sözleşmelerin dayattığı görünmez sınırlar almaya başladı; gelecekte bu görünmez sınırlar bile yerini, müzakere ve işbirlikçi değiş-tokuş sayesinde açık tutulan yarı geçirgen sınır çizgilerine bırakabilir. İnsanlığa yaraşır bir görüntüdür bu.
KADERİMİN EFENDİSİ: BELİRLENMİŞ BİR EVRENDE AHLÂKİ SEÇİMLER YAPMAK
İyi olan kişi özgürdür, köle olsa bile; kötü olan kişi köledir, kral olsa bile
(Aziz Augustinus, Tanrı Devleti, IV, İS 427)
Tanrı’nın her şeyi bilmesi ve kadiri mutlaklığıyla özgür iradeyi bağdaştırmak zordur. Tanrı her şeyi biliyorsa ve her şeye kadirse, özgürce yapmamız mümkün olmayan “seçimler” yapmaktan bizi nasıl sorumlu tutabilir? İradeli varlıklarsak, özgür seçimler yapabiliriz ve bu da Tanrı’nın bilgisinin, gücünün ya da ikisinin birden sınırlı olduğu anlamına gelir.
Fransız felsefeci Rene Descartes, “Bizim aklımız sınırlıyken, Tanrı’nın yalnızca olan ve olabilecek şeyleri ezelden beri bilmesini değil, ayrıca istemesini ve önceden buyurmasını da sağlayan gücünün sonsuz olduğunu hatırlarsak, bu utançlardan kurtuluruz. Anlaşılan, Tanrı’nın bu güce sâhip olduğunu açıkça ve kesin olarak bilmek için yeterli, ama insanların özgür eylemlerini nasıl sınırsız bıraktığını kavramak için yetersiz bir zekamız var.”
Tanrı’yı denklemin dışında bıraktığımızda bile yerine yeni bir paradoks doğar. Belirlenmiş bir evrende yaşıyorsak, nasıl özgürce ahlâkî seçimler yapabiliriz?
Saatin irade sahibi bir varlık olmadığını biliriz. Zamanı doğru göstermeyi özgür iradesiyle seçmez. Geri kalması durumunda üşengeçlik gibi insana özgü özellikler yakıştırmayız. Geri kalmak gibi bir isteği yoktur aslında. Geri kalmamak elinde değildir; biz de saati alıp sorunun nedenini belirlemesi için tamirciye götürürüz. Saatteki sorunun, irade sahibi bir varlık olması nedeniyle çözümü olanaksız bir sorun olduğunu iddia etmeyiz.
Kartezyen/Newtoncu mekanik dünya görüşüyle birlikte, felsefecilerle bilim adamları evreni ve biz de dâhil olmak üzere içindeki her şeyi mekanik bir şekilde belirlenmiş olarak görmeye başladılar. Seçilen mecazda, evren bir saate benzetiliyordu. Her atom, molekül, hücre, organizma, kişi, gezegen ve yıldızın kökeni ve hareketleri, bir ya da bir dizi mekanik nedenin etkileridir. Büyük bir yaygınlık kazanan bu görüş, Fransız matematikçi Marquis de Laplace tarafından günümüzdeki adıyla Laplace’ın şeytanı içerisinde sistemleştirildi: “Belli bir anda doğada etkiyen tüm güçleri ve dünyanın içerdiği tüm şeylerin konumlarını bilen bir Zekâ olduğunu tasavvur edelim; ayrıca bu Zekâ’nın bütün bu verileri matematiksel analize tabi tutabileceğini varsayalım. Bu durumda, evrendeki en büyük cisimlerin ve en hafif atomların hareketini tek ve aynı formül içinde kapsayacak bir sonuç türetilebilecektir. Bu Zekâ için hiçbir şey belirsiz olmayacaktır. Geçmiş ve gelecek hep gözlerinin önünde olacaktır.”
Nedensellik ağı, atomlardan galaksilere ve biz de dâhil olmak üzere aradaki her şeye dek, tüm evrende geçmiş, bugün ve gelecekteki tüm olguları kapsar. Belirlenimcilik doktrini olmasa, bilim geçmiş olayları tam olarak anlama ya da gelecekteki olgular hakkında öngörüde bulunma çabasına girişemezdi.
Tanrı’nın varlığı sorunu gibi, özgür irade/belirlenimcilik paradoksu da çözümsüz bir sorun olabilir. Beyinlerimizin sorunu kavrayabilecek kadar gelişmiş olduğu, ama henüz çözecek denli ilerleyemediği “gizemci” bir gizemdir belki de bu.
Teolojideki fideist (imancı) konumuna çok yakın bir konumdur bu; William James, Charles Peirce ve Miguel de Unamuno gibi pragmatist felsefeciler, kanıtlar şu ya da bu yönde yetersiz kaldığında ve bir seçim yapmanız gerektiğinde, insan varlığı açısından son derece önemli konularda inanca dayanarak adım atmanın kabul edilebilir olduğunu savunurlar.
‘Özgür irade var mıdır?’ sorusu, ‘Neden hiçlik yerine bir şeyler var?’ ya da ‘Zaman nedir?’ diye sormaya benzer. Gardner, özgür irade lehindeki tüm savları inceledikten sonra şu sonuca varır: “Bağlantılı olduğu zaman gibi, özgür iradeyi de anlaşılması mümkün olmayan bir gizem olarak bırakmak-hâttâ ben başka türlü yapamayacağımıza inanıyorum-en iyisidir. Nasıl işlediğini sormayın, çünkü yeryüzünde kimse bunu yanıtlayamaz.”
Belirlenmiş bir evrende yaşadığımızı bilsem de, özgür iradem varmış “gibi” hissediyorum. Bu kurmaca o kadar yararlı ki, sanki benim özgür iradem var ama sizin yokmuş gibi davranıyorum. Siz de aynısını yapıyorsunuz. Bu çözümsüz bir sorun olabileceğine göre, neden özgür irademiz varmış gibi davranıp, bununla birlikte gelen duygusal tatmini ve toplumsal yararları elde etmeyelim?
Özgür İrade ve Sinirbilim
Zihin nasıl işler? Evrim psikologlarına göre zihin, Paleolitik geçmişimizde yüzleri tanıma, dil edinimi, eş seçimi ve aldatmaları saptama gibi belirli sağ kalım sorunlarını çözmek için geliştirilen uzmanlık araçlarıyla donatılmış bir İsviçre Ordu çakısına benzer.
Bu modelde beyin, bazıları tek bir yerde bulunan, bazılarıysa beyin kabuğuna dağılmış olan bir modüller yığını, yâni sinir hücresi demetleri şeklinde temsil edilir. Büyük modüller küçük modüllerden gelen girdileri koordine eder, küçük modüllerse daha da küçük sinir hücresi demetlerinden gelen sinirsel etkinliği okuyup karşılaştırır.
Bu indirgeme tek bir sinir hücresi düzeyine dek sürer ve bu düzeye gelindiğinde, kimi zaman “büyükanne” sinir hücreleri de denen son derece seçici sinir hücreleri, yalnızca denekler tanıdıkları birini gördüklerinde ateşlenir.
Bu modüller zihnin işleyişi konusunda bize ne söylüyor? Öncelikle, dışsal görünen deneyimler aslında içsel olabilir. Örneğin beş yüzyıl önce dünyamızı iblisler istila etmişti; incubus ve succubus’lar yataklarında uyuyan kurbanlarına işkence ediyorlardı. İki yüzyıl önce dünyamızı ruhlar istila etmişti, hortlaklarla gulyabaniler kurbanlarını gece boyunca taciz ediyorlardı. Geçen yüzyılda dünyamızı uzaylılar sardı; gri ve yeşil renkli yaratıklar insanları yataklarından kaçırıyor, incelemek amacıyla kesip biçmek üzere uzaklara götürüyorlardı. Günümüzdeyse insanlar beden dışı deneyimler yaşıyor, yataklarının üzerinde uçuyor, yatak odalarından, hâttâ gezegenden dışarı çıkıp uzaya süzülüyorlar. Burada neler oluyor? Bir türlü ele geçmeyen bu yaratıklar ve gizemli olgular dünyamızda mı, yoksa aklımızda mı? Yeni kanıtlar, bunların aslında beynimizin bir ürünü olduğuna işaret ediyor.
2002’de İsveçli sinirbilimci Olaf Blanke ve çalışma arkadaşları da, ağır sara nöbetleri geçiren kırk üç yaşında bir kadının şakaklobundaki sağ angüler girusu elektrikle uyararak beden dışı deneyimler yaşatabildiklerini keşfettiler. Başlangıçtaki hafif uyarımlarda kadın “yatağa gömülme” ya da “yüksekten düşme” hissi yaşadığını bildirdi. Daha yoğun uyarımlarda, “kendimi yukarıdan yatakta yatarken görüyorum, ama yalnızca bacaklarımı ve alt gövdemi görüyorum,” dedi. Bir başka uyarım “anlık bir ‘hafiflik’, yatağın iki metre kadar yukarısında, tavana yakın bir yerde ‘süzülme’ duygusu” yaratmıştı.
Normal deneyimimiz beyne dışarıdan gelen uyaranlara dayalı olduğundan, beynin bir bölümü bu yanılsamaları anormal bir şekilde ürettiğinde, beynin bir başka bölümü bunları dışsal olaylar olarak yorumlar. Bu yüzden, anormalin normalötesi olduğu sanılır. Bu araştırmalar, zihinle ruhun beyinle bedenden ayrı olmadığını gösteriyor.
Evrensel bir sinir mimarisi yaratmış olan ortak bir evrimsel soydan gelmemize karşın, hiçbir yaşam yolu diğerleriyle aynı olmadığı ve her bir beyinde sinir hücresi bağlantılarının trilyonlarca olası permutasyonu bulunduğu için, sonuçta her insan zihni benzersizdir.
Biliş psikoloğu Steven Pinker, beynin seçim yapıyormuş gibi “hissedecek” şekilde donanmış olduğunu, bu nedenle beynimizin bize söylediklerini dinlememiz gerektiğini savunuyor. “Beyin nasıl işlerse işlesin, seçme deneyimi bir kurmaca değildir,” diye açıklıyor. “Gerçek bir sinirsel süreçtir ve öngörülebilir sonuçlarına göre davranışı seçme işlevini taşır.” Yâni, evrim tarihimizde hayatta kalma ve üreme açısından gerçek sonuçları olan davranışlara giden seçimleri yapmak, özgür irade yanılsamasını üreten beyin mekanizmalarının gelişmesine yol açmıştır. “Sürecin dışına çıkamazsınız ya da siz olmadan sürmesini sağlayamazsınız, çünkü süreç sizsiniz.”
Özgür İrade ve Genetik
Evrim açısından bakarsak, ebeveynlerimiz bizim için büyük bir dikkatle-doğal seçilim tarafından-seçilmiştir. Ama bizler ebeveynlerimizin yetiştirme tarzının, aile dinamiğinin, akranlarımızın, topluluk değerlerinin, öğretmenlerin ve eğitimin, vaizlerin ve dinin, kültürün ve siyasetin ve daha başka pek çok şeyin de ürünüyüz. Yaşamlarımızın bir bölümünü genetiğe, geriye kalanınıysa çevreye bağlama biliminin uzun ve tartışmalı bir tarihi vardır. Genlerle “mem”lerin, evrim tarihiyle kültür tarihinin etkileşimine baktığımda, boşuna bir çaba gibi geliyor bu süreç bana.
Hamer, yenilik ve heyecan arzularını ölçen bir ankette yüksek puan alan 124 kişinin (“bungee jumping” ve paraşütle atlayış yapanlar bu testlerde tavana vuruyorlar) DNA’larına-özellikle de on birinci kromozoma-baktı. Binalardan ya da uçaklardan atlamayı seven kişilerde D4DR dizisinin tekrarlanan kopyalarının, örgü örmeyi ve çimlerin büyümesini seyretmeyi tercih edenlere kıyasla daha fazla olduğunu gördü.
Ebeveynlerimizi seçmek konusunda yapabileceğimiz fazla bir şey yoktur, ama çevresel şartlarımızı potansiyel aralığımızın tepesine ulaşmamızı sağlayacak şekilde seçebiliriz.
Özgür İrade ve Evrim
Dennett’in evrim kuramında özgür irade, kendimizin ve başkalarının beyinlerinde neler olup bittiğini izlemek için beynimizin geliştirdiği bir uyarlanma metaforu olan “benlik”in içindedir.
Peki ama benlik nerededir? Bunun açık bir yanıtı yok, ama nerede olursa olsun, tek bir yerde değildir. Beynin farklı bölümlerinin izlendiği tepki zamanı deneyleri, “Kendi Kendine Yeten Bir Sen” olmadığına işaret ediyor.
Başka hiçbir türde bulunmaya işlevsel bir karar verme gücü “katmanı”na sahibiz (bu bir beyin katmanı değil de, Dennett’ın deyişiyle “beyin anatomisinin mikro-ayrıntılarında” bulunan “sanal bir katman”dır. Örneğin “bir erkek babun yakınlarındaki bir dişiden kendisini tımar etmesini ‘isteyebilir’, ama bu isteğe uymanın, özellikle de erkek sürünün alfa erkeği değilse yaratacağı olası ciddi sonuçları tartışamazlar. Biz insanlar bizden istenen şeyleri yapabilmenin yanı sıra, ne yaptığımız ve neden yaptığımız konusundaki sorulara yanıt da verebiliriz. Bizi öteki türlerden ayıran iradeli eylemler kategorisini yaratan, kendimize de yöneltebileceğimiz bu tür sorulardır.
Yâni, düşünce ve davranışlarımız çok sayıda-genetik, çevresel ve tarihsel-neden tarafından şekillendirilmektedir. Her bireysel gen kümesi (tek yumurta ikizleri haricinde) eşsiz, her çevresel ortam benzersiz ve bireysel yaşamlarımızda izlediğimiz her tarihsel yol kendine özgüdür. Her birimiz eşsiz ve türümüzün diğer altı milyar üyesinden farklıyız. Ve bu şartlar öylesine karmaşık ve iç içe geçmiş ki, kimsenin kendisi ya da başkalarıyla ilgili tüm nedensel değişkenleri bilmesi mümkün değil. İnsan özgürlüğünün kaynağı, nedenler konusundaki bu cehalettir.
İnsan tarihi her türlü gerektirici güçler tarafından mutlak biçimde belirlenmişse, ne rastlantısallık var olabilir ne de özgür irade. Rastlantısallık kadiri mutlaksa, mutlak biçimde belirleyici güçler olamaz ve tüm tarih, “birbirini izleyen lanet şeyler”e indirgenir.
Yararlı bir benzetme sunuyorum: Uzamda hareket eden atomlar, çevrede hareket eden insanlar gibi nedenlidir, ama çarpışmaları (atomlarda) ve karşılaşmaları (insanlarda) bir rastlantısallıklar ve gereklilikler bileşimiyle gerçekleşir. Rastlantısallık çarpışmalara ve karşılaşmalara yol açar; gereklilikse hızı ve yönü belirler. Olaylar rastlantısal nedenlerin sonucu olarak gerçekleşebilir (planlanmamış olaylar konjonktürü), ama nedensiz olma anlamında kazayla değil. Bir ya da daha fazla nedenin faaliyetine bağlı bir etki kazayla oluşmuş gibi görünebilir, ama aslında önceki şartları sınırlayarak belirli bir eylem yolunu zorunlu kılan bir olaylar konjonktürünün sonucudur.
Tulane Üniversitesi’nden kuramsal fizikçi Frank Tipler, evrenin uzak geleceğinde bir bilgisayarın, yaşamış olan ya da yaşamış olabilecek herkesi kendileri ve çevreleri arasındaki tüm nedensellik etkileşimleriyle birlikte sanal gerçeklikte diriltebilmesi için, 10 üssü 10 üssü 123 bitlik (1’den sonra 10123 sıfır) belek gerekeceğini hesapladı. Bunu yapabilecek bir varlık, neresinden bakarsanız bakın, her şeyi bilen ve kadiri mutlak olurdu; Tipler buna Omega Noktası, ya da Tanrı adını veriyor. Düşünülebilir bir gelecekte hiçbir bilgisayarın böyle bir güç düzeyine ulaşmayacağını söylemek yeterlidir; hiçbir insan beyni bu düzeye yaklaşamaz bile. Bu nedenle, biz söz konusu olduğumuz sürece, nedensellik ağı her zaman deliklerle dolu olacaktır.