Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: İşrakiye Mektebi (İlluminisme)  (Okunma sayısı 2346 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ekim 29, 2010, 04:21:40 ös
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

Ey her şeye kıvam verip kendi kıvamında
hiçbir şeye muhtaç olmayan zat !
bizi nur ile destekle,           
nur üzere sabit kıl ve  nura  yönelt….

Platon’dan sonra İskenderiye’de Plotinos tarafından başlatılan yeni Eflatuncu akımla büyük benzerlik gösteren İşrakilik (işrak, nurlanma,nur felsefesi), ilk temsilcisi Şahabeddin Sühreverdi tarafından ortaya konulmuştur.

Şahabeddin Sühreverdi kısa süren hayatına rağmen etkisi oldukça derin yankılar uyandıran bir düşünceyi bizlere miras bırakmıştır. Felsefe tarihçileri tarafından İslam felsefesinin Eflatuncuları olarak da anılan İşrakiyenin temelinde eski İran (Zerdüşt) ve eski Mısır etkilerine de şahit olmaktayız.

İşrakiye mektebinin öncüsü Şahabeddin Sühreverdi, 1155 yılında Sühreverd’ de
soylu bir ailenin içinde yüksek bir bilimsel çevrede dünyaya geldi. Çocukluğunu düşünür ve bilgin kişiler arasında geçirdi ve ilk eğitimini ailesinin yanında tamamladı. Sühreverdi’nin, daha genç yaşta, yüksek felsefi bilgilerle dolu, derin bir aşk ve istiğrak, coşkulu ve asi bir sufi heyecanı ile ortaya çıkmasında, üstün zekasının ve ilk devirde aldığı bu derin ruhi eğitimin büyük etkileri olmuştur ve onu manevi seyahatinde bizlere yeni ufuklar açacak yerlere taşımıştır.

Anadolu Selçukluları zamanında hayatını tamamı ile Anadolu’da geçiren ve Türk olduğunda ittifak edilen Sühreverdi, daha çocuk yaşındayken Anadolu’ya geldi. Harput, Diyarbakır, Konya ve Sivas’ta yaşadı, dönemin Selçuklu hükümdarlarının itibarını kazandı.

Sühreverdi daha genç yaşındayken felsefe ve fıkıh usulüne geniş zaman ayırdı. Bu iki bilimde çevresindekilere üstün olacak bir derecede başarı sağladı.Tükenmek bilmeyen enerjisi onu yeni arayışlara sevk etti. Sufi olarak tanınan kimselerle sohbet etmek arzusu, ona  büyük mutasavvıflarla görüşmek fırsatını getirdi, onlardan hayli istifade etti. Artık kendinde yeni bir ufkun açıldığını görmeye başladı, riyazete daldı,halvete çekildi ve düşünmeye koyuldu. İşte Sühreverdi’nin gelecekte bizlere de önerdiği yöntemi “mükâşefe”
Yani “keşf” ile tanışması ve mükaşefe gücü bu andan itibaren başladı ve artık Sühreverdi başka bir alemin adamıdır...

Sühreverdi, Doğu kaynaklarından Zerdüşt dinini de araştırmış ve felsefesinin temelini oluşturan nur ve zulmet kavramlarını, Zerdüşt’ün Zend-Avesta’sından almıştır.  Sühreverdi, Zerdüşt’ü hakikate vakıf filozofların ileri gelenlerinden saymaktadır ancak Zerdüşt dininde kabul edildiği gibi nur ve zulmeti iki ayrı varlık olarak görmemektedir. Zira zulmet nura aşıktır, zulmet nura yükseldikçe yoğunluğundan kurtulur ve bu geçişlilik Sühreverdi’ye göre varlık birliğinin temelini oluşturmaktadır. Dolayısı ile iki ayrı varlıktan söz edilemez, söz konusu ayrılığın, nur ve zulmet çatışmasının, Zerdüşt’ün değil, takipçilerinin anlayışı olabileceğini savunur.

Sühreverdi felsefesinde temel hareket ilkesi mükaşefe yöntemidir.
Onun dilinde mükaşefe çoğu kez zevk felsefesi ( felsefe-i zevkiyye ) deyimi ile ifade edilmektedir.Bir anlamda yaşama, deneyimleme felsefesi diye de adlandırılan bu felsefenin karşısında felsefe-i bahsiye yer almaktadır. Her iki felsefeyi daha iyi anlamak için karşılaştırmalı olarak bakacak olursak; meşşailik – kelamcılık – işrakilik ve sufilik kıyaslamasında;

Meşşailer’e göre biricik yol, nazar(teori) ve istidlâldir( çıkarsama ). Akıl mutlaktır ve “biz her şeyi akılla biliriz” derler ve bu akıl yürütmede de meşşailer naslar karşısında hür ve serbesttir. Sühreverdi meşşailere karşı; “Sizin nazar ve istidlâliniz eşyanın vasıflarını saymaktan başka bir şey değildir, cismin ne olduğunu bile bilmiyorsunuz, onun mahiyetini anlatacağız derken yalnızca niteliklerini sayıyorsunuz, yaptığınız sözü söz ile açıklamaktır. Halbuki hakikat söze sığmaz.” der.

Kelamcılar ise yine merkeze akıl yürütmeyi koyarlar, fakat bunu naslar temelinde yaparlar ve nasları gerçeği kavramada delil olarak kullanırlar.

İşrakiler, gerçeği kavramanın keşf ve ilham ile mümkün olabileceğini, ancak bununla hakikatin özünden yakalanabileceğini savunurlar. Bu kavrayışlarında da naslar karşısında hür ve serbesttirler.

Sufiler de temelde keşf ve ilham ile yol alınabileceğini savunurlar fakat bu yöntemin naslara bağlı kalarak, naslar ışığında olabileceğinde ittifak ederler.

Bu mukayeseli anlatımdan sonra, işraki düşüncesinde  öne çıkan ve Şahabeddin Sühreverdi’nin kendi yaşamında da benimsediği, tavsiye ettiği, mükaşefe yöntemidir ki ona göre bu yöntemle elde edilen bilgi hakiki bilgidir. Ona göre bütün düşünceler mükaşefeye dayanır.

Mükâşefe bir anlamda içgüdü ile beslenen zekanın faaliyeti gibidir.

Sühreverdi’ye göre keşf yolu, insanın zulmetten nura yükselmesini temin eder. İnsan, nefsini terbiye etmek suretiyle bu mertebeleri geçer ve alelâde insanların ulaşamayacakları yüksek ruhi kuvvetler kazanır. Kalplerinde son derece şeffaflık hasıl olur. Tabiat ve ruh hadiselerine, mana alemine vasıtasız ve nazarsız nüfuz etmek imkanı kazanırlar. Bu suretle, yalnız peygamberler değil, ilahi bir kuvvet kazanan her ruh mana alemi ile temasa gelir, oradan sesler işitir ve hakikatler görür, bu müstesna insanlar yüksek bir cezbe neticesinde “ işrak” a sahip olurlar, bu işrak  Allah’ın nuru ile meydana gelir. Keşfe ulaşmış bir kişide, göz her zamanki halinden daha nüfuzlu ve daha derin görür. Bilgi hasıl olduğu zaman, bu bilgi kelimelerle ifade edilemez, kudret hasıl olduğu zaman, bu insan gücünün üstünde bir kuvvet olur. İşrak sahibinin emri, unsurlara ve hadiselere hükmeder, mucizeler ve kerametler bu suretle meydana gelir.

Sühreverdi, Hikmet-ül işrak kitabında da bu konu ile ilgili şunları söyler :”İnsan hayvanî varlığına ait işlerden kurtuldukça tahayyül işlerinden de kurtulur. Bu suretle nur alemi ile temasa başlar. Sadık rüyalar, işraki görüşler (vision) ile başka gözler ve başka kulaklar için mutlak olarak kapalı olan hakikatler ona açılır. Eşyanın sırrına nüfuz etmeye muvaffak olur. Mazi ve istikbalde olmuş ve olacak şeyler bu suretle apaçık bilinebilir.”

Felsefesinin temeli olan nur metafiziğine bakacak olursak;
Sühreverdi nuru bir nesnenin hakikati olarak değerlendirir. Ona göre nur, kendisi açık ve belirgin olan, kendisi ile başkalarını açığa çıkartan ve belirginleştiren dolayısıyla da tanımdan da istisna(müstağni) olandır. Varolan her şeyin nur ile karanlık arasında yer işgal ettiğini ve bu ikisi arasında derecelenme olduğunu düşünür, bunu da nur ve zulmet olarak ifade eder.
Nuru zengin, zulmeti ise yoksul sözcüğü ile niteler. Ona göre zenginlik, bir varlığın özünü ve yetkinliğini kendinden alması, yoksulluk ise başkasından alması demektir. Zengin sözcüğü her yönü ile zorunlu olan varlığı, yoksul sözcüğü ise imkân alanında olan mümkün varlığı karşılamak üzere kullanılmaktadır.

Şu halde zengin olan nur, her yönü ile zorunlu, kendinde aşikar, kendisi ile başka şeyleri aşikar eden bir varlık olarak anlaşılmaktadır. Sühreverdi için karanlık, varolan bir şey veya bir öz değil, nur yokluğunu ifade eder, yani karanlık, nur yokluğundan başla bir şey değildir.
Sühreverdi, nuru hakikati bakımından iki ayrı nitelikte; geçici nur ve soyut nur diye ikiye ayırır.

Geçici nur( arız); hakikati bakımından nurdur, fakat başkasında heyet olarak bulunur. Burada  heyet olarak bulunma ifadesi üzerinde duracak olursak; örneğin,fildişine yayılmış olan beyazlık onda bir heyettir ve ona tamamen yerleşiktir, yani beyazlığı fildişinden ayıramayız. Oysa bir bardaktaki su böyle değildir, bulunduğu mahalden ayrıldığı zaman da varlığını muhafaza eder.

Heyet mutlaka bir mahale ihtiyaç duyar,varlığını kendi başına devam ettiremez, şayet devam ettirebilseydi heyetten değil cevherden söz etmiş olurduk.

O halde; geçici nur bir yere yayılan ve tamamı ile ona yerleşen bir şeydir, varlığını o yerle birlikte devam ettirir ve başkasına intikâl edemez.

Nur, cisimleri cisim olarak açık ve belirgin kılandır, nur olmadığı vakit diğer şeyler yoktur.
Cisim geçici nurun taşıyıcısıdır.

Soyut Nur ; kendindeki hakikati bakımından nur olan ve başkasında heyet olmayan her şey salt nurdur. Soyut nur duyu ile gösterilemez, bir cisme yerleşmez ve asla bir yönü olmaz ve o kendisinin farkındadır, dolayısı ile kendini kavrayan (müdrik) her şey soyut nurdur..
Sühreverdi cisim ve heyeti açıklarken sözü soyut nurun varlığına getirmiş, onların varlığı için soyut nuru gerekli görmüştür. Cisim ve heyetler özleri bakımından yoksul olduklarından onları açık ve belirgin kılacak bir sebebe yani nura ihtiyaç duyarlar. Bu nura işaret edilebiliyorsa geçici nur, şayet işaret edilemiyorsa soyut nur denir.

Demek ki, kendiliğinden ve kendisi için nur olan her şey soyut nur olmak durumundadır. Oysa geçici nur kendinden nur olsa bile kendisi için değil başkası için nur oluyor görünmektedir. Cisim kendi özünde belirgin olmadığı gibi kendiliğinden belirgin bir şey de değildir.Hayat ise bir şeyin kendine açık ve belirgin olmasıdır. Bu takdirde diri (hayy) olan bir şey hem kavrayıcı (derrak) hem de etkin (faal) demektir. Nur özü kendisine belirmiş olduğu için kendinden habersiz olamaz, bilakis o kendinden haberdardır. Kendini kavrayan her şey soyut nur olmak durumundadır. Demek ki soyut nur hayatın birinci özelliği olan kavrayışa sahip görünüyor.

Hayatın ikinci özelliği olan etkinliğe (faal) gelince, bunun nur için sabit olduğu bellidir. Çünkü nur özce akıp taşan (feyyaz) bir şey olarak görünür.Bundan dolayı etkinlik, özünün gerektirdiği bir niteliktir. Şu halde soyut nur diridir ve diri olan her şey de soyut nurdur.Şayet cisim kendini kavrasaydı o da kendisi için nur olur, cisim olmazdı.

Nurların İlkesi Nurlar Nuru ; Kendi kendine kaim olan nurların, geçici nurların, cisimli cevherlerin ve heyetlerin ötesinde bir başka nurun bulunmadığı bir nurda sona ermesi gerekir. İşte o nurlar nurudur. Kuşatıcı (muhit) nurdur, devamlı var  olan (kayyum) nurdur, tertemiz (mukaddes) nurdur, en büyük ve en yüce nurdur, her şeye hakim olan (kahhar) nurdur ve bu nur mutlak olarak zengin görülmektedir. Yani özünde veya yetkinliğinde başkasına muhtaç değildir, onun ötesinde de başka bir şey yoktur. Bu nur olarak nurdur.     
Sühreverdi, tek bir soyut nuru mutlak anlamda zengin görüyor, diğer soyut nurları da yoksul olarak düşünüyor. Zengin nur bütün nurların nurudur, hepsini kuşatır, devamlıdır, maddi değildir, varlığı ve yetkinliği sadece kendisine dayanır. Diğerleri  ise varlıklarını ve yetkinliklerini ondan alır, bu yüzden onlar yoksul olarak değerlendirilir.

Sühreverdi, mutlak zengin diye nitelendirdiği ilk şeyi nur metafiziğine uygun olarak nurlar nuru diye adlandırmıştır.

Zengin soyut nur birdir ve o nurlar nurudur, onun dışındakiler ona muhtaçtır ve varlıklarını ondan alır. Onun benzeri ve ortağı yoktur, o her şeye hakimdir, hiçbir şey ona hakim olamaz ve ona karşı koyamaz. Her güç ve üstünlük ondan alınır. Onun hakkında yokluk da mümkün değildir, çünkü onun yokluğu mümkün olsaydı varoluşu mümkün olur ve gerçekleşmesi kendiliğinden değil, bir seçici (müreccih) ile olurdu.Bu durumda o gerçekten zengin olmaz, mutlak bir zengine ihtiyaç duyardı. Muhtaç olunan bu nur da nurlar nurundan başkası değildir. O hiçbir şart gözetilmeden biriciktir (vahdani), onun için bir şart olmadığı gibi zıddı ve yok edicisi de yoktur, o devamlıdır, kayyumdur. Hiçbir heyet ona bitişmediği gibi hiçbir şekilde onun sıfatı da yoktur.

Sühreverdi, bu konuları tafsilatlı olarak “ Hikmet-ül İşrak “  adlı eserinde açıklamıştır. Varlık düzeninde nurlar nurundan türeyen ilk nur, nurların çoğalma keyfiyeti, nurların sayısı ve tabakaları, nurlar fiilinin keyfiyeti, söz konusu kitapta bu başlıklar altında açıklanmaktadır.

Sühreverdi’nin İnsan Tasavvuru :
Nefsin mahiyeti ve tanımı : İnsan nefsi soyut nurlardan bir nurdur.Yukarıda soyut nur ile ilgili yaptığımız açıklamayı  hatırlayacak olursak, soyut nurun bu özellikleri  nefse delalet etmektedir. Soyut nur kendinden ve kendini kavramaktan asla uzak kalamaz, yani kendine gaib değildir. Çünkü kendini kavramak herhangi bir biçimle (suret) veya başka bir şeyle olmaz. İnsan kendini kavramak için sadece ve sadece kendine muhtaçtır. Kendimizi kavramanın olduğu gibi gerçekleşmesi kendimizin ve kendimize ait bir ögenin kendimizden asla uzak olmaması gerekir. Bir başka deyişle, insan kendini kavrarken kendinden olan hiçbir şey ondan ayrı ve uzak kalamaz, bu yüzden beyin, ciğer ve kalp gibi kendilerinden uzak olduğumuz ve kendimizin kavranmasına dahil olmayan bu şeyler insanın kendisi değildir.
Onlar insanın kavrayan (müdrik) yönü değildir, bu da demektir ki insanın kendisi ve kavrayan yönü cismani bir organ veya durum değildir. Şayet böyle olsaydı onlar kendimizden uzaklaşmaz kendimizin muhtevasına dahil olurdu. Çünkü insan devamlı olarak bir öz bilince
(şuur) sahiptir. Oysa onlar bu öz bilinçte asla yer almazlar.

Sühreverdi “şayet araştıracak olursan seni sen yapan şeyi, sadece ve sadece kendini kavrayan bir şey olarak bulursun ki o senin benliğindir” der. Şu halde kendini ve benliğini kavrayan her şey bu noktada birdir, diğer taraftan kendini kavrayan olmak (müdrikiyye), nefsin bir niteliği ve eki olmadığı gibi benliğin bir öğesi de değildir. Sühreverdi, öz bilincin öze ilave bir şey olmadığı, hatta onun özün ta kendisi olduğunu belirtiyor. Özün kavranması bir organla olmadığı gibi, muhtevasında bedensel bir şey de yoktur. Zira bedensel organlar unutulurken, öz bilincin devamlı olduğu anlaşılmaktadır.

Sühreverdi, insan nefsini ifade ederken “ soyut nur”, “salt nur” terimlerini kullanmakta ve ona işaret edilemeyeceğini belirtmektedir. Zira nurun, duyu ile görülen türü vardır ki, ona “ arız nur” denir. İşaret edilen nesneler, cisim olsun heyet olsun arız nur olsun, özleri bakımından yoksul oldukları için soyut nura ihtiyaç duyar. Bu yüzden soyut nur duyusal işaretin vaki olmadığı bir nur olarak görülür. Onun nurluğu arız nur gibi başkası için değil kendisi içindir. Bu yüzden kendisi için nur olan ve işaret ile gösterilemeyen her nur soyuttur. Şu halde soyut nurdan ibaret olan insan nefsi cisim ve heyet değil kendisi için nurdur. Bu yüzden özü kendisine belirgindir. Yani kendini aydınlatır, kavrar. Öz ile öz bilinç arasında ne ayrılık ne de öncelik vardır. Soyut nur özü bakımından akıp taşan bir şey olduğu için etkinlik halinde bulunur.

İnsan nefsi cisim olmayan bir cevherdir, cismin tabiatına giren bir şey değildir. Cisimde tasarrufta bulunmakta onun özelliklerinden biridir, o madde olmayan bir cevherdir, madde değildir, cismi hareket ettirmek ve nesneleri kavramak onun özelliğindendir.

Sühreverdi, özü ve işlevi bakımından düşünen (natık) nefsi şöyle tanımlar ;“düşünen nefis bir cevherdir, cisim değildir, düşünülürleri kavramak ve cisimlere tasarrufta bulunmak onun özelliğindendir. O yüce Allah’ın nurlarından bir nurdur, bir yerde olmaksızın varlığı devam eder.”

Sühreverdi “Hikmet-ül İşrak” adlı eserinde nefs ile ilgili bu açıklamalarının ardından nefsin soyutluğuna ilişkin kanıtlar sunar ve bunları iç gözlem, algılama ve düşünce, dış gözlem başlıkları altında detaylandırır.

Sühreverdi, kısa süren hayatında 50’ye yakın eser bırakmıştır ve bu eserlerden yukarıda bahsettiğimiz  Hikmet-ül İşrak  adlı eseri, kendisinin de en kâmil olarak nitelendirdiği eseridir. Devrin siyasi yapısına  ve İslam anlayışına çok sert gelen ifadelerinden dolayı hakkında yapılan  ciddi suçlamalar Şahabettin’in hayatına mal olacak şekilde sonuçlanmıştır. Devrin hükümdarı Selahhaddin Eyyubi’nin emriyle Şam’da cezası infaz edilerek rivayetlere göre 33 ya da 38 yaşındayken hayatına son verilmiştir. Ardından onun fikirleri işrakilik felsefesi altında en yakın yol arkadaşı Şehrezuri ve İbn Tüfeyl tarafından sürdürülmüştür. Daha sonra ise Muhyiddin Arabi ve Vahdet-el vücud ekolüne de derin ilham kaynağı olduğu bilinmektedir.

Hazırlayanın Notu :
İşrakilik ve Şahabeddin Sühreverdi, böyle kısa bir metinle anlatılmayacak kadar zengin bir felsefi derinliğe sahiptir. Dolayısı ile bu metin dimağımızda az da olsa bir sezgi oluşturmayı hedeflemektedir. Derin tefekkürümüz (mükâşefemiz) hakikatin kapılarını zorlayarak bizi bambaşka alemlere götürecektir.

Tefekkürünüz daim olsun…

Alıntı
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo