Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Fantastik – “Yasef Bey” - 2  (Okunma sayısı 4649 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ocak 11, 2010, 10:32:01 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



Kitapta Yasef Bey’in anlattıkları burada başlıyor.



«Masonluğa girişim… Evet, bu benim için ne heyecan ve gurur verici, ne mutlu bir olaydı!

Dükkân komşum, benden yaşça hayli büyük olan Sıtkı Bey bir gün bana mason olduğunu söylemiş ve bir teklif getirmişti. “Sen, kültür alt yapın, davranışların ve ahlâkınla aramıza katılacak bir gençsin. Ne dersin? Mason olmak ister misin?” diye sormuştu.

“Ne diyebilirim ki!... Şeref duyarım ama bu konudaki bilgim pek yetersiz.” demiştim. “Beni biraz daha bilgilendirirseniz, belki o zaman bir karar verebilirim. Zannedersem hakkında hiçbir şey bilmediğim bir cemiyete gözü kapalı katılmam doğru olmaz.” diye de ilave etmiştim.

Bunun üzerine kahkahalarla gülmüştü Sıtkı Bey. Şaşırmıştım. Niçin güldüğünü sorduğumda, “Zaten gözü kapalı gireceksin.” demişti.

O gün ne demek istediğini anlamamış ama sormamıştım. Öğrenmek istediğim doğruydu ama çok sormamak gerektiğini düşünüyordum.

Sıtkı Bey, “Şimdi ben sana ne anlatsam eksik ya da yanlış olabilir. İyisi mi, ben sana bir kitapçık getireyim; önce onu oku.” demişti.

Ertesi gün de dediği gibi yapıp, bana bir kitapçık vermişti.

Eve gittiğimde oturup bir çırpıda okuyup bitirmiştim. Gerçeklerin araştırılması, bilimsel tutum, kardeşlik ve sevgiden söz ediliyordu bu kitapçıkta. Masonluğun, kişilerin birer bilge olmalarını, toplum ve insanlık yararına olmak üzere, birlik ve kardeşlik için çalışmanın amaçlandığı anlatılıyordu.

Eskiden hep merak ederdim. Halk arasında çoğu kimse Masonluğu sonradan benim de karşılaşmış olduğum gibi önce dinsizlik, sonra Siyonizme hizmet, bu arada bir karşılıklı menfaat ortamı, gizli işler döndüren karanlık bir kuruluş olarak görüyordu. Bu belki isteyip de oraya giremeyenlerin ve oradaki gizliliğin yarattığı iftiralardı.

Hâlbuki Sıtkı Bey çok iyi bir insandı. Güler yüzlü, ticaretinde dürüst, orta halli, dost canlısı, hiçbir şeyden şikâyet etmeyen, başkalarına yardım için elinden geleni yapan, bir Müslüman ile Müslüman, benim gibi bir Yahudi ile Musevi gibi olan biriydi. Ancak bunu gösteriş olarak, işinin icabı da yapmazdı. Kimseyi dininden, inancından, milliyetinden, kendisinden farklı olan siyasi meylinden ötürü kötülemezdi. Her insanı birbirine eş tutar, hürmet ederdi. Verdiği kitapçıkta da benim fikrimle uyuşan çok güzel şeyler yazılıydı.

Ertesi gün Sıtkı Beyle konuşup birkaç endişemi bertaraf etmeye çalıştım. Keşke bu kitapçığı bana hiç vermeseydi. Çünkü kitapçıktan edindiğim bilgilerle bu konuda ne kadar bilgi noksanım olduğunu daha iyi anlamıştım.

Sıtkı Bey bana Masonluğun dinsizlik ve Siyonizm ile katiyen alâkası olmadığını, politika ile uğraşmadığını, sadece insanların yarattığı dogmalara karşı olduğunu, öncelikle akıl ve hür düşünceye yer verildiğini, orada hiçbir ülkeye ve özel menfaate hizmet edilmediğini, buna benzer şüphelerimin yersizliğini büyük bir sabır ve inançla anlattı.

Madem öyleydi, niçin böyle içine kapanıktı Masonluk.

Onu da anlattı. Çalışmaların herkesle bir arada yapılmayışının bir gelenek olduğunu, bunun başka birçok cemiyette de görülebileceğini, bilgi ve düşünceleri bakımından henüz yeterli seviyeye gelmemiş, hele mutaassıp kesimden korunmak için bu yolun seçildiğini, gizli hiçbir şey yapılmadığını, esasen kuruluşlarının kanunlarımıza göre aynı zamanda resmen tescilli bir dernek olduğunu belirtti.

İş yerlerimiz, bu gibi mevzuların öyle uzun boylu görüşülmesine müsait değildi. Bu sebeple bu meseleyi bir başka gün bir başka yerde, bir akşam birlikte yemeğe çıkarak konuşmaya karar verdik.

Üç dört gün sonra bir akşam dükkânlarımızı kapattıktan sonra Boğaz’da sakin, hafif tonda klasik müzik çalınan bir lokantaya gittik. Burasını da nasıl bulmuştu acaba? Klasik müzik çalınan bir lokanta!...

Deniz kıyısında oturup rakı ve mezelerimizi söyledikten kısa bir süre sonra bize bir bey daha iştirak etti. Ufak tefek, son derece cana yakın beyefendiydi. O da masonmuş. Sıtkı Bey onu, Masonluğu kendisinden çok iyi bildiği, dolayısıyla beni daha iyi bilgilendirebileceği görüşüyle davet etmiş.

Affan Bey yurt çapında ünlü bir mimardı; yurdumuzda birçok önemli yapıta imzasını atmış olan bir kişi... Masonluğuyla gurur duyuyordu. Çok geniş bilgilere sahipti.

Hem çok şeref duydum hem mahcup oldum; işini gücünü, ailesini bırakmış, benimle uğraşmak, bana bilgi vermek için gelmişti. “Ne büyük bir fedakârlık!” diye düşünmüştüm. Ben, Yasef, sıradan bir kuyumcu, buna değer miydim?

O gece benim için unutulmaz oldu.

Sofrada bir yandan kadehlerimizi tokuştururken bir yandan da uzun uzun sohbet ettik.

En çok konuşan Affan Bey oldu. Yumuşacık bir ifadesi vardı; öyle güzel, öyle cezp edici bir tarzda anlatıyordu ki... Masonluğa gönülden bağlanmıştı. İnanıyordu. Bilim ve bilgiyi savunuyordu.

Masonlar arasında çok mimar bulunduğunu söyledi. Bunun sebebini sorduğumda, mimarlık mesleğinin Masonlukta her şey sembollerle anlatılır. “Bir mimari eserin baştan sona her unsuru Masonlukta sembolik bir değer taşır.” demişti.

Her ne sorsam hiç düşünmeden hemen cevabını veriyordu ama bazı hususlarda “Bakın, işte onu aramıza girdikten sonra öğreneceksiniz. Şimdi anlatırsam tadı kaçar.” meyanında sözler ediyordu.

Ben de bunun üzerine ikna oldum ve o gece orada Sıtkı Bey’e teklifini kabul ettiğimi, Masonluğa girmek istediğimi söyledim.

Bunun üzerine Affan Bey bana, “Bence bu konuda öyle pek acele etmeyin. Şimdi içkili kafayla karar vermeyin. Bunu yarın, öbür gün sakin olarak bir daha düşünün. Hatta bir gün büroma gelin. Bir çayımı için. Daha etraflı görüşürüz.  Hem sonra hanımefendiye de danışın.” dedi.

Dediği gibi yaptım. Birkaç gün sonra Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki bürosunda ziyaretine gittim.

Beni büyük bir yakınlıkla, sanki kırk yıllık dostmuşuz gibi karşıladı. Verdiği ilave bilgilerle yüreklendirdi. Birlikte benim için çok faydalı geçen bir sohbette bulunduk.

Bu arada sahaflara gidip Masonluk hakkında biraz daha bilgi edinebilmek için kitap aradım. Buldum da... Fakat kitaplarda yazılanlar ile gerek Sıtkı Beyin gerekse Affan Beyin anlattıklarının ilgisi alâkası yoktu. Hepsi Masonluğu kötülüyordu. Öyle ki, şayet onları tanımamış olsaydım ben de o kitaplardaki iddialara inanabilirdim. Büyük hata yapardım.

Bunu Sıtkı Beye söylediğimde, “Bak dostum, Masonluğa girmen şart değil. Girersen hem senin hem bizim için iyi olur o başka… Ancak girmeyebilirsin de... Girmesen de, her şeye hemen inanmamalısın. Önce aklını kullanmalısın. Gerçekleri öğrenmek için, madalyonun hem ön hem arka yüzüne bakmalısın; hatta kenarına bile.” demişti.

Birden Masonluğu unutup, kendi mesleki bilgilerimi düşündüm. Ben şimdi istesem, madenden ve taştan anlamayan birine düşük ayarlı altına biraz bakır karıştırıp onu yüksek ayarlı altın, bir zirkonu pırlanta diye yutturamaz mıydım?... Tersine, kötü niyetli bir meslektaşım da ihtiyacı olduğu için aile yadigârı bir kolyeyi satmak için getiren bir müşteriye üzerindeki taşların sahte olduğunu söyleyerek onu kandıramaz mıydı? Meslektaşlar hiç olmadık şekillerde hiç olmayacak laflarla birbirlerinin arkasından konuşup, birbirlerini suçlamıyor muydu? Hepimiz insanlara peşin hükümlerle davranmıyor muyduk? Hiç bilmediklerimize hep başka gözle bakıyorduk. Alâkadar olmadıklarımızı anlamıyor, sevemiyor, olmadık şeylere inanıyor ama işimize gelmeyen her şeyden de boşuna şüpheleniyorduk.

Sıtkı Beye kesin kararımı bildirdim. O ise “Peki, gereğini yapacağız. Ancak bizim de birtakım formalitelerimiz var. Bu birkaç ay hatta belki daha uzun sürebilir. Sabırlı olup biraz beklemelisin.” dedi. Beklerdim elbette. Ne acelem vardı ki? Bana teklifte bulunmuş olmasa, Masonluğa girmek belki aklımın ucundan bile geçmeyecekti.

Bir ara bana bir müracaat formu getirip doldurttu. Birkaç tane de vesikalık fotoğrafımı aldı. Sevinmiştim. Bunlar Masonluğa girmem için muamelelerin yürütülmekte olduğuna alametti.

Bir ay kadar sonra da tanımadığım birtakım kişilerin beni arayıp görüşmek isteyeceklerini, bunun usulden olduğunu, teklifte bulunmanın kifayet etmediğini, hakkımda karar verilebilmesi için beni tanımayanlar tarafından tahkikat yapılmasının gerektiğini söyledi.

Nitekim dediği gibi de oldu ama bir farkla: Sıtkı Bey üç kişinin arayacağını söylemişse de sadece iki kişi aradı.

İkisi de ayrı ayrı gelip görüştü benimle; biri işyerimde, biri evde... Nelerden hoşlanıp, nelerden hoşlanmadığımı, ailemin kökünü, tahsilimi, kuyumculuk işini nereden ve nasıl öğrendiğimi, niçin bu işi yaptığımı, ailem, ülkem ve genel olarak insanlık hakkında neler düşündüğümü, hangi kitapları okuduğumu, işimin dışında nelerle meşgul olduğumu, hobilerim olup olmadığını, dinsel inancımın detaylarını, Yahudi olmam hasebiyle dinleri nasıl değerlendirdiğimi, niçin mason olmak istediğimi, daha birçok şey sordular. Masonluğa girecek olursam orada kendi hesabıma hiçbir menfaat elde edemeyeceğimi, öyle bir niyetim varsa hayal kırıklığına uğrayacağımı, bu sebeple şimdiden vazgeçmemi, beni ikaz edercesine ve defalarca söylediler.

Masonluğa girmek için insanın tam manasıyla münevver olması gerekiyordu. Gerçi bunu hem Sıtkı Bey hem Affan Bey de söylemişti ama insanın hiç tanımadığı ağızdan duyması bir başka oluyordu.

Beni evde ziyaret eden beyefendi, sohbetimize karımın da katılmasını bilhassa rica etmişti. Etsel biraz çekinmişti ama bir şey diyememişti. Nitekim bir ara karıma dönerek, “Hanımefendi, kocanız mason olmak istiyor. Siz buna ne dersiniz?” diye sordu. Estel bunu zaten biliyordu; “Maalmemnuniye ama malûmunuz biz Yahudi’yiz. Bunun size bir zararı veya sizce bir mahzuru olmasın!” diye cevap verdi.

Bunun üzerine de bizi ziyaret eden bey, -adını söylememişti ve biz de sormamıştık- Masonlukta din, dil, ülke ve ırk ayırımı olmadığını, Masonluğun bu gibi ayırımcılıklara karşı olduğunu karıma da anlattı. O böyle samimiyetle anlatınca, Etsel de cesaretlendi ve “Beyefendi, ben de size bir şey sorabilir miyim?” dedi. “Elbette.” cevabını alınca da, “Her şeye peki ama kadınları aranıza almıyorsunuz. Neden?” diye sordu. İçimden “Eyvah!” dedim, “İşte şimdi bir çuval incir berbat olacak.”

Korktuğum gibi çıkmadı. Bizi ziyaret eden bey, toplumlarda kadın ile erkek eşitsizliğinin, bu konudaki ayırımcılığın yüzyıllardan beri devam ede gelen bir mesele olduğunu, bunun Masonluk ile doğrudan bağlantısı olmadığını, halli için çok zaman geçmesi, önce toplumların tekâmül etmesi gerektiğini, bunun da çok uzun zaman aldığını anlattı. Sonunda, “Umarım insanlık bilim ve teknikte olduğu gibi zihinsel bakımdan da gelişir ve kadınların da Masonluğa kabul edildiği bir gün gelir. Hatta beklenenden de yakında gelecektir.” diyerek, noktayı koydu.

Nitekim sonradan dediği de oldu ama aradan çok yıllar geçmesi gerekti. O zaman sormuştum Estel’e, “Sen de mason olmak ister misin?” diye. İstememişti. “Evimizin her yanı Masonluk doldu zaten. Bu sana da yeter bana da.” demişti. Sonra da eklemişti: “Fakat oğlumuz da bir gün mason olsun isterim.”

Bu görüşmelerden iki ay sonra da Sıtkı Bey gerekli işlemlerin sona erdiğini, yakında locaya kabul edileceğimi müjdeledi. Meğer hakkımda tahkikat yapan biri daha varmış. O da kuyumcuymuş. Tanımıyordum. Benimle görüşmüş ama ben farkına bile varmamışım. Bir müşteri gibi gelmiş dükkâna; nasıl pazarlık ettiğimizi, sonunda uyuşamadığımız için hiçbir şey almadan gidişini gülüşerek hatırladık. Benim müşteriye nasıl muamele ettiğimi ve dürüstlüğümü ölçmüş.

Bir namzedin Masonluğa girişinde ne gibi muameleler yapıldığını sonradan görerek ve bizzat iştirak ederek öğrendim. Önce bir teklif yapılıyor. Bu loca üyelerinin dikkatine getiriliyor. Sonra teklif edilenin talepnamesi alınıp okunuyor. Daha sonraki bir celsede de o zat hakkında yapılmış tahkikatlar üzerine verilmiş raporlar. Bunların her birinde, bir itirazı olan varsa bildirmesi isteniyor; o takdirde “üstad-ı muhterem” dediğimiz başkan ne yapılacağına karar veriyor. Böyle bir şey olmazsa, “skrüten” dediğimiz oylama yapılıyor. Bir kutuda “müspet” anlamına gelen beyaz, “menfi” demek olan kırmızı bilyeler var. Herkes sırayla birini alıp, kimseye göstermeden kutuya atıyor. En az üç kişi kırmızı oy verilirse, bu namzedin müracaatının kabul edilmediği demek oluyor. Bu muamelelerin hiçbirinde pürüz çıkmazsa, Masonluğa kabul merasimine davet ediliyor.


Yasef Bey’in o geceki zihinsel iletişimde anlattıkları üzerine sonradan biraz araştırma yaptım.

Gördüm ki, ben Masonluk adlı bu kurumun dünyanın her yerinde tıpatıp aynı olduğunu sanırken meğer yanılıyormuşum. Mason locaları her ülkede birbirine pek benzer ama birbiriyle tıpatıp aynı olmayan bir şekilde örgütleniyormuş ve yaptıkları çalışmalar arasında da farklar varmış. Kimisi Masonluğu tümüyle dinsel nitelikli bir kurum olarak görürken, kimisi dinlerin tümünden bağımsız tutuyormuş. Bu yüzden aralarında anlaşmazlıklar, ayrılıklar doğmuş; aynı ülkede bile birbirinden farklı tutumda mason örgütleri oluşmuş. Bu durum yurdumuzda da geçerliymiş. Üstelik zaman içinde bazılarının gerek çalışma yöntemi gerekse ritüelleri değişmiş.

Dolayısıyla Yasef Bey’in anlattıkları ancak kendi üyesi olduğu loca ve biraz da bundan çok yıllar öncesi için geçerli oluyordu.

O geceki zihinsel iletişimimizde Yasef Bey’in anlattıklarına yine döneceğim. Ancak önce belirtmek istediğim bir nokta daha var:

Belki daha önce de söylemiştim; siz bunları okurken, bu görüşmeler size çok uzun bir zaman içinde gerçekleşmiş gibi gelebilir. Oysa bunların süresi, bizim bedensel yaşama ortamımızdaki zaman kavramıyla ölçüldüğünde çok kısa... Bu, insanın rüyasında gördüğü bir olayın çok uzun sürdüğünü sanması, oysa aslında çok kısa hatta belki topu topu birkaç saniye sürmesine benziyor. Zaman kavramı göreli, yani izafi. Yolun gerçek uzunluğu, yolcunun hissettiği gibi; hele o yolculuk sırasında görülen bir manzaranın belleğe taşınması ancak fotoğrafının çekilmesi kadar kısa bir süre… Ancak bunun yazıya dökümü ve okunması, hele o manzaranın betimlenmesi, dünyevi düzene göre zaman alıcı oluyor.


Yazar bu noktada durmuş ve bir ara vermiş. Ardından “Nasıl mason Oldum?” başlığı altında devam etmiş. Ben de ona uyuyorum.


« Son Düzenleme: Aralık 09, 2010, 03:06:26 ös Gönderen: dogudan »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Ocak 11, 2010, 12:33:26 ös
Yanıtla #1
  • Ziyaretçi

estel  ,hanımın kendisi yerine oğlununa işaret etmesi  tam anaodolu kadını tavrı,


Ocak 11, 2010, 10:09:17 ös
Yanıtla #2
  • Ziyaretçi

Roma kadını ,Osmanlı- Anadolu kadını , Cumhuriyet kadını birbirinin yerine geçmiş...En şanslısı Cumhuriyet kadını...Ama neden hep İran kadını olmaya özenir ? Neden toplumun vicdanını kara çarşafın altına saklamaya çalışır ? Neden vücudundan , etinden , kendinden utanır ?  Belki de kendi hakları eline hazır verildiğinden değerini bilmez...:)


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
0 Yanıt
4233 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 10, 2010, 06:27:57 ös
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
5741 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 12, 2010, 10:14:29 öö
Gönderen: ADAM
7 Yanıt
14627 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 13, 2010, 02:58:27 ös
Gönderen: alcyone
0 Yanıt
3887 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 13, 2010, 10:53:23 öö
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
4431 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 14, 2010, 11:42:36 öö
Gönderen: ceycet
1 Yanıt
4658 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 04, 2011, 04:01:14 ös
Gönderen: Mustafa Kemal
0 Yanıt
3861 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 15, 2010, 02:13:53 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
4293 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 16, 2010, 09:44:04 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3673 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 02, 2010, 02:30:04 ös
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
4341 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 10, 2017, 02:16:11 öö
Gönderen: Tık-Tik-Tak