AŞMAK: HOŞGÖRÜ, ÖZGÜRLÜK VE İNSANLIĞIN ÖNÜNDEKİ OLASILIKLAR
UCLA’dan evrim biyoloğu Jared Diamond, insanları “üçüncü şempanze” olarak sınıflandırmıştı. Genetik olarak birbirimize çok benziyoruz, yüksek düzeyde gruplar arası saldırganlık söz konusu olduğunda da insansımaymun kuzenlerimizden pek farklı değiliz.
Grubumuzun üyelerine karşı şempanzelere kıyasla çok daha barışçıyız ve şaşırtıcı düzeydeki cinselliğimizle de şempanzelerden çok bonobolara benziyoruz.
Bonobolara “cüce şempanze” adının verilmesinin nedeni, şempanzelerle karşılaştırıldığında bedenlerinin diğer bölümlerindeki benzerliklere karşın kafatası, çene ve dişlerinin çok daha küçük olmasıdır.
Yabani hayvanlarda uysallık amaçlı seçici yetiştirme konusundaki en ünlü inceleme 1959’da, saygın Rus genetikçi Dmitri Belyaev tarafından Sibirya’daki Hücrebilim ve Genetik Enstitüsü7nde başlatılmıştır. Bu incelemede tilkiler insanlara karşı dostça davranacak şekilde yetiştirilmekteydi.
Araştırmacılar yalnızca otuz beş kuşak içerisinde (evrimsel zaman ölçeğinde son derece kısa bir süre) kuyruk sallayan, el yalayan barışçı tilkiler yetiştirmeyi başardılar. Aynı zamanda, kafatasları, çeneleri ve dişleri yabani atalarına göre önemli oranda küçülmüş tilkiler yaratmış oldular. Evcil köpekler ataları olan yaban kurtlarıyla karşılaştırıldığında da benzer değişimler görülebilir.
İlginçtir ki, Rus bilim adamları yalnızca uysallığı seçerken, daha önce hiçbir hayvan yetiştiricisinin yapamadığı şeyi başararak, üreme mevsimini uzatmış oldular.
Sapolsky’ye göre, saldırganlığın engellenmesi temelde frontal korteks tarafından kontrol ediliyor ve frontal korteks işlevleri bizde bol miktarda, şempanzelerde biraz, Afrika’daki Serengeti Ovası’nda incelediği babunlardaysa çok az bulunuyor.
Ahlâk eğer dürtü kontrolüyle ve zevkin ertelenmesiyle bağlantılıysa ve beyinde bir ahlâk modülü varsa, bu modül ya frontal kortekstedir ya da ona doğrudan bağlı olup beyin kimyası ve deneyimden fazlasıyla etkilenmektedir. Örneğin Zak’ın belirttiği gibi, yüksek düzeyde oksitosin salgılamaya eğilimli farelerde, anne bakımından mahrum kalmaları durumunda “OT alıcılarının bulunduğu beyin bölgelerinin büyük bir bölümü körelmektedir.”
Beynimizin, özellikle de frontal korteksimizin büyümüş olması, diğer primatlara kıyasla biz insanlara, fevri duygularımızı daha iyi kontrol edip zevki ertelememizi ve ayrıca toplumsal koalisyonlar kurup stratejiler planlamamızı sağlayan bilişsel bir avantaj kazandırmıştır.
Frontal korteksimizi büyütemeyiz. Ama ahlâklı olmayı öğrenebiliriz. (Çocuklar öğrenir-frontal korteks ergenliğin ileri dönemlerine dek tam olarak gelişmez ve çocukların deyim yerindeyse birer ahlâk-öncesi hayvan olmalarının, yeniyetmelerin böylesine fevri davranmalarının ve ebeveynlerin bir ahlâk duygusu oluşturmak için çocuklarını disipline sokmalarının nedeni budur.)
Hoşgörüsüzlükten Hoşgörüye: Zihnin İşleyişi
Entelektüel açıdan, Tanrı’nın varlığına dair sözde bilimsel kanıtlarda ya da Hıristiyanlık savunusunun temelini oluşturan ve Ortaçağ’a dek uzanan felsefi savlarda pek az şey buluyordum.
Çalışmalarım sırasında, bu öykülerin doğru olup olmadığını sormanın bile saçma göründüğü bir noktaya geldim. Nuh’un gemisine kaç çift hayvanın sığacağını hesaplamaya çalışmak anlamsız bir alıştırma gibi görünüyordu: Tanrı kadiri mutlaksa, gemiye istediği kadar hayvan doldurabilirdi. Nuh Tufanı anlatısının ana noktası, Nuh’un avcıları avdan nasıl uzak tuttuğu ya da dinozorların hangi güverteye yerleştirildiği değil, yıkım ve kefarettir. Bu bakımdan yaratılışçılar, dinin köşegen çivisini bilimin yuvarlak deliğine sıkıştırma çabası içinde Kutsal Kitap’ı katletmişlerdir.
Duygusal açıdan, dinde beni çeken şeylerin zamanla gitgide azaldığını fark ettim. Dinî yanıtların kesinliği, özellikle de bilimsel yanıtların koşullu yapısıyla kıyaslandığında zorlayıcı görünüyordu.
Ahlâkî açıdan, dinin oldukça sorunlu bulduğum bâzı yönleri vardı. Hıristiyan olduğumda, yaşamın ahlâkî karmaşıklık ve incelikleri, ahlâkî ikilemlere getirilen mutlak ve kesin yanıtların berraklığı içerisinde birdenbire kayboldu. Ya da ben öyle sandım. Bir sorun olduğunu ilk olarak dine dönüşümün ertesi günü, son derece dindar bir arkadaşımın yanlış inancı seçtiğim konusunda beni ikaz etmesiyle hissettim. Kendi kilisesine geçmediğim, yâni Yehova Şahidi olmadığım sürece hâlâ felakete mahkûm olacağımı söylüyordu. Sonradan, bunun tek bir örnek olmadığını görecektim. İncelediğim din sayısı arttıkça, her birinin yalnızca kendisini doğru bulduğunu giderek daha iyi anladım.
Dinî Mutlakçılık ve Hoşgörüsüzlük
Kişinin kendi inancının tek gerçek din olduğu düşüncesi çoğu kez rahatsız edici düzeyde bir hoşgörüsüzlük yaratır ve bu, inanmayanların inananlar kadar ahlâklı olamayacakları varsayımını da içerir. Kutsal Kitap bu görüşü pekiştirir (Mezmurlar 14:1): “Akılsız içinden, ‘Tanrı yok,’ der. İnsanlar bozuldu, iğrençlik aldı yürüdü, iyilik eden yok.”
Bu doğrultuda en ünlü sözü, 1988 başkanlık kampanyası gezisi sırasında yolu Chicago’daki O’Hare Havaalanı’na düşen Başkan Yardımcısı George Bush, 27 Ağustos 1987 tarihli basın toplantısında söyledi. “Tanrı’ya inanmak benim için önemlidir,” diye açıkladıktan sonra bir gazeteci, “Ateist olan Amerikalıların eşit vatandaşlığını ve vatanseverliğini kabul ediyorsunuzdur herhalde?” diye sordu. Bush şu yanıtı verdi: “Hayır, ateistler vatandaş ya da vatansever olarak görülebilirler mi bilmiyorum. Burada Tanrı’ya bağlı tek bir ulus söz konusu.” Din ve ahlâk üzerinde yapılan bilimsel incelemeden gelen veriler bu sonucu desteklemiyor oysa. Dindar kişiler bireysel olarak olağanüstü ahlâklı ve hoşgörülü olabilirler ve din bâzı bireylere olağanüstü bir ahlâk ve hoşgörü kazandırabilir belki, ama dinin bu olumlu özellikleri mutlaka geliştirdiği söylenemez.
Dinde aşırılığı en çok alevlendiren şey, kişinin mutlak ahlâkî gerçeği bulduğu inancıdır. Örneğin İslami terörizm, 1960’lardaki lâik güdülerden yavaş yavaş günümüzün dinî güdülerine kaymıştır. Bir araştırmaya göre, 1980’de altmış dört militan İslami gruptan yalnızca ikisinin dine dayalı bir misyonu vardı. 1995’teyse bu oran neredeyse %50’ye yükseldi.
“Kutsal Kitap geleneğine dayalı tüm dinler-Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam-kesin gerçeği kendilerinin sunduğuna inanma eğilimindedir,” diye yazıyor Kudüs’teki Shalom Hartman Enstitüsü’ndan Haham David Hartman. “Taliban Budist heykellerini yıkarken bunu söylüyordu. Ama başkaları da söyledi aynı şeyi.”
Dindar olmamanın daha ahlâksız davranışlara yol açtığına dair bir kanıt bulunmamasının ötesinde, bâzı çalışmalar tam tersi görüşü destekliyor. 1934’te Abraham Franzblau, dinî inançların kabul edilmesiyle üç ayrı dürüstlük ölçütü arasında ters bir bağıntı bulmuştu. Dindarlık arttıkça dürüstlük azalıyordu. 1950’de Murray Ross, YMCA’nın 2.000 üyesiyle bir anket yapmış ve agnostiklerle ateistlerin yoksullara yarım etme isteklerini belirtmeleri olasılığının, kendilerini son derece dindar gören kişilere kıyasla daha yüksek olduğunu keşfetmişti. 1969’da Travis Hirschi ve Rodney Stark adlı iki sosyolog, düzenli olarak kiliseye giden çocuklarla gitmeyenler arasında, çocukların kendi bildirimlerine göre suç işleme olasılıkları açısından bir fark olmadığını bildirmişlerdi.
Sonuç çok açık: din kişiyi mutlaka daha ahlâklı kılmadığı gibi, hoşgörüsüzlüğün, ırkçılığın, cinsiyet ayrımcılığının artmasına ve özgür ve demokratik bir toplumda kutsal sayılan değerlerin aşınmasına da neden olabiliyor.
Amerikan dininin değişen demografisinin izini süren tarihsel harita ve çizelgeler özellikle aydınlatıcı. Amerika’nın ahlâkî dokusu konusunda kaygılanan ve Hıristiyan bir ülke olduğu eski güzel günlere dönmemiz gerektiğini öne süren muhafazakarlar,, ABD nüfusu içerisinde kiliseye gidenlerin oranının son bir buçuk yüzyılda %25’ten %65’e yükseldiğini gösteren grafiğe daha yakından bakmalılar. Amerika bir ahlâksızlık sepeti içerisinde cehenneme doğru gidiyorsa eğer, kiliseye gitme düzeyinin daha önce hiç olmadığı kadar yükseldiği ve Amerikalıların eskisine göre daha yüksek bir oranının (%90-95) Tanrı’ya inandığını bildirdiği bir dönemde oluyor bu.
Mutlak ahlâkçılığın mantıksal olarak varacağı yer mutlak hoşgörüsüzlüktür. Kişi ahlâkî sorunların mutlak ve kesin yanıtlarını bulmuşsa, Gerçeği reddedenlere neden hoşgörüyle baksın ki? Dine dayalı ahlâk sistemleri bu ilkeyi hiç durmadan uyguluyorlar. Ortaçağ’daki Haçlı Seferleri’nden İspanyol Engizisyonu’na, Yahudi Soykırımı’na ve Bosna’ya dek tüm tarih, hoşgörüsüzlük örnekleriyle dolu. Dindarlar Tanrı adına köleliği, Yahudi karşıtlığını, ırkçılığı, homofobiyi, işkenceyi, soykırımı, etnik temizliği ve savaşı onayladılar. İnsanlar dinleri adına cadılıkla suçlanan kadınları yaktılar. 11 Eylül 2001’de yaşananlar, dinî aşırılığın siyasileşmesine çok iyi bir örnek oluşturuyor.
Mutlak ahlâk mutlak hoşgörüsüzlüğü yaratır. Ve ister dinî olsun ister din dışı, ister özgürlükçü (liberteryen) olsun ister komünist, tüm mutlak düşünce sistemlerinde görülen bir sorundur bu.
Hıristiyanlığın başarıya ulaşmasının nedenlerinden biri, farklılığa karşı hoşgörüsü ve yeni gelenlere kapılarının açık olmasıydı. Hıristiyanlığın başarısıyla birlikte Eski Ahit’in grup içi hoşgörüsüz ahlâkı, Yeni Ahit’in daha hoşgörülü ahlâkına bıraktı yerini.
Ahlâk insanların gerçekten yaptıkları şeylere dayandırılacaksa ve yaptıkları şeyler büyük bir değişkenlik gösteriyorsa, ikili mutlakçılığın ne değeri kalır? Kinsey şunu gösterdi: “Toplumsal yapılar, yasal kısıtlamalar ve ahlâk kuralları, sosyal bilimcilerin de öne sürecekleri gibi, insan deneyiminin yasalaştırılması olabilir,” ama tüm istatistik ve nüfus genellemeleri gibi bunlar da “belirli bireylere uygulandığında fazla önem taşımaz.” Asıl sorun, yasaların kesin evet ve hayırlar üzerine kurulması, insan davranışının ise büyük bir farklılık ve bireysellik içeren bir süreklilik olmasıdır. Kinsey’in de söylediği gibi yasalar çoğu açıdan, yasaları çiğneyenlerden çok yasaları yapanlar hakkında bilgi verir bize.
Neyi doğru, neyi yanlış olarak tanımladıkları konusunda kültürler arasında farklılıklar görülse de, doğru ya da yanlış şeyi yapmakla ilgili ahlâkî duygular evrenseldir. İnsanın evrensel özellikleri geniş kapsamlı ve güçlüdür; doğamız gereği ahlâklı ve ahlâksız, iyi ve kötü, özgeci ve bencil, işbirlikçi ve rekabetçi, barışçı ve savaşçı, erdemli ve kusurlu olduğumuz gerçeğini içerirler. Bu tür evrensel özelliklerin sergilenmesinde bireyler ve gruplar arasında farklılıklar görülür, ama herkeste vardır bunlar.
Sonuçta ahlâk ilkeleri çoğu insan için, çoğu kültürde, çoğu şartta, çoğu zaman geçerli olduğundan, koşullu olarak geçerlidir. Son 10.000 yıl içinde bir noktada, dinler ahlâk kurallarını ahlâk yasaları içerisinde sistemleştirmeye başladılar.
Belirsiz bir gelecekte ödül ve ceza dağıtacak mutlak ve nihai bir ilâhî güç olmasa da, ahlâk ilkeleri çoğu insan için çoğu zaman çoğu şartta koşullu olarak geçerli olduğundan, erdemlilik ve suçluluk duyguları yaratan ve cezalarla ödülleri dağıtan toplumsal ve kültürel inançlar, gelenekler, görenekler ve yasalar aracılığıyla bireysel sorumluluk ve suçluluktan koşullu adalet türetilebileceğine de inanıyorum.
Doğruyla yanlış arasındaki farkı üç ilke aracılığıyla ayırt edebileceğimize inanıyorum. (1) Önce sor ilkesi: bir eylemin doğru mu yanlış mı olduğunu öğrenmek için önce sor. (2) Mutluluk ilkesi: her zaman başkasının mutluluğunu akılda tutarak mutluluğu aramak ve başka birisinin mutsuzluğuna yol açacaksa mutluluğu asla aramamak daha yüksek bir ahlâk ilkesidir. (3) Özgürlük ilkesi: her zaman başka birisinin özgürlüğünü akılda tutarak özgürlüğü aramak ve başka birisinin özgürlüğünü yitirmesine yol açacaksa özgürlüğü asla aramamak daha yüksek bir ahlâk ilkesidir. Toplumsal değişimi gerçekleştirmek için ılımlılık ilkesi, eğer insanlar ölüyorsa herhangi bir şeyin savunulması adına aşırılığın erdem olmadığını, her şeyin korunması adına da ılımlılığın kusur olmadığını belirtir.
Paleolitik Çağ’ın büyük bölümü boyunca çoğu yerde çoğu insan için durum buydu. Formül basittir: nüfus fazlası artı kaynak kıtlığı eşittir savaş. Dolayısıyla, gruplar arası şiddeti azaltmanın yollarından biri, kaynak arzını bu kaynaklara ihtiyaç duyanların taleplerini karşılayacak şekilde artırmaktır. On dokuzuncu yüzyılda yaşamış Fransız ekonomist Frederic Bastiat, bu ilişkiyi şöyle ifâde etmiştir: “Sınırları malların geçmediği yerde ordular geçer.”
Söylemek istediğim şu: tıpkı ahlâkın dinden çok önce geliştiğini savunduğum gibi, ticaretin de devletten çok önce geliştiğini öne sürüyorum. Örneğin taş aletlerin ve deniz kabukları, çakmaktaşı, mamut dişi, boncuk gibi ürünlerin çoğunlukla işlendikleri yerlerden yüzlerce kilometre uzaklıkta bulunması nedeniyle, arkeolojik deliller bunların son 200.000 yılda insangil atalarımız tarafından ticari nesneler olarak kullanıldığına işaret ediyor.
İşbirliği ve Ticaretin Biyolojisi
Bu sonuçlar Başkan Ronald Reagan’ın soğuk savaş stratejisini hatırlatıyor bana: Doğrulama yoluyla güven. Güven zamanla ve etkileşim yoluyla kurulur, ticaret de güven oluşturmakta etkili bir yoldur. (İki ülke arasında güven zedelendiğinde kaybedilen ilk şeylerden biri ticarettir. Bir ülkenin güvenilmez olması durumunda, uluslararası topluluk bu ülkeyle tüm ticareti yasaklayan ekonomik yaptırımlar bile getirebilir. Bunun nihai sonucu genellikle savaştır.) ilişki ve ittifak kurma yönündeki psikolojik dürtü, ahlâkî güven duygusunun temelindeki nedendir ve ticaret de, insanların diğer güvenilir insanlarla güvenli ilişkiler kurup bağlanmalarını sağlayan etkili bir araçtır. Ve unutmayın ki, işbirlikçi rolü yapmak yeterli olmaz, çünkü zamanla ve deneyim sonucunda düzenbazların maskesi genellikle düşer. İşbirlikçi olduğunuza gerçekten inanmalısınız ve buna inanmanın en kesin yolu da öyle olmaktır.
“Güven düzeyindeki farklılıklar yaşam standartlarında da farklılık yaratır,” diyor Zak. Yaptığı hesaplamaya göre, “bir ülkede başkalarının güvene layık olduğunu düşünen kişi oranının %15 artması, bundan sonra her yıl kişi başına düşen yıllık geliri %1 artırmaktadır.” Örneğin ABD’de güven duygusunun şu andaki %36 düzeyinden %51’e çıkarılması, ülkedeki her kadın, erkek ve çocuk için ortalama gelirin yılda 400 dolar, yâni ömür boyunca 30.000 dolar artmasını sağlayacaktır. Güvenmek kazandırır (güvenin doğrulanması şartıyla elbette).
Ahlâkî Kahramanlık: Bir Erdem Olarak Kuşkuculuk
Din sıradanlıktan kahramanlık yaratmıştır hiç kuşkusuz ve bu tür kahramanlıklar, özellikle de kahramanların inandıklarını belirttikleri bâzı dinler tarafından çağlar boyunca belgelenmiştir. Ama dinin içinde sabit bir dogma kümesine bağlı kalmanın mantıksal sonucu olan bir hoşgörüsüzlük sistemi vardır. Daha iyisini yapabiliriz bence.
İnsanlık tarihinde, daha fazla insan için daha fazla yerde daha fazla zamanda daha fazla özgürlük ve refah yoluyla ölçülen büyük bir ilerleme kaydedildi. Bâzı durumlarda din, özellikle de Yahudilik ve Hıristiyanlık, özgürlüğü ve serbest ekonomileri geliştirdi; bu etkinin Aydınlanma’nın getirdiği lâik siyasî ve ekonomik sistemlerle ve kilise-devlet ayrımıyla birleştiği yerlerde, son iki yüzyıldır daha fazla insan önceki iki bin yıldakine kıyasla daha fazla özgürlüğe kavuştu. Örneğin kadınların gelişmesine izin verilen toplumlarda, ataerkil egemenliğin yerini sistematik olarak cinsiyet eşitliği aldı. Nasıl oldu bu? Birincisi, kadınlar bu düzene daha fazla katlanmayacaklarına karar verdiler; ikincisi, kadınlara bu kararı uygulama özgürlüğü verildi; üçüncüsü ise, toplum kadınların da daha fazla mutluluk ve özgürlük aradığını ve erkeklere bağımlı olmadıklarında bunlara daha kolay ulaşabileceklerini anladı.
Dinî özgürlükler her zaman korunmalıdır, ama bu güvence için ödenecek bedel dinin devletten ayrılmasıdır. Tarihe bakıldığında, kiliseyle devletin iç içe geçtiği yerlerde dinî özgürlük başta olmak üzere, bireysel özgürlüğün olumsuz etkilendiği görülür.
“Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin.” Tarihsel olarak bu, her birinin kendi yasaları, mahkemeleri ve hiyerarşik otoriteleri olan iki ayrı yönetimle sonuçlanmıştır: ruhani ve maddi, kiliseye bağlı ve lâik, dinî ve dünyevi. (Tarihçi Bernard Lewis, Batı kültürünün laikleşmesini bu kültürün ulaştığı refah düzeyinin ve bilim, teknoloji, kültür alanlarında gösterdiği ilerlemenin en önemli nedenlerinden biri olarak; dinle devletin ayrılmamasını ise Müslüman ülkelerde Arap dünyasını ortaçağda ulaştığı doruk noktasından koparıp günümüzdeki kültürel durgunluk statüsüne düşüren “yanlış gitmiş şey” olarak tanımlar.) Dolayısıyla, daha fazla insan için daha fazla özgürlük yaratmak amacıyla kiliseyle devleti ayrı tutmayı sürdürmeli ve devlet toplumunun daha da laikleşmesini teşvik etmeliyiz; kamu ahlâkıyla ilgili yasaların yalnızca lâik organlar tarafından çıkarılması gerektiğini kastediyorum (şahsî ahlâksa bireyin dilediği kadar dinî olabilir). Lâik organların üyeleri kendi içlerinde dindar olabilirler, ama organın kendisi dinî açıdan tarafsız kalmalıdır. Ancak lâik sistemlerde bile kendi inancını kayırma eğilimi gösterildiği için ben şahsen, kamu siyasetinin kesinlikle dinsel tercihi olmayan kişiler tarafından yönetilmesini yeğlerim (gerçi bu asla yasalaştırılmamalıdır). Bu kişiler laiktir.
Kimler laiktir? İnançsızlar, tanrıcı olmayanlar, ateistler, agnostikler, kuşkucular, özgür düşünenler, hümanistler ve lâik hümanistler.
Ben genellikle tüm etiketlerden kaçınır, sâdece neye inanıp neye inanmadığımı söylemeyi yeğlerim. Ama bir noktada (büyük olasılıkla beynin nesneleri dil kategorilerine sıkıştırmaya ayarlanmış olması nedeniyle) etiketlerden kaçınmak mümkün olmuyor ve kişi kimlik dilini kullanmak zorunda kalıyor.
Kurucuları arasında yer aldığım derginin adı Skeptic olduğu ve Scientific American’daki aylık köşem de “Skeptic” başlığını taşıdığı için, Yunanca skeptikos, yâni “düşünceli” anlamında, kuşkucu olarak tanımlıyorum kendimi genellikle. Etimolojik olarak bu sözcüğün Latince türevi, “soruşturan” ya da “düşünen” anlamına gelen scepticus’tur. Eski Yunancada öteki varyasyonlar arasında “gözcü” ve “hedeflenecek işaret” de yer alır. Dolayısıyla kuşkuculuk, düşünceli ve düşünmeye dayalı soruşturmadır. Kuşkucular muhakeme hatalarının gözcüleridir, kötü fikirleri teşhir etmeyi hedeflerler.
Kuşkucunun en yakın karşılığı, “gerçeği arayan kişi; kesin hükümlere henüz varmamış bir araştırmacı” olabilir. Kuşkuculuk, biliş psikolojisinde doğrulama önyargısı denen şeyin klâsik örneği olan “ararsan bulursun” değil, “ara ve açık fikirli ol” yaklaşımıdır.
Bilimin parlak meşalesi insanlığın karanlığını aydınlatarak evrimsel mirasımızın ve kültür tarihimizin ürünü olan, insanın hem ahlâklı hem de ahlâksız doğasını gözler önüne seriyor. Ne dogmatik olacak kadar mutlak, ne de akıldışı olacak kadar göreli bir koşullu etik sistemi oluşturabilir ve türümüzün tüm üyelerinin, belki de ileride tüm türlerin, hâttâ bildiğimiz-ya da bilim bizi bu gezegenden, güneş sistemimizden dışarıya, yıldızlara taşıyana dek bileceğimiz-yegane yuvamız olan biyokürenin varlığını sürdürmesi olasılığını artıracak daha evrensel ve hoşgörülü bir ahlâk kurabiliriz.