Bir toplumda Yahudilerin konumunu belirlemede ve onların Yahudi olmayan çoğunlukla ilişkilerini biçimlendirmede, ekonomik etkenlerin öne çıktığı yadsınamaz. Yahudileri Yahudi olmayanlardan ayıran sınırları, ekonomik alan birleştirir. Dolayısıyla, Orta Çağ Yahudilerinin Hıristiyanlıktaki statüleri ile ilgili herhangi bir anlayış, ekonomik etkene dikkatle bakmayı gerektirir.
Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde servet birikimi uygun görülmüyordu. Hele ticaretten elde edilen kârla yapılan servet birikimi hiç. Ancak bu Hıristiyanlığa özgü değildi; Antik Çağ Pagan toplumunda kökleri vardı. Platon, “ticarî işlemlerden kâr edinmeye yönelik karakteristik dürtü”yü kötülerdi. Aristoteles, “servet uğruna yapılan ticaret işinin hiçbir sınırının olmadığı”nı ve daha sonra benimseneceği gibi “bu işin sonu gelmez zengin olma iştahı olduğu”nu savunurdu.
Ruhsal işlerin maddi işlere üstünlüğünü vurgulayan İsa buyrukları da, aşırı mal biriktirmeye saldırır gibidir. Aynı şekilde Aziz Pavlus da bu kötülüğü(!) mahkum etmiş ve Hıristiyanlık yoksulluğa saygılı olmuştu. Servet, dünyevi işlerdeki maddi zevke eş görülmüştü. İsa «Yoksul bir adamın cennete girmesi zengin bir adamın iğne deliğinden geçmesinden daha kolaydır.» demişti.
Çok sayıda Orta Çağ düşünürü, İlk Çağdaki Kilise babalarının zenginlerle ve bunların ticaretle kazandıklarıyla ilgili tedirginlik bilincini sürdürdü. Kendisi de büyük miktarda tarımsal toprağa sahip olan Kilise, tarımsal işlerle uğraşmayı kolladı; ticarete ise hiç de sıcak bakmadı.
Tüccarın yaşam tarzı, egemen kırsal ekonomide durağan, yerleşik bir yaşam sürdürenlere rahatsızlık veriyordu. Orta Çağ Hıristiyanlığındaki bir “asalet hiyerarşisi” entelektüel, tarımsal ve endüstriyel işleri, tüccarlıktan daha yükseğe koyuyordu.
Kilise düşünürlerine göre; tüccar, daha yüksek fiyata satmak üzere bir şeyler satın almaktan başka hiçbir şey yetiştirmiyor, genel birikime hiçbir şey katmıyordu. Kâr istemi, tamah günahının belirtisiydi. Tüm kötülüklerin kaynağı para değil miydi?... Alım ve satım kendi başına ne iyi ne kötü olmasına karşın, tüccarın yaptığı iş, ruhu son derece zararlı hale getirecek kadar birçok dolandırıcılık türü dürtüsünü temsil ediyordu. Öyle ki, hiçbir tüccar Tanrı’yı hoşnut edemezdi. Hiç kimse, karşısındakini kandırmadan alım satım yapamazdı. Kısacası, tüccarlar kötüydü.
Kilise babaları, aristokratlar ve köylüler arasında yaygın olan bu olumsuz inançlar, Batı Avrupa’ya erken tarihte yerleşen Yahudiler için bir talihsizlik oldu. Hıristiyan dünyasının yerli halkına karışan bu ilk Yahudiler çoğunlukla uzak yol tüccarlarıydı. İslâm öncesi ve daha sonra İslâmlaşan Doğu’yu İtalya, Güney Fransa ve Doğu Germanik bölgelere bağlayan ticaret yollarıyla kuzey Avrupa topraklarına ulaşan Yakın Doğu kökenlilerdi.
Orta Çağın ilk dönemlerinde Avrupa’nda gezgin Yahudi tüccarı örneği, Radhanit Yahudi tüccarlardır. 9. yüzyıla ilişkin Arap kaynakları, bunları Avrupa ile Yakın ve Uzak Doğu arasında mal değiş tokuşu yapan uluslararası tüccarlar olarak belirtir. Doğudan, Hıristiyan soylular ve krallık çevrelerindeki aç gözlü tüketiciler için baharat satın alıyorlardı. Radhanitlerin Irak’ta, Dicle Nehri’nin doğusunda kalan ve Arapların “Radhan ülkesi” dedikleri bölgeden geldiği sanılırdı. Bu kişiler, üç nedenle Hıristiyanlar için yabancıydı: Dinleri, uğraşıları ve yabancı kökenli olmaları.
Böylece, Hıristiyanlıkta derin kökleri olan teolojik aşağılamaya, tüccar olarak Yahudi ile ilgili genel kuşku da eklendi. Yakındoğu’nun İslâm tarafından fethinden sonra, bir zamanlar doğu-batı uluslararası ticaretini Yahudiler ile paylaşan Suriyeli (Sarasen) tüccarların Avrupa sahnesinden çekilmesiyle, bu aşağılama daha yoğunlaştı. Artık Avrupa’nın yollarını arşınlayan neredeyse her uzak yol tüccarı, gezgin bir yabancı Yahudiydi. Ancak bu durum, yöneticileri, uzun yol Yahudi tüccarlarını kendi bölgelerinde sürekli yerleşmeye teşvik etmekten alıkoyamadı. Monarşinin, ilkel Frank ekonomisinin iyiliği için Yahudi tüccarların profesyonel becerilerinden yararlanma ya da en azından aristokrasinin doğudan gelen baharat ve lüks mallara olan tutkusunu giderme arzusu, dinsel kuruntulara üstün geldi.
Önceki bölümde de sözünü etmiş olduğum Kral Dindar Louis’nin 9. yüzyılda çıkardığı beratlar, Hıristiyanların topraklarında gezgin tüccar Yahudi ailelere önemli ayrıcalıklar tanımıştı. Birçoğu, Hıristiyanların olanaklarını da aşan bu geniş ayrıcalıklar, Hıristiyanların Yahudi korkusunu biraz daha körükledi. Onlara verilmiş olan ödünler, belli vergilerden bağışık tutulma kendi yasalarına uygun yaşama hakkı, Hıristiyan bir mahkemede karışık davalarda ayrımcılığa karşı korunma gibi şeyleri kapsıyordu.
Uzak yol ticaretinde uzmanlaşmaya teşvik edilen Yahudiler, Karolenjler döneminde ve sonrasında Kuzey Avrupa’ya sürekli olarak yerleşmeye devam etti. Karolenjler ile erken Yahudi ticarî yerleşimi, Kuzey Avrupa’daki Aşkenazi Yahudileri arasındaki yakın ilişki ile ilgili bilgi, 9. yüzyılda Charlemagne’ın Yahudi yerleşimcileri İtalya’dan bugünkü Almanya’daki Fransa’ya komşu Rhein bölgesine getirmiş olduğuna ilişkin bir halk anısını besledi.
Orta Çağ başlarının “karanlık” olarak nitelenen yüzyıllarıyla ilgili Latin kaynakları, Yahudileri, tipik olarak krallık ve piskoposluk saraylarına sık sık uğrayıp, malla donatan tüccarlar olarak betimler. Yaşadığı dönemde Latin Hıristiyanlığındaki Orta Çağ Yahudiliğinin öne gelen tarihçisi Bernhard Blumenkrantz, bunun bir yanılsama olduğunu belirtir ve Yahudilerin vurgunculuğa ve ticarete sözde doğuştan eğilimine kafayı takan modern Yahudi karşıtlarının, onların Orta Çağ başlarındaki bu yaşam tarzına yönelik heveslerini abarttıklarını ileri sürer. Latin ve İbrani kaynaklarına dayanarak, Yahudilerin Barbar dönemde değişik işlerle de uğraştıklarını belirtir. Bu işlere, tıp, tarım ve- çeşitli zanaatların da dahil olduğunu söyler. Blumenkrantz’ın bu görüşüne karşın, Yahudilerin ticarette baskın olduğu açıkça bellidir. Nitekim bu nedenle Hıristiyanlar onları sürekli olarak ticaret yapan kişiler olarak görmüştür.
Bu durum, Yahudilere karşı kararsız bir tutum yarattı. Mesleklerinden ötürü Yahudilerle alay edildi. Zira Hıristiyan toplum, tüccara yönelik eski Roma düşüncesine miras almıştı. Bu olumsuz duygu, Kilise ileri gelenlerinin zihinlerine kazınan ve Yahudilere yönelik geleneksel dinsel antipati ile baş başa gitti. “Yahudi” ile “tüccar” sözcükleri neredeyse eş anlamlı olduğu için, tiksinti ikiye katlandı. Ancak Hıristiyanlar ticaretten hep kaçındıkları için, Avrupa’ya yerleşen Yahudiler giderek daha da zenginleşti.
Bir yanda küçümsenen, uzak durulan bir meslekle özdeşleşmelerinden, diğer yanda dinlerinden ötürü, Yahudiler, Hıristiyanların uygun gördüğü ekonomik alanlarda ve konulan sınırlar içinde çalıştı. Daha sonra, Kilise’nin ticaretle ilgili görüşü yumuşayınca, bu kez Yahudiler için Avrupa ekonomik yaşamının getirilerinden yoksun bırakılmaları durumu doğdu.
10. ve 11. yüzyıllarda kent yaşamının canlanmasıyla birlikte, Avrupa’da Hıristiyan bir tüccar sınıfı da ortaya çıktı. 11. yüzyılın ikinci yarısına kadar ticaretteki bazı üstünlüklerini korumalarına karşın, bu durum Yahudileri olumsuz etkiledi.
Rhein bölgesi kenti Speyer’in o zamanki yöneticisi Piskopos Rudiger, kentini gönençli bir ticaret merkezi haline getirmek istiyordu. Bu amaçla 1084 yılında, kendi sözleriyle “Germen Krallığı’nın herhangi bir kentinde Yahudilerin sahip olduğundan daha cömert bir hukuksal statü” oluşturacak kadar geniş ayrıcalıklar vaadinde bulunarak, Yahudi tüccarları oraya yerleşmeye davet etti.
Hızlanan kentleşme ve buna eşlik eden ticari genişleme giderek artan sayıda Hıristiyanı kârlı işlere çekince, ticaret ve tüccara karşı resmi Hıristiyan ön yargısı, 12. yüzyılda başlamak üzere giderek azaldı. Buna karşın, Orta Çağ hukukunun en büyük derleyicisi Gratianus’un yapıtında eski görüş varlığını sürdürdü; ünlü yapıtı “Decretum”, ticaret yoluyla elde edilen kârı kınar gibiydi. Bazı yatırım biçimlerini tefecilik ile eşdeğer tutuyordu. Fakat sonraki otoriteler, ticari devrimin ve Hıristiyanların ticarete girişmesini doğanın gerçekliğine uygun olarak önceki öğretinin katı tutumunu yumuşattı. Satıştan elde edilen kâr ile tefecilik ile elde edilen kazanç arasında ayrım yaptılar. Zaman, emek ve para harcanarak elde edilen kâr ile bütün bunlar yapılmadan elde edilen kazancı birbirinden ayırdılar. Sadece para kullanarak para kazanmak ayıp sayıldı. Tüccarın niyeti, salt kâr etmekten çok kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamak ise, ticari etkinliğin kötü bir yanı olamazdı.
Kimileri, Orta Çağ Kilisesi’nin ekonomik öğretisinin Orta Çağda parasal bir pazar ekonomisini engellediği görüşüne karşı çıkar. Birçok teolog, ekonomik etkinlik ile bağlantılı açıklamalarında, aşırı kâra yönelik erken Hıristiyan yergiyi yineliyordu. Her şeyin, vurgunculuğu önleyen “âdil fiyat”ı vardı. Ancak “âdil fiyat”ın tam olarak saptanması zordu. Yararlı, gereksinmeleri karşılama kapasitesi yüksek olan bir malın âdil fiyatının yöneticilerce saptanması, ekonomik büyümeyi sakatlayabilirdi. Bu nedenle, isteseler de istemeseler de yöneticiler cari piyasa fiyatlarına onay vermek zorunda kaldı.
Ortaya yeterli sermaye koymadan ticaret yapmak, elbette borç almayı gerektiriyordu. Borç alma gereksinmesiyle birlikte ticari etkinliğin büyümesine tepki veren ileri Orta Çağ hukukçu ve teologları, her tür tefecilik biçimine karşı eski Hıristiyan yaptırımlarını gevşetti. (Bu arada Tapınak Şövalyelerinin de bu bağlamda özel bir yöntem uygulayarak, tefeciliği kitabına uydurduklarını anımsatmadan geçemeyiz.) Kredi gereksinmesinin az olduğu önceki çağda da bu görüşlerin propagandası yapılmıştı ama şimdi yeni ekonomik gerçekliğin ışığı altında Kilise “ılımlı faiz” yükünü hoş görmeye başlamıştı.
Yahudi tüccarlar, 12. yüzyılda moda haline gelen daha elverişli ticaret görüşünden hiçbir yarar elde edemedi. Hıristiyan bir kentli ticaret sınıfının doğuşu ve bu sınıfın Kilise’ye sağladığı yarar, Kilise’nin ticari kazanca karşı benimsediği geleneksel karşıtlığı ortadan kaldırdı, buna karşılık Yahudi uzak yol tüccarına güçlükler çıkardı. Kırsal kesimde bu işleri daha önce tekeline almış olan Yahudi tüccar, artık Hıristiyanlara rakip olarak görülüyordu. Kuzey Avrupa’daki Hıristiyan tüccarlar, Yahudi tüccarları yavaş yavaş piyasanın dışına sürmeye başladı. Yahudiler, o sıralarda oluşturulan ticari meslek birliklerinden dışlandı; bu birliklere girebilmek için zorunlu tutulan Hıristiyan yeminini edemedikleri için, üyeliğe kabul edilmediler.
Ticari etkinliklerden elde ettikleri sermaye artığı ile kısmen başkalarına borç verme işiyle uğraşmaya öteden beri alışmış olan Yahudiler, bundan böyle iyiden iyiye tefeciliğe yöneldi.
Yahudilerin tefeciliği ve bunun sonuçları… Bunu ayrı bir bölümde incelemeliyiz.