Kudüs’e gelip, tapınağın yapımında çalışmaya başlamamızla birlikte, önceki günlük işlerimizin birçoğu, en azında organizasyon ve çalışma tarzı bakamından ister istemez değişmişti.
Ancak değişmeyenler de vardı. Bunlardan biri de gerek kalfaların gerekse çırakların eğitimiydi. Bu meslekte bir gün ustalığa yükselmek isteyen her kalfa iyi ve sıkı çalışmalı, üzerine düşenleri hiç aksatmadan eksiksiz yerine getirmeliydi.
Buradaki çalışma ve yaşam koşulları, bulunmuş olduğumuz diğer birçok yere oranla daha zor sayılırdı. Üstelik tapınağı bir an önce bitirilebilmek için zamana karşı yarışıyor gibiydik. İşin ağırlığına dayanamayıp gidenler oluyordu. Çekip gidenlerin yerine yenileri bulunup alınıncaya ve yeni gelenler de işe alışıncaya kadar daha çok çalışmak zorunda kalıyorduk. Nitekim bizim grubumuzdaki kalfalardan ayrılanlar da oldu. Zamanı geldi, çıraklarımızdan kimisini, elbette bilgi, yetenek ve gelişimleri göz önünde tutularak ustamızın vermiş olduğu karar üzerine kalfalığa geçirdik.
Bu arada Selek de ustalığa yükseltildi ama bizden kopmayarak bulunduğumuz yerde bir küçük grup kurarak çalışmayı sürdürdü. Ancak yükseldi diye ustamız Akizar’a saygıda hiçbir zaman kusur etmedi.
Nitekim ben de üzerime düşenleri gerektiğince yerine getirmiş olsam gerek ki, Kudüs’e geldikten birkaç yıl sonra ustalığa yükseltildim.
Bunun için de bir tür tören diyebileceğim bir toplantı düzenlenmişti. Ancak bu, kalfalığa geçirildiğim zamanki gibi kalabalık değildi. Belki bunda Kudüs’teki koşulların hayli değişik oluşunun da etkisi vardı. Ustam Akizar ile birlikte yedi usta Diyonisos Zanaatçısı bulunmuştu o toplantıda. Elbette biri de Selek’ti ama diğerlerini de gayet iyi tanıyordum.
Yapılan işlem bir bakıma aşağı yukarı kalfalığa geçişimdeki gibiydi. Ancak bu kez çıraklığımdan başlayarak bu topluluktaki tüm gelmişimi geçmişimi özetledi ustam. Sadece daha az övgü sıraladı; daha çok bir duvarı hangi yöntemle örüp yükselttiğimi anlattı. Bu arada ben bir de alet icat etmiştim; hamallara daha az iş düşsün ve zaman kazanılsın diye. Yontulmuş taşları yukarıya çıkarmak için “kaldıraç” adını koyduğum bir gereç yapmıştım. Taşı iki yanından güzelce sıkıştıran bir düzeneğe bağlıyor ve bir tekerlek üzerinden dolandırılmış halatla yukarıya çekiyorduk. Ustam bunu diğer ustalara da gösterdi ve nasıl işlettiğimi bana anlattırdı. Sonra tüm ustalara şimdi artık benim de ustalığa yükseltilmem bakımından bir itirazı olup olmadığını sordu; topluca değil, her birine teker teker.
Bu kez bir diğer farklılık: Hiç kimse sus pus kalmadı. Önce Selek, sonra diğer beş usta, -burada adlarını sayabilirdim ama her biri yaşam öykümüm sonraki aşamalarında yer aldığı için zaten belirteceğim- itiraz şöyle dursun, kendilerince de benim niçin ustalığa yükseltilmem gerektiğini belirttiler. İşin ilginç yanı, hiçbiri icat edip “kaldıraç” adını takmış olduğum o aleti bir gerekçe olarak göstermedi; sadece kişiliğimden söz ettiler.
Bir diğer farklılık: Tüm bunlardan sonra ustam Akizar bana dönüp, usta olmak isteyip istemediğimi sordu.
Şaşırmıştım. Ne demek oluyordu ki şimdi bu?... Elbette istiyordum. Bu topluluğa girdiğimden beri en çok bunu istiyor, bugünü sabırla bekliyordum. O da biliyordu bunu Selek de, ama diğerleri için soruyordu belki.
Öyle değilmiş meğer.
Ben kısaca «Evet!» diye yanıt verince, ustam Akizar beni uyardı: «Yoapert, tamam, usta olmak istediğini biliyoruz ama belki sen bunu ertelemeyi yeğlersin. Onun için bu yanıtını şimdilik geçersiz sayıyorum. Önce sana usta olduğun zaman ne gibi ek yükümlülükler altına gireceğini söyleyeceğim. Bunları sen zaten biliyorsun ama şu anki heyecanınla belki aklına gelmeyenler, ustalık ile doğrudan bağdaştırmadıkların vardır. Şimdi ben sana onları anımsatayım, sonra sen kesin kararını vererek bize bildirirsin.» dedi.
Endişelenmiştim. Acaba ne diyecek, nelerden söz edecekti? Bir ustanın bir kalfaya oranla dikkat etmesi, gözetmesi gereken daha birçok şey olduğunu biliyordum. Onları mı sayacaktı? Yoksa bilmediğim başka şeyler mi vardı?
Beklediğim gibi çıkmadı. Şöyle sorular yöneltti bana:
«Herkes gibi sen de mutlu olmak istersin. Ancak mutluluğu öncelikle varsa kötü tutkularından arınmakta aramalısın. Buna ne dersin?»
Bu zor bir işti. İnsanın kendi içine dönmesini gerektirirdi. Beceremeyebilirdim. Fakat yapmaya çalışabilirdim. O nedenli «Bunu yapacağıma değil ama yapmaya çalışacağımı söyleyebilirim.» dedim.
Ustam gülümsedi. Devam etti.
«Bilirsin ki dostluğun değeri, çalışmada ve sevinçte olduğundan çok üzüntülü ve yaslı günlerde belli olur. İşte öyle günlerde, tüm kardeşlerinin yanında olarak onlara elinden geldiğince destek verecek misin?»
Birden o güne kadar pek da farkına varmamış olduğum bir gerçeği kavradım. Ustam Akizar hep öyle yapardı. Grubumuzdaki hiçbir kardeşi, sıkıntılı ve dertli günlerinde yalnız bırakmamıştı. Hatta başkalarına da koşardı. Demek bir ustanın bir yükümlülüğü de buydu işte; zorunluluk değil ama yükümlülük. Elbette, ben de öyle yapmalıydım. Bunu tüm içtenliğimle yerine getireceğimi söylemekten çekinmedim.
«Yoapert, biraz düşünürsen şunu açıkça görürsün ki, bizim yararlandıklarımız ve mutluluklarımız bizden önce bu dünyaya gelip gitmiş olanların bize bırakmış olduklarından ileri geliyor.» dedi. Bir an için durdu ve sordu: «Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Onlara olan borcunu ödeyecek misin? Ödeyeceksen nasıl ödeyeceksin?»
«Doğru. Bizden önce bu dünyaya gelip gitmiş ve yararlanmamız için bize çok şey bırakmış olanlara borçluyuz. Ancak onlara borcumuzu istesek de ödeyemeyiz. Onlar bizden bunu istemedi ve istemiyor fakat ödemek zorundayız. Bunun için de bence yapabileceğimiz tek bir şey var. Bizden öncekilerin yaptığı gibi biz de bizden sonrakilere olumlu ve yararlı yapıtlar bırakmalıyız.» dedim.
Ustam yine gülümsedi. «İyi, güzel dersin ama bunu nasıl yapmayı düşünüyorsun?» diye sordu.
«Yaşam süremiz kısa; gücümüz de sınırlı. Hiç durmadan çalışalım.» diye yanıt verdim.
Ustam, «Bu dediklerin de çok güzel. Ancak bununla yetinmemelisin. İnsanlığın iyiliği için elinden geleni hiçbir zaman esirgememelisin. Özveri göstermelisin. Bilincini daha da geliştirip, duygularını daha yüceltmeli, kalfa ve çıraklarına örnek olmalısın. Tüm kardeşlerinin onurunu kendi onurum gibi savunmalısın.» dedi.
O yapardı. Ben de yapabilirdim. Yapmalıydım.
Ustam bunları yerine getireceğime ilişkin benden söz vermemi istememiş, sadece Neler yapmam gerektiğini söylemişti. Ben ise bir adım ileri atarak tüm bunları da elimden geldiğince yapacağıma söz verdim.
Ustam, «Elbette Yaopert kardeşim, senden zaten bu beklenirdi.» dedikten sonra önceki sorusunu yineledi. «Şimdi söyle bize. Usta olmak istiyor musun?»
Usta olmak, bir bakıma kalfa olmaktan zordu. Bu zorluğa içtenlikle katlanabilirdim. «Evet!» dedim.
O zaman ustam yanıma geldi. Sokuldu. Alçak sesle, «Şimdi sana ustalara özgü parolayı söyleyeceğim. Dikkat et. Ben söyleyince sen de aynısını bana geri söyle ki, doğru öğrendiğini bileyim.» dedi.
Kulağıma eğildi. Tek bir sözcük fısıldadı.
Afalladım. Ustalara özgü, gerektiğinde kendilerinin usta olduğunu kanıtlamaya yarayacak olan parola bu fısıltıyla söylediği sözcük müydü?... Nasıl olurdu ki?... Bu sözcüğü herkes zaten bilir, güncel yaşamında sık sık kullanırdı. Acaba yanlış mı duymuştum?
Anlaması zor değildi.
Ben de ustamın yaptığı gibi onun kulağına eğilip, o sözcüğü fısıldadım.
Ustam, başıyla onay işareti verdi, “Evet! Doğru! Tamam!” der gibi. Bunun niçin böyle anlamlı olmasına anlamlı ama sıradan diyebileceğim ölçüde basit bir sözcük olduğunu düşünmeme de, bunu sormama da fırsat vermedi. O anki şaşkınlığımı geçin bir kalem, sonra öyle olması gerektiğini kavradım zaten. «Şimdi git artık usta olduğunu kanıtla.» dedi.
Nasıl yani?
Ustamın yüzüne baktım. Bu kez gülümsemiyor, hiç renk vermiyor, put gibi duruyordu.
Gidip kanıtlamamı söylemişti. Bir yere gidip orada bir şey yapmam gerekiyordu ama nereye gidecektim ve orası gitmem gereken doğru yerse orada ne yapacaktım?
Hiç kuşku yok, kafamı çalıştırmam, bunu kendi başıma bulmam gerekiyordu.
Bir Diyonisos Zanaatçısı usta olduğunu nasıl kanıtlardı?
Parolasıyla.
Ustalara özgü parola, gerektiğinde kime söylenirdi?
Ustalara.
Kalfalara, çıraklara ya da başkalarına söylenemez miydi?
Dediğim gibi, bu öylesine basit ve güncel dilde sık sık kullanılan bir sözcüktü ki, elbette herkese söylenebilirdi. Herkese söylenebilirdi ama o herkes bunun niçin söylenmiş olduğunu anlamaz, boş verip geçerdi. Oysa usta olduğu bilinen birinin kulağına fısıldanarak söylenirse?...
Nereye gitmem, ne yapmam gerektiğini bulmuştum.
Ustalar karşımda duruyordu. Dosdoğru önce Selek’e gittim. Kulağına eğilip, sözcüğü fısıldadım. O da bana aynı şekilde karşılık verdi. Sonra bu kulaktan kulağa sözcük alış verişini diğer ustalarla da yaptım.
Biter bitmez, tüm ustalar hep bir ağızdan «Yoapert kardeşimizin usta olduğu kanıtlanmıştır.» diye seslendi.
Sonra da her biri bana başarılar diledi.
Akizar Usta, «Sanırım artık hepimiz işlerimizin başına dönebiliriz.» dedi. Dağılırken, «Yoapert kardeşim, artık usta olduğuna göre şimdi yapmak gereken ilk işi de biliyorsun sanırım.» diye anımsatmada bulundu.
Biliyordum. O benim ustamdı. Yaşamımız boyunca da hep ustam olarak kalacaktı. Ancak şimdi ben de usta olmuştum ve kendi grubumu kurmam gerekiyordu.
Akizar Usta, her zaman olduğu gibi bu kez de ne düşündüğümü fark etmişti. Bana, önceki grubumdan yani onun grubundan benimle çalışmaya istekli olan kalfalardan istediklerimi alabileceğimi söyledi.
Büyük adamdı Akizar Usta. Onun yanında yetişmiş olmakla çok şanslıydım.