Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Kaynayan Kurbağa  (Okunma sayısı 4931 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ekim 28, 2010, 01:20:13 ös
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 647
  • Cinsiyet: Bay

Yazı uzun olduğu için iki, üç kısma bölüyorum, umarım uygun görürsünüz.

Daniel Quinn’in B’nin Öyküsü kitabından, B’nin halka açık konuşmalarından ikincisi.

Kaynayan Kurbağa

Sistemlerin düşünürleri bize kaynayan kurbağa fenomeninde belirli insan davranışları üzerinde yararlı metaforlar sağlamıştır. Fenomen şudur: Kurbağa bir tencere kaynar suya attığınızda elbette dışarı çıkmak için çaba harcayacaktır. Ama kurbağayı ılık bir tencere suya koyup suyu kaynatmaya başlarsanız orada sakin bir şekilde yüzmeye devam edecektir. Su zamanla ısındığında, kurbağa sanki sıcak bir banyoda gibi kısa sürede yüzünde bir gülümsemeyle kendini, kaynayarak ölüme bırakacaktır.

Hepimiz kaynayan suya atılan kurbağaların hikayesini biliriz. Buna uygun düşen kültürel örnekler de mevcuttur. Yaklaşık altı bin yıl önce Eski Avrupa’nın tanrıçaya tapan toplumları, Marija Gimbutas’ın “Höyük Dalgası” olarak adlandırdığı kaynayan kültürümüze atılmış, çıkmaya çalışmış ancak zamanla batmış toplumlardır. Kuzey Amerika Yerlileri 1870’lerde kaynayan kültürümüze atılarak farklı bir örnek oluşturmuş, yirmi yıl boyunca sudan çıkmaya çalışmış, ama sonunda onlar da batmışlardır

“Gülümseyerek kaynayan kurbağa” fenomenine zıt bir örnek kültürümüzce yaratılmıştır. Kazsana girdiğimizde su harika bir sıcaklıktaydı, bana kimse bunun ne zaman olduğunu söyleyebilir mi?

Boş yüzler.


Size zaten söylemiştim, ancak farklı bir şekilde yine soracaksınız. Biz ne zaman biz olduk? Biz kavramı ne zaman ve nerede başladı. Anımsayın Doğu ve Batı, tek yumurta ikizleri. Nerede ve ne zaman?

elbette ki Yakındoğu’da, on bin yıl kadar önce başladı. Burası bizim özel, belirleyici tarım biçimimizin doğduğu ve bizim biz olmaya başladığımız yer. Burası bizim kültürel doğum yerimiz. Burası bizim ılık ve hoş suya girdiğimiz yer: Yakındoğu, on bil yıl önce.

Su zamanla ısınmaya başlayınca kurbağa hoş bir ısı haricinde bir şey hissetmez ve gerçekte de hissedilecek tek şey de budur. Suyun tehlikeli şekilde ısınması için uzun zaman geçmiştir ve bizim kendi tarihimiz de bunu ortaya koyar. Tarihimizin yarısı boyunca, ilk beş bin yıl, tehlike izi neredeyse yoktu. O zamanın teknolojik yenilikleri, kasabaların kalbini merkez alan sakin bir hayat sunuyordu: Güneşte kurutulan tuğlalar, ateşte hazırlanan kap kacak, örülen giysiler ve diğerleri… Ancak zamanla tehlike izleri tencere dibindeki minik kabarcıklar gibi baş göstermeye başladı. Tehlike işareti olarak ne aramalıyız? Toplu intiharlar? Devrim? Terör? Elbette ki hayır. Bunlar çok daha sonra, su aşırı ısınınca ortaya çıktı. Beş bin yıl önce su henüz ılıktı insanlar birbirlerine gülümseyerek, “bu ne kadar harika değil mi,” diyorlardı.

Kazanın altında yanan ateşi tanımlayabilirseniz, tehlikeli işaretlerini de nerede bulabileceğinizi bilirsiniz. En başından söz ettiğimiz bölgede yanıyordu ve beş bin yıl sonra hala orada yanmaktaydı… ve bugün de hala aynı yerde yanmaya devam ediyor. Bu bizim devrimimizin büyük ısıtan elementi. Bu bir temel. Bu, başarının vazgeçilmez unsuru, tabii buna başarı denirse.

Konuşun! Biri bana neden söz ettiğimi söylesin!

Şuradaki bey bana, “Tarım, tarım,” diyor.

Hayır tarım değil. Tarımın özel bir şekli. Kültürümüzün on bin yıl öncesindeki temellerinden günümüze kadar uzanan ve sadece bizim kültürümüz temelinde yer alan özel bir tarım biçimi. Bizi biz yapan tarzımız. Bu gezegende yer alan diğer tüm yaşam biçimlerine karşı korkunç kalabalığı ve bu gezegende yer alan her bir metrekareyi insan besini üretimi için ele geçirme çabaları nedeniyle, ben bunu totaliter tarım olarak adlandırıyorum.

Konuyu inceleyen hayvan davranışlarını inceleyen bilim insanları ve birkaç filozof bu gezegendeki yaşam topluluklarında bizimkinden ayrı farklı biçimlerde tarım yapılabildiğini bilirler. Bu son derece pratik, topluluk içinde biyolojik çeşitliliği destekleyen, güvenli bir ahlak tarzıdır. Yaşam topluluğundaki her tür tarafından izlenen bu ahlaka göre, koyunlar kadar köpekbalıkları, kelebekler kadar katil arılar da, kapasitelerinin sonuna kadar rekabet edebilir ama rakiplerini avlayamaz, onların besinlerini yok edemez ya da besine ulaşmalarını engelleyemez. Başka bir deyişle, rekabet edebilir ama savaş açamazsınız. Bu ahlak, totaliter tarım uygulayıcıları tarafından her anlamda istismar edilmiştir. Rakiplerimizi yok edene kadar avlıyor, besinlerini yok ediyor ve besine ulaşmalarını engelliyoruz. Bu, gerçekte totaliter tarımın var oluş nedenidir. Totaliter tarım “dünyadaki tüm gıda bizim içindir” inancına dayanır ve kendimiz için alıp diğerlerini yok saymada sınır yoktur.

Totaliter tarım, kültürümüze adapte edilmemiştir. Adapte edilmesinin nedeni doğası gereği tüm türlerden daha üretici olmasıdır. Totaliter tarımı, Amerikalıların söylemekten hoşlandığı gibi maksimum üretimi temsil eder. Üzerine geçilemeyecek bir üretim düzeyini temsil eder.

Bir çok tarım biçimi (tümü değil ama çoğu) besin stoku üretir. Ancak totaliter tarım, tümünden çok daha fazla stok üretir. Dünyadaki besini “insan besini” olarak üretmeyi temsil eden bir sistem ötesine geçmek olanaksızdır.

Kazanın altındaki ateş totaliter tarımdır. Bizi burada on bin yıldır kaynatan, totaliter tarımdır.

Besin Varlığı ve Nüfus Artışı

Kültürümüz insanları besini öylesine doğal karşılarlar ki, çoğu zaman besin olanağı ile nüfus artışı arasındaki yararlı bağlantıyı görmekte zorlanırlar. Onlar için, küçük bir laboratuvar faresiyle bir deney hazırladım.

Kafanızda, yer değiştirilen yüzeyleri sayesinde istenilen boyutta büyütülebilecek bir kafes canlandırın. Kafese öncelikle bol miktarda gıda ve su ile her iki cinsten on tane sağlıklı fare yerleştirelim. Birkaç gün içinde elbette kafeste yirmi fare olacaktır ve biz aynı dönemde kafesteki gıda ve su miktarını arttıralım. Gıda miktarını arttırmaya devam edersek, birkaç hafta içinde kafeste kırk, elli, atmış, yüz fare olacaktır. Varsayalım ki kafesteki fare adedini yüzde tutmaya karar verdik. Eminim kafese minik doğum kontrol malzemeleri yerleştirmeyeceğimizi anlamışsınızdır. Tek yapmanız gereken kafese konan gıda miktarını arttırmayı kesmek. Kafese her gün, yüz fareye yetecek kadar gıda koymamız işimizi görür. Burası bir çocuğun inanmakta zorlandığı kısım, ancak bana inanın ki gerçek şu: topluluğun büyümesi duracaktır. Elbette bir gecede değil, ama kısa sürede. Her gün yüz fare için yeterli olacak kadar gıda yerleştirirsek, kafesteki fare sayısının istikrarı yakalamaya başladığını görürüz. Elbette ki yüz sayısı kesin olarak kastetmiyorum. Sayı doksanla yüz on arasında seyredecek, ancak asla daha fazlasına çıkmayacaktır. Yıllarca ortalama olarak kafeste yüz fare yaşayacaktır.

Şimdi eğer kafesteki fare sayısını yüzden iki yüze çıkarmaya kar verirsek, tek yapmamız gereken kafese fazla miktarda gıda koymaktır. İki yüz fare için yetecek miktarda gıda koyarsak, kısa sürede kafeste ikiyüz fare olacaktır. Üç yüz fare için gıda koyarsak fareler üç yüz adede çıkacaktır. Bu bir tahmin değil dostlarım, bu bir konjonktürdür, bu kesin bir bilgidir.

Elbette bunun fareye özgür bir durum olmadığını anlamışsınızdır. Aynı şey tatarcık, balık ya da kuşlar için de geçerlidir. Ancak korkarım çoğu kişi bunun insanlar içinde geçerli olduğu düşüncesine karşı. Çünkü bireyler olarak üretim kapasitemizi yönetme yeteneğine sahibiz, bu nedenle türler olarak büyümemiz gıdaya bağlı olmamalıdır, diye düşünüyorlar.

Bu onu da bizim de diğer türler kadar gıdaya bağlı olduğumuzu yeterince açıklayabilecek bilgiye sahibim, gerçekte üç milyon yılık bir bil i söz konusu. Son on bil yıl haricinde insan türü dünya ekosisteminde azınlık kalıyordu. Düşünün ki üç milyon yıl boyunca insan nüfusu dünyayı aşmadı. Elbette kıtadan kıtaya göçlere nüfusta belli bir artış vardı, ama bu artış çok yavaş ilerliyordu. Neolitik dönemde insan nüfusunun on milyon olduğu tahmin ediliyor. On milyon… üç milyon yıl sonunda!

Sonra birdenbire her şey değişmeye başladı. Bu değişim tek bir kültürün, bizim kültürümüzün dünyanın bir köşesinde özel bir tarım biçimi geliştirmesiyle ve böylece insanların inanılmaz fazlalıkta gıdaya sahip olmalarını sağlamalarıyla gerçekleşti. Bu olayı takip eden yıllarda dünyanın bu köşesinde jeolojik anlamda çok kısa bir anda insan nüfusu on milyondan elli milyona ulaştı ve olasılıkla bunların yüzde sekseni totaliter tarımı uygulayan Doğu ve Batı’nın, bizim kültürümüzün insanlarıydı.

Kazandaki su ısınıyor ve tehlike işaretleri oluşmaya başlıyordu.
Bir yere ait olmayı hiç istemedim. Ya kendim olurum yada başkalarının arkamdan övgüleri ile ölmüş olurum.


Ekim 28, 2010, 01:21:11 ös
Yanıtla #1
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 647
  • Cinsiyet: Bay

Tehlike İşaretleri: İÖ 5000 – 3000

Kalabalıklaşma başladı. Bir düşünün, insanlar genelde tarihin ezeli bir tekrardan ibaret olduğunu düşünür, ancak burada tasvir ettiğim şey daha önce asla olmamıştı. Üç milyon yıl boyunca insanlar hiçbir yerde kalabalıklaşmamıştı. Ama şimdi tek bir kültürün insanları -bizim kültürümüz- kalabalık olmanın ne demek olduğunu öğreniyorlardı. Kalabalıklaşma, fazla çalışma, daha fazla otlatmak ve bitkilerden daha çok yararlanmak anlamı taşıyor ve toprak giderek daha az üretken hale geliyordu. Kişi sayısı artıyor ve insanlar sınırlı kaynaklar için rekabet ediyordu.

Kurbağanın içinde bulunduğu su ısınıyor ve aradığımız şeyi anımsıyoruz: Tehlike işaretleri. Daha fazla insan, daha az gereksinim için rekabete başlarsa ne olur? Bu çok açık. Bunu tüm çocuklar bilir. Daha fazla insan daha azı için rekabete girerse, kavga başlar. Ancak elbette kavgaya öylesine girişmezler. Kasabanın kasabı, kasabanın fırıncısını dövmez. Kent kasabı, fırıncısı, ayakkabıcısı diğer kent kasabı, ayakkabıcısı ve fırıncısıyla kavgaya girer.

Bunun günümüze dek süren savaş çağının başlangıcı olduğunu anlamak için ortalıkta ölü insanlar görmemize gerek yok. Görmemiz gereken savaş yapan makineleşme. Mekanik makineleri kastetmiyorum; savaş arabası, sapan, kuşama makineleri ve devamı. Kasaplar, fırıncılar, ayakkabıcılar kendilerine ordu kurmadılar. Buna asıl gereksinim duyanlar, lordlar, prensler, krallar ve imparatorlardı.

Bu dönem boyunca beş bin yıl önce askeri korunma amacıyla ilk devletlerin kurulduğunu görüyoruz. Bu dönemde monarşi gücü altında kılıçlanma ile askeri güç görüyoruz. Askeri güç olmadan kral sadece şık kıyafetli bir insandır. Bunu bilirsiniz. Ama askeri gücü olan bir kral düşmanlarına kendini gösterip tarihe adını yazdırır ve bu dönem tarihinde gördüğümüz kişiler, kesinlikle fetheden kralların adlarıdır. Bilim insanı, filozof veya tarihçi değil, sadece fetheden kralların adları. Tekrarlıyorum, burada hiçbir şey kısır döngü değil. İnsanlık tarihinde ilk kez önemli kabul edilen kişiler, askeri güce sahip olanlardır.

Şimdi lütfen aklınızda tutunuz ki insan tarihinde askeri güç asla kötü bir işaret olarak –ıstırap işareti- görülmemiştir. Bunun iyi bir işaret olduğunu düşünüyorlardı. Askerlerin, gelişimi temsil ettiğini düşündüler. Su biraz ısınmıştı ve kimse birkaç kabarcıktan kuşkulanmıyordu.

Bu noktadan sonra askeri gereksinimler, kültürümüzün teknolojik gelişimi için vazgeçilmez hale geldi. Bunda yanlış bir şey yok değil mi? Askerlerimiz daha iyi donanımlı, daha iyi kılıçlara sahip, daha iyi silahlara, tanklara, makinelere, bombalara, uçaklara, roketlere, sinir gazlarına.. sahip olmalı. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Bu noktada kimse savaş hizmetindeki teknolojiyi kötü bir işaret olarak görmedi. Bunun gelişim olduğunu düşündüler.

Bu noktadan sonra savaşların sıklığı ve ciddi boyutu, gülümseyen kurbağanın içinde bulunduğu suyun ne kadar sıcak olduğunu gösterecek.

Tehlike İşaretleri: İÖ 3000-1400

Kültürümüzün kazanının altındaki ateş yanmaya devam etti ve nüfusumuzun ikinci kez iki katına çıkması sadece bir altı yüz yılda oldu. İÖ 1400’de artık dünyada yüz milyon insan vardı ve bunların yüzde doksanı bizim kültürümüzün insanlarıydı. Yakındoğu bize bakabilecek kadar büyük olmadığı için, totaliter tarım kuzeye ve doğuya Rusya ve Hindistan’a ve Çin’e, kuzeye ve batıya doğru Asya ve Avrupa’ya yayıldı. Diğer tarım biçimleri bir zamanlar tüm bu yerlerde kullanılmış, ancak şimdi bu “bizim tarım biçimimiz” anlamına bürünmüştür.

Su daha da ısınıyor –her zaman daha çok ısınıyor. Elbette tüm o eski tehlike işaretleri oradadır, niçin yok olsunlar ki? Su ısındıkça eski işaretler sadece daha büyük, daha dramatik bir hal alıyor. Savaş? Günümüz savaşlarının yanında eski zaman savaşları oyun gibi kalıyor. Bronz Çağı! Gerçek silahlar, Tanrım! Gerçek askeri birlikler! Sürüyle hazır asker, inanılmaz imparatorluğun varlığıyla besleniyor.

Antik kent kalıntıları, resmi bir tarih yazmak için yeni öyküler uydurulmasına izin vermiyor. Köle ticareti ile ilgili kimse dokümanter film hazırlamıyor. Kanıt olarak gösterilebilecek en azından bir tehlike işareti var: Suç, büyük bir sorun olarak, hızla artıyordu.

Yüzlerinize bakarken bu haberden nasıl hiç etkilenmediğinizi görebiliyorum. Suç mu? Suç insanlar arasında evrensel değil mi? Hayır. Gerçekte değil. Kötü davranış evet, davranış bozukluğu evet, insanlar her zaman yanlış insanlara aşık olup, hırslarını gösterme ya da öçlerini alma yolunda çeşitli sonuçlara neden olabilir. Suç başka bir şeydir ve bunu hepimiz biliyoruz. Suç olarak ifade ettiğimiz şey kabile insanları arasında yaşanmaz, bunu nedeni onların daha iyi insanlar olmaları mıdır? Elbette hayır, bunun nedeni farklı şekillerde organize olmalarıdır. Bu, üzerinde biraz konuşmaya değer bir konu.

Biri sizi rahatsız ederse –örneğin siz konuşurken sürekli sizi bölerse- bu bir suç değildir. Polisi arayarak bu kişiyi tutuklatamaz ve hapse gönderemezsiniz, çünkü insanların sözünü kesmek bir suç değildir. Bu, bu konunun üstesinden mutlaka sizin gelmeniz gerektiği anlamına gelir. Ama bu kişi evinize girip oradan çıkmayı reddederse, orası sizin bölgenizdir ve bu bir suçtur. Polisi rahatça arayabilir, bu şahsı tutuklattırabilir ve hatta belki hapse girmesini sağlayabilirsiniz. Suç, devletin suç olarak tarif ettiği davranışlardır. Bu nedenle bu iki örneği tamamen farklı şekillerde çözümleriz, ancak kabile insanlarının böyle farklı çözümleri yoktur. Son her neyse, kötü ahlak veya cinayet, bunu kendileri hallederler, tıpkı sizin sözünüzü kesen kişiye yaptığınız gibi. Devlet gücünü kullanmak, onlar için bir seçenek değildir, çünkü devletleri yoktur. Kabile topluluklarında suç, insan davranışının farklı bir kategorisi olarak yer almaz.

Tekrar dikkatinizi çekerim: İnsan topluluğunda suçun ortaya çıkmasıyla ilgili bir kısır döngü yoktur. İnsanlık tarihinde ilk kez insanlar suçla başa çıkıyorlardı. Suç ise kendini okuryazarlığın düştüğü dönemlerde göstermiştir. Bu da demek oluyor ki insanlar yazmaya başladıkları anda önce yasaları yazdılar. Çünkü yazmak, onların daha önce yapamadıkları bir şeyi yapmalarını sağladı. Yazmak, onlara, devletin yönetmesi, cezalandırması ve sindirmesi istedikleri davranış biçimlerini tanımlama olanağı verdi.

Bu noktada suç, kültürümüzde “bir sorun” olarak kendi kimliğini kazandı. Savaş gibi onun da kaderi, Doğu ve Batı’da bizimle günümüze kadar süregelmekti. Bu noktada suç da savaş gibi, kurbağanın içinde bulunduğu suyun ne kadar sıcak olduğunu ölçümlemek için yerini aldı.

Tehlike İşaretleri: İÖ 1400-0

Kültürümüz kazanının altında ateş yanmaya devam ediyor ve nüfusumuzun yeniden ikiye katlanması sadece bin dört yüz yıl içinde gerçekleşti. Artık “Genel Çağda” dünyada iki yüz milyon insan yaşıyordu ve Doğu ve Batı’da bunların yüzde doksan beşi bizim kültürümüz insanıydı.

Bu dönem politik ve askeri bir macera dönemiydi. Hammurabi kendisinin Mezopotamya’nın sahibi olduğunu ilan etti. Mısır’ın Sesotris III’ü Filistin ve Suriye’yi ele geçirdi. Asur kralı Tiglath Pileser-I’i yasalarını Akdeniz kıyılarına kadar ilerletti. Mısır firavunu Filistin’i aldı. Tiglath Pileser-III, Suriye, Filistin, İsrail ve Babil’i aldı. Babil’in II. Nabukadnezar’ı Kudüs ve Tire’yi ele geçirdi. Persler sınırlarını tüm uygar Batı’ya kadar genişletti ve iki yüz yıl sonra Büyük İskender aynı emperyal genişlemeyi sağladı.

Bu dönem aynı zamanda sivil isyan ve katledişler çağıydı. Kuzey Yunanistan Asur kraliçesi Shalmaneser’in dönemi devrimle sonuçlandı. Antik Atina yönetimine karşı ayaklanması, Peloponnes Savaşı olarak bilinen yirmi yıllık çatışmayı başlattı. Birkaç yıl sonra Midilli de ayaklandı. Makedonya yönetimine karşı Spartalılar, Akalar’a karşı bir istila organize etti. Mısır’da bir ayaklanma Ptolemeus III’ü Suriye’den evine döndürdü. Makedon Philip öldürüldü, aynı Pers kralı Darius III’ün, Seleucus III Soter’in Kartacalı generali Astrubal’ın sosyal reformcu Tiberius Sempronius Gracchus’un Çin imparatoru Wong Mong’un, ve Roma imparatorları Claudius ve Domitiananus’un öldürülmesi gibi.

Ancak bu çağda var olan tehlike işaretleri sadece bunlar değildi. Counterfeiting, coinage debasement, inanılmaz enflasyon – ve şu an olağan görülen tüm bu berbat şeyler. Kıtlık ve medeni dünyada aşırı kalabalık ve pislikle ortaya çıkan veba gibi salgınlar olağan hale geldi. İÖ 429’da veba, Atina’nın toplam nüfusunun üçte ikisi gibi büyük sayılarda insan hayatına mal oldu. Çin ve Avrupa düşünürleri, insanlara daha küçük aileler kurmalarını tavsiye etmeye başladı.

Kölelik büyük ve uluslararası bir iş haline geldi ve elbette günümüze kadar da önemini sürdürdü. Tahminlere göre beşinci yüzyıl ortalarında Atina’da her beş kişiden dördü köleydi. İÖ 146’da Kartaca Roma’ya düştüğünde hayatta kalanların elli bini köle olarak satılmıştı. İÖ 132’de yetmiş bin köle Roma’da isyan başlattı ve ayaklanma bastırıldığında yirmi bini çarmığa çakılmış, ancak bu Roma’nın kölelerle sorununa bir son vermekten çok uzakta kalmıştı.

Bu dönemde, bu geceki amacımıza çok daha uygun yeni tehlike işaretleri ortaya çıktı. İnsanlar ilk kez ortada gerçekten yanlış bir şeyler döndüğünden kuşkulanmaya başladılar. Tarihte ilk kez insanlar kendilerini boş hissetmeye, hayatlarının çok anlamlı olmadığına kanaat getirmeye, arayışlara girmeye başladılar. Tarihte ilk kez insanlar kendilerine kurtuluştan söz eden dini öğretmenleri dinlemeye başladılar.

Bu kurtarılma fikrinin orijinalliğini abartmak olanaksız. Din, kültürümüzde binlerce yıldır varolmuştur elbette, ama hiçbir zaman anladığımız tarz kurtarıcı olma rolünü amaçlamamıştır. Önceki tanrılar mutfağın, ürünün, evin ve şansın koruyucu tılsımlı tanrılarıydı ve eski dinler devlet dinleriydi, hükümdarlık ve yönetim araçların parçalarıydı (tapınak ve kraliyet seremonilerinden de belli olduğu üzere halk için değildi).

Musevilik, Brahmancılık, Hinduizm, Şintoizm ve Budizm bu dönemde ortaya çıktı ve daha önce var olmamışlardı. Birdenbire altı bin yıl totaliter tarım ve uygarlık inşa ettikten sonra kültürümüz insanları –Doğu ve Batı’da- hayatlarının anlamı olup olmadığını merak etmeye, ekonomik başarı ve toplumsal saygının yerini doldurmayacağı bir şeyler olduğuna, kendileriyle ilgili derin, hatta yanlış bir şeyler olduğunu düşünmeye başladılar.
Bir yere ait olmayı hiç istemedim. Ya kendim olurum yada başkalarının arkamdan övgüleri ile ölmüş olurum.


Ekim 28, 2010, 01:22:24 ös
Yanıtla #2
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 647
  • Cinsiyet: Bay

Tehlike işaretleri: İS 0-1200

Kültürümüz kazanının altındaki ateş yanmaya devam ediyor ve nüfusumuzun yeniden ikiye katlanması sadece bin iki yüz yıl içinde gerçekleşiyordu. Dünyada dört yüz milyon insan yaşıyor ve bunun yüzde doksan sekizi Doğu ve Batı’da yaşayan bizim kültürümüz insanıydı. Savaş, veba, kıtlık, politik kirlilik, suç, ekonomik istikrarsızlık, kültürel yaşamımızın vazgeçilmez parçaları haline gelmiş ve böyle de kalmıştı. Kurtarıcı dinler bu dönem başladığında Doğu’da yüzyıllardır yerleşikti, ama Batı’nın büyük imparatorluğu hala düzinelerce tılsımlı inancı selamlıyordu. Yine de bu imparatorluğun sıradan insanları –köleler, fethedilenler, köylüler- Batı’da ilk kurtarıcı din kapılarını çaldığında, hazır bekliyorlardı. Onlar için insan ırkının kurtarılma gereği ve günahkar olduğu düşüncesi kabul edilebilirdi. Dünyayı küçük görmeye ve zavallılıklarına karşılık neşeli bir yaşam sonrası düşünmeye sabırsızlanıyorlardı.

Ateş, kültürümüz kazanının altında yanmaya devam ederken, artık her yerde kurtarıcı dinler onlara hayatta kalmanın zorluklarını nasıl karşılamaları gerektiğini gösteriyordu. Taraftarlar bu dinler arasındaki farklılıklara odaklanır, ama ben bu benzerliklere odaklanıyorum. Benzerlikler: İnsanların yaşam şartları olduğu gibiydi ve yapılacak hiçbir şey bunu değiştirmeyecekti. Halkınızı, arkadaşlarınızı, ailenizi, çocuklarınızı kurtarmak sizin elinizde değildi ve kurtarabileceğiniz tek kişi kendinizdiniz. Sizi sizden başka kimse kurtaramazdı, siz de kendinizden başkasını kurtaramazdınız. Sözleri başkalarına taşıyabilir ve onların da bu sözleri başkalarına taşımalarını sağlayabilirdiniz, ama Budizm, Hinduizm, Musevilik, Hristiyanlık, Müslümanlık, tümü aynı noktaya ulaşıyor: Seni senden başka kimse kurtaramaz ve sen de kendinden başkasını kurtaramazsın. Kurtarılma, elbette hayatında başarabileceğin en muhteşem şeydir ve bunu paylaşmana gerek yoktur, çünkü paylaşılması mümkün değildir. Eğer sen kurtarılmayı başaramazsan, başarısızlığın apaçıktır ve başkalarından bağımsızdır. Öte yandan kurtarılırsan başarında apaçıktır ve yine başkalarından bağımsızdır. Bu dinlere göre kurtarılmayı başarırsan, artık evrende başka hiçbir şeyin önemi kalmaz. Önemli olan kurtarılmandır başka hiçbir şey değil.

Tehlike işaretleri: İS 1200-1700

Elbette yine kültürümüz kazanı altında ateş yanmaya devam ediyordu. Nüfusumuzun yeniden ikiye katlanması sadece beş yüz yıl içinde gerçekleşti ve bu dönem sonunda dünyadaki sekizyüz milyon insanın yüzde doksan dokuzu Doğu ve Batı’da yaşayan bizim kültürümüz insanıydı. Bu dönem veba dönemiydi. Londra da ilk akıl hastanesi ve hapishane açıldı. Fransa’da 1251 ve 1358’de çiftçi işçiler, Flanders’da 1280’de tekstil işçileri ayaklandı. 1381’de Wat Tyler isyanı İngiltere’yi anarşiye soktu, 1428 ve sonra 1461’de işçiler kıtlık ve veba nedeniyle greve gittiler; Rusya köleleri 1671 ve 1672’de ayaklandı; Bohemya köleleri sekiz yıl sonra ayaklandı. Kara Ölüm ondördüncü yüzyıl ortalarında Avrupa’yı sardı ve sonraki ikiyüz yıl boyunca dönemsel olarak ortaya çıktı ve onyedinci yüzyılda sadece iki yılda Kuzey İtalya’da bir milyon insan öldürecekti. Museviler herkesin acısı için, yanlış giden her şey için şamaroğlanı oldular, Fransa 1252’de onları sınırdışı etmeye çalıştı, sonra onları toplum içinde diğerlerinden farklı işaretler takmaya zorladı. Britanya onları 1290 ve 1306’da, sınırdışı etmeye çalıştı, Köln 1414’te sınırdışı etmeye çalıştı ve onları Kara Ölüm getirmekle suçlayarak binlercesini yakıp astı; Lizbon’da binlercesi 1506’da katledildi, Papa Paul-III ilk gettoyu yaratarak onları Roma’dan sildi. Çağın umutsuzluğu, Tanrı’dan önce davranarak kendimizi abartılı cezalara çarptırdığımızda, onun bize abartılı cezalar (veba, kıtlık, savaş, vs. gibi) vermek için bu kadar kışkırtılmayacağı fikrini besleyen cezalandırıcı hareketlerde anlam bulur. 1374 yılında bir garip çılgınlıkla Aix Chapelle sokakları binlerce dansçı ile dolduruldu. 1232’de kıtlık baş gösterdiğinde Japonya’da, 1258’de Almanya ve İtalya’da, 1294 ve 1555’de İngiltere’de, 1315’te tüm Batı Avrupa’da, 1569’da Lizbon’da, 1591’de İtalya’da, 1596’da Avusturya’da, 1603’de Rsuya’da, 1650’de Danimarka’da, 1669’da Bengal’de, 1674’de Japonya’da milyonlarca insan öldü. Avrupa’da frengi ve tifüs baş gösterdi. Zehirli mantar nedeniyle Almanya’da binlerce insan öldü. İngiltere’yi tekrar tekrar ziyaret eden bilinmeyen bir terleme hastalığı binlerce insanı öldürdü. Suçiçeği, tifüs ve difteri yayılarak insanları yok etti. Yeni Dünya’ya gönderilen milyonlarca Afrikalı’dan sonra köle ticareti canlandı. Devam eden ve daha ileri boyutlara ulaşan savaş, politik kirlenme ve suçtan söz etmeye gerek görmüyorum. 1651’de insan yaşamını “yalnız, fakir, kötü, hayvani ve kısa” olarak tanımlayan Thomas Hobbes ile tartışanlar olduysa da birkaç yıl sonra Blaise Pascal, “her insanın diğer insanlardan nefret ettiğini” belirtecekti. Bu dönem ekonomik kaos, isyankar, kıtlık ve salgınlarla sona erdi.

Hristiyanlık, ilk global kurtarıcı din haline gelerek Uzakdoğu ve Yeni Dünya’yı ele geçirdi.

Lütfen burada üstünde durduğum noktayı atlamayın. İnsanın şeytani yönleriyle ilgili işaretleri toparlamıyorum. Bunlar aşırı kalabalıklaşmaya karşı tepkilerdir, çünkü sınırlı kaynaklar için çok fazla insan rekabet ediyordu ve insanlar bozuk besinler ve pis sularla beslenerek ailelerinin açlıktan, vebadan ölmesine seyirci kalıyordu.

Tehlike işaretleri: İS 1700-1900

Kültürümüz kazanının altında ateş yanmaya devam ediyor ve nüfusumuzun yeniden ikiye katlanması sadece ikiyüz yıl içinde gerçekleşiyor. Bu dönem sonunda dünyadaki bir buçuk milyar insanın yüzde doksan dokuz buçuğu Doğu ve Batı’da bizim kültürümüz insanı oluşturuyor. Bu dönemde ilk kez din adamları insanları dünyanın sonunun gelmekte olduğu gerçeği ile karşı karşıya bırakarak yanlarına çekmeye başladılar. Bu dönemde uyuşturucu ticareti Doğu Hindistan Şirketi sponsorluğu ve Avustralya, Yeni Gine, Hindistan, Çin Hindi ve Afrika’nın, Avrupa güçleri tarafından kolonileşmesi ile Avrupa’dan taşınan binlerce salgın hastalığın bu yerlerdeki insanları öldürerek ürünleri yok edip beyaz ölüm için tarlalar açmasıyla Britanya donanması korumasında büyük bir ticaret haline geldi.

Yerli halkın zaten yaşam mücadelesi verdiğini belirtmeye gerek yok. Sadece onsekizinci yüzyılda atmış milyon Avrupalı su çiçeğinden heba oldu, on milyonlarca insan koleradan öldü. Veba, tifüs, sarı humma ve diğer hastalıkların bu dönem insanlarına verdiği hasarı açıklamak için on dakikamı harcayabilirim. Ve tarım ile kıtlık arasındaki bağlantıdan kuşku duyan herkesin sadece bu dönemi incelemesi yeterli olacaktır. Ürün, yetersizlik ve kıtlık, tekrar tekrar dünyanın her yerindeki uygar yerleşimlerde yaşandı. Sayılar hayret verici . 1769’da Bengal’de on milyon insan açlıktan öldü. 1845 ve 1846’da İrlanda ve Rusya’da iki milyon, 1876’dan 1879’a kadar Çin’de yaklaşık elli milyon, Fransa, Almanya, İtalya, Britanya, Japonya ve diğer yerlerde on binlerce insan hayatı, kıtlık nedeniyle son buldu.

Kentler kalabalıklaştıkça insanoğlunun şiddetli ıstırabı daha yüksek boyutlara ulaştı. Fareden veya kirli sulardan taşınan hastalıklar için eğitimi olmayan insanlar dualara sarıldılar. Suç hiç olmadığı kadar arttı ve genelde halk önünde katletme veya ölüm cezalarıyla sonuçlandı. Bu dönemde hapishaneler, cezalandırmaya alternatif olarak ortaya çıktı. Akıl hastalıkları sayısı da hiç olmadığı kadar artış gösterdi. Kimse delilerle ne yapacağını bilemiyor, be nedenle tipik olarak bu insanları da suçluların yanına yerleştiriyor ve unutuyorlardı.

Ekonomik istikrarsızlık devam ederek, günden güne bunun sonuçları dünya genelinde daha yoğun hissedilmeye başlandı. Fransa’da üç yıl süren ekonomik kaos, yerini 1789’da dörtyüz bin kişinin yanarak, vurularak ve giyotinle ölümüne yol açan ihtilale bıraktı. Ticari pazarda çökmeler ve depresyon, yüzlerce, binlerce işi dünyadan silerek kıtlığı arttırdı.

Bu dönem elbette “Sanayi Devrimi”ni de kapsıyor, ancak bu da insanlara kolaylık ve refah sağlamadı. Kalpsiz ve yok edici toplulukların artmasını sağlayarak kadın ve çocukların fabrikalar veya maden ocaklarında günde oniki saat çalışarak hayatta kalma mücadelesi vermesine neden oldu. Eğer bilginiz yetersiz ise, rezaleti kendiniz de bulabilirsiniz. 1787’de ransız işçilerin günde onaltı saate kadar çalıştırıldıkları ve halkın yüzde altmışının sadece ekmek ve suyla beslendiği belirtilmiştir. İngiltere parlamentosunun, çocukların günde on saat çalışmaları yasasını çıkarması ondokuzuncu yüzyıl ortalarında gerçekleşmişti. İnsanlar umutsuz ve kızgın halde asileşiyor ev hükümetler her yerde baskıcı bir hal alıyordu. Genel ayaklanma, işçi ayaklanmaları, koloni ayaklanmaları, çiftçi ayaklanmaları, köle ayaklanmaları… öylesine çok ayaklanma yaşandı ki, burada sıralamam mümkün değil. Tek yumurta ikizi Doğu ve Batı’da devrim çağı yaşanıyordu. Milyonlarca inasn bu nedenle hayatını kaybetti.

Her zaman olduğu gibi yöneten ve yönetilen, isyan ve baskı arasındaki ilişki yeniydi ve bu dönemin karakteristik tehlike işaretleriydi.

Bu dönemde Avrupa’da kurt ve vahşi domuz tükenmişti. Vahşi kediler 1844’te kürkü için avlanarak yok edilmiş, ticari nedenlerle dünyada yok olan ilk tür olmuştu. Kuzey Amerika’da tren yolu inşasını kolaylaştırmak amacıyla yerli halkın besin kaynakları yok edilmiş, profesyonel avcılar bizon sürülerini avlamış, tek bir yıl içinde üç milyon bizonu yok ederek 1893’te sadece bin tane kalmasına neden olmuşlardı.

Bu dönemde insanlar artık dini inançlarını korumak için savaşmıyorlardı. Hala dini inançları vardı ama teolojik tartışmalar ölümcül önemleri artık daha maddi endişelere bırakmışlardı. Dinsel anlamda teselli aramak ipin bir ucu ise, dürüst mücadele refah içinde yaşam ve çalışma koşulları, özgürlük ve bir dereceye kadar sosyal ve ekonomik iyileşme umudu bir diğer ucuydu.

Sanırım bu dönemde daha önceleri dine bağlanan umutların devrim ve politik reformlara ağlandığını söylemek hayalperestlik olmaz. Söylenebilecek her söz, hayatın berbatlığını gözardı etmek için yetersiz kalıyordu. 1843 yılında genç Karl Marx, dini, “haklın afyonu” olarak tanımlamıştı. Bir buçuk yüzyıl ötesinden bakınca gerçekten de dinin artık bu dönemde uyuşturucu olarak etkili olmadığını görmekteyiz.

Tehlike işaretleri: İS 1900-1960

Kültürümüz kazanının altında ateş yanmayı sürdürüyor ve nüfusun bir kez daha ikiye katlanması sadece altmış yıl içinde gerçekleşiyor. Artık dünyada yer alan üç milyar insanın Doğu ve Batı’da neredeyse tamamı bizim kültürümüz insanı.

Bu dönemde suyun ısısı hakkında ne söylemeliyim? Sizce artık kaynıyor mu? 1923 yılında başlayan ilk ekonomik çöküş size bir tehlike işareti gibi görünüyor mu? İki büyük Dünya Savaşı sizin için bir tehlike işareti olabilir mi? Savaşlarda altmışbeş milyon insanın bombardımanlarda öldüğünü, diğer bir yüz milyon insanın sakat kalarak kendilerini şanslı saydığını görürsünüz. Burada Antik Yunan’ın Altın Çağı’nda var olan toplam nüfus kadar insanın ölümünden söz ediyorum. Bugün Berlin, Paris, Roma, Londra, New York, Tokyo ve Hong Kong’a bir hidrojen bombası atsanız ölecek insan sayısı kadar insandan söz ediyorum.

Sanırım su sıcak bayanlar baylar. Sanırım kurbağa kaynıyor.

Tehlike işaretleri: 1960-1996

Nüfusun yeniden ikiye katlanması yalnız otuzaltı yıl içinde gerçekleşerek bizi günümüze getirdi. Bu gezegende altı milyar insan olduğumuzdan, artık kültürümüz dışı kültürlerden Doğu ve Batı’da yalnızca birkaç milyon insan hayatta.

Uzun tehlike listemize bu dönemde birkaç yeni işaret daha eklendi. Önce savaş: Savaş artık sosyal bir olayı hayatın bir parçası haline geldi. İki bin yıldır savaş korosunda yer alan tek ses haline geldi. Ama çok geçmeden suç da bu işaretlere katıldı. Suç da artık hayatımızın bir parçası, sosyal bir olay halini aldı. Sonra bir de ahlaki kirlenme var. Yine çok geçmeden bu işaretlere kölecilik eklendi . kölecilik, dünya ticaretinde sosyal bir olay halini aldı. Sonrasında başkaldırırlar var. Halk ve köleler acılarını ve öfkelerin dile getirmeye başladılar. Nüfus baskısı yoğunluk kazandığında, kıtlık ve veba sesleri kültürümüzde her yerde dile geldiler. Büyük yoksul sınıf, işçilik yaptırılmak amacıyla istismar edilmeye başlandı. Uyuşturucu, dünya ticaretinde yerini alarak köleliğe eşlik etti. İşçi sınıfı isyan başlattı. Tüm dünya ekonomisi çöktü. Küresel endüstriyel güçler dünya yönetiminde ve soy kırımında rol aldılar.

Sonra zaman bize geldi : 1960’dan günümüze.

Tehlike korosunda bizim sesimiz hangi işaretleri veriyor? Son kırk yılır su, kurbağanın etrafında kaynıyor.

Burada neye bakıyoruz? Size bir isim vereceğim ve siz bana haklı olup olmadığımı söyleyeceksiniz. Açıklamaya hazırım… kültürel çöküş. Şu an “ıstırap korosu”nda bizim söylediğimiz şarkı bu – diğerleri yerine değil, fakat diğerlerine ek olarak. Kültürümüzün acı iniltisine tek katkımız bu. Dünya tarihinde ilk kez bildiğimiz her şeyin çöküşüne feryat ediyor ve kültürümüzün başından bu yana kurulduğu sistemin çöküşünü görüyoruz.

Kurbağa öldü – ve bunun biz ve çocuklarımız için ne anlam içerdiğini tasavvur edemiyoruz. Korkuyoruz.
Bir yere ait olmayı hiç istemedim. Ya kendim olurum yada başkalarının arkamdan övgüleri ile ölmüş olurum.


Ağustos 04, 2013, 05:54:44 öö
Yanıtla #3
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 856
  • Cinsiyet: Bayan

Günümüz Türkiye'sini rahatlıkla konuya örnek gösterebilirim;

Su kaynadıkça kurbağalar sessizce ölmeye devam ediyorlar.. Buna nüfus artışı, trafik yoğunluğu ve daha pek çok gündelik- yaşamsal etkenler ve çaresizlik krizleri de eklenince kurbağaların fokurdayan bu kazanda kaynayarak ölmeleri  kaçınılmaz oluyor.

Aslına bakarsanız, ateşi harlayanların ölü olduklarını düşünüyorum; 'vicdani ölü'

Saygılarımla
Adequatio intellectus et rei


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
8 Yanıt
4705 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 16, 2008, 11:09:31 öö
Gönderen: shemuel
2 Yanıt
2892 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 16, 2013, 06:53:37 ös
Gönderen: Melina