Daha önce de anlatmış olduğum bazı şeyleri yineleyeceğim için beni hoş görün. Fakat bu öyle önemli ki, yinelenmesi gerekiyor; en azından sonra anlatacaklarım ile bağlantısının daha iyi kurulabilmesi bakımından...
Demiştim ya, başlangıçta Hiram Usta’nın ölmüş olduğuna inanamamıştık. Kimse inanamamıştı. Sapasağlam adam…Niçin ölmüş olsun ki durup dururken?...
Zaten bu yüzden tapınağın yapımı sırasındaki tüm işler duruvermişti. Şaşkınlıktan…
Acaba gerçekten o yüzden miydi?... Yoksa bu işin ardında bizim bilmediğimiz başka nedenler mi vardı?
Tapınak kapatılmıştı. Herkes dışarı çıkarılmıştı. Hiç kimseye hiçbir şey söylenmemişti.
Ben sadece sonradan neler gördüğümü ve neler öğrendiğimi anlatacak, yaşamış olduklarımdan anladıklarımı özetleyip değerlendirmeye çalışacağım. Bunun ötesinin yorumunu size bırakıyorum. Bireysel görüşlerimin sanki gerçek öyleymiş gibi algılanmasını istemem.
Sonunda Hiram Usta’nın cesedi bulundu. Dolayısıyla öldürülmüş olduğu kesinleşti.
Tapınağın yapımının sürdürülmesi gerekiyordu. Kral Süleyman onun yerine Adoniram’ı getirdi. Sonradan ona “büyük mimar” unvanını da verdi.
Hiram Usta kadar saygıya değer olan bu üstün nitelikli inşaat ustasının asıl adı sahiden de Adoniram mıydı, yoksa ona bu ad Hiram’ın saygınlığı göz önünde tutulup başkalarınca mı verilmişti, bilmiyorum. Hiç kimse bilmiyor. Hiç kimse bunu sormamıştı çünkü sormaya gerek yoktu.
Ancak Hiram Usta ölmeden önce de herkes ona Adoniram derdi. Hiram Usta da zaman zaman adının başına İbrani dilinde sayın anlamını yansıtan “adon” sıfatı getirilerek anıldığı için, ikisinin birbirine karıştırıldığı da olurdu.
Üstelik bildiğim kadarıyla aralarında uzaktan da olsa bir hısımlık vardı.
Adoniram’ın babası Abda’nın, İsrailoğulları’nın Dan kabilesinde sözü geçer bir kişi olduğu söylenirdi. Annesi ise Fenikeli bir tüccarın kızıydı. Adoniram için öteden beri âdeta dur durak bilmeksizin topluma hizmet ürettiği, babasının adına yaraşır olmaya çalıştığı belirtilirdi.
Hiram Usta’nın babasının Fenikeli olduğu biliniyordu ama kim olduğunu bilen yoktu. Annesinin ise İsrailoğulları’nın işte o Dan kabilesinden ayrılmış olan Naftali kabilesinden gelme olduğunu daha önce belirtmiştim. Bundan ötürü aralarında bir “hısımlık” olduğunu varsaydım. Birisinin anası, ötekinin babası âdeta aynı soydan gelme diye… Yoksa buna hısımlık denmez mi? Her neyse, pek önemli de değil.
Hiram Usta, Adoniram’ı çok sevmiş ve meslekteki başarılı çalışmalarını beğenmiş olsa gerek ki, Sur’dan gelişinden beri onu hiç yanından ayırmadığı bilinirdi. Her işini mutlaka ona da danışıp her şeyi paylaştığı, başına beklenmedik bir şey gelecek olursa işleri kaldığı yerden sürdürmesi için onu her bakımdan bilgi ile donattığı söylenirdi.
Bu konuda Kral Süleyman’ın da onayını almış olduğundan kuşku duyulamazdı.
Biz, iş başında Adoniram’ı Hiram Usta’dan daha çok görürdük. Herhalde doğrusu da buydu çünkü Hiram Usta’nın birçok yönetimsel işi de vardı. Buna karşın hemen her gün tapınağın yapımını şöyle bir gözden geçirirdi. Bunun için de özellikle işçilerin öğle tatili zamanını seçerdi; ortalıkta pek birileri olmasın diye sanırım. Çünkü çalıştığımız sırada gelecek olsa, her geçtiği yerde iş ister istemez, kısa bir süre için bile olsa dururdu. Özellikle mesleğin çırakları onu görebilmek için can atardı. Bereket görürlerdi di; Hiram Usta öyle kapalı kapılar ardında duran, kimseye görünmeyen, sadece kağıt üzerinde çalışan mimarlardan değildi.
Biliyor musunuz, aslında sö0zünü bile etmek istemiyordum ama dayanamadım... Hiram Usta’nın cesedinin nasıl bulunduğunu anlatmadan geçemeyeceğim.
Demiştim ya, Hiram Usta durup dururken ortadan yok olmuştu ve başına bir şey gelmiş olması olasılığı sadece tapınağın iç avlusunun yan tarafındaki kan izlerinden çıkarılıyordu. Sanırım durumu Adoniram Kral Süleyman’a bildirmiş, o da çok telaşlanmış, ölü ya da diri, Hiram Usta’nın aranıp bir an önce bulunmasını buyurmuştu. Bunun üzerine tek başına, plansız ve programsız olarak arayışa çıkmış olanların hepsi eli boş dönmüştü. Bunun üzerine Kral Süleyman hayli sinirlenmiş, grup halinde, doğru dürüst ve arazi taraması yapılmak suretiyle, Kudüs’ten ileriye doğru dört bir yana açılarak arama yapılmasını istemişti. «Böyle tek başına iş yapılmaz. Hiç kimse yalnız başına önemli bir işi başaramaz. Bunun için el birliği ve iş bölümü gerekir. Siz de öyle yapmalısınız.» demişti.
Öyle yaptılar.
Siyon Platosu’nun ötesindeki Gabaon Tepesi’nde bir yerde Hiram Usta’nın cesedini alelacele toprağa gömülmüş olarak budular.
Bunu buluşları da pek ilginç doğrusu… Belki de hiç bulamayacaklardı. O zaman ölmüş olduğuna da bir türlü inanılamayacaktı. Olur olmaz söylentiler çıkacaktı. Birdenbire ortalıktan yok oluşu, herkese göre farklı bir bakış açısından yorumlanacaktı.
Yapılan sayımda daha önce sözünü edip adlarını da vermiş olduğum o üç kalfanın da noksan olup adları belirlenince, Hiram Usta’nın ortalıktan yok oluşu ile bunların arasında bir bağlantı olduğu kuşkusu doğmuş, onların da aranmasına başlanmıştı.
Hiçbiri yoktu.
Sonunda nasıl oldu da Hiram Usta’nın cesedini buldular?... Bunu da işte gene o üç kendini bilmez kalfanın düşmüş olduğu bir yanılgı sağlamıştı.
Daha önce de değinmiş olduğum üzere, sonradan anlaşıldığına göre aslında bunların Hiram Usta’yı öldürmeye falan niyetleri yokmuş. Tek istedikleri, üstüne varıp ondan ustalara özgü parolayı zorla almakmış. Oysa bilseler, ne basit bir sözcüktü bu. Üstelik bildikleri bir sözcük, belki her gün kullandıkları bir sözcük. Tek bilmedikleri o sözcüğün ustalara özgü parola oluşu.
Bu amaçla Hiram Usta’yı işte o olağan şantiye dolaşması sırasında, tüm işçiler öğle tatilindeyken, tapınak binasının hemen girişi önünde kıstırmışlar. Ancak sıkıştırıp tartaklarken aşırıya kaçmışlar.
Onlara göre; Hiram Usta parolayı söylememekte diretmiş. Kendisine böyle bir şey sormuş olmalarından ötürü onları suçlamayacağını, bu davranışlarını hoşgörüyle karşılayıp unutacağını söylemiş. Sonra da onlara öğüt vermiş, işlerinin başına dönsünler, kendilerini işlerine versinler diye. Günün birinde çalışmalarının karşılığında ustalığa yükselebileceklerini, parolayı da işte o zaman öğrenebileceklerini, ancak bunun için önce çalışmak gerektiğini söylemiş.
Bunun üzerine içlerinden biri, -sanırım Moria- çok kızmış ve ilinde taşıdığı cetvelle Hiram Usta’ya vurmuş. Bundan sonra da iş çığrından çıkmış, onlara göre bir kazadır olmuş.
Ne kazası?... O sonradan anlattıklarına bakıyorum da, bunun kaza ile ilgisi yok. Resmen cinayet!
Hiram Usta, iç avlunun öteki kapısına doğru kaçmış. Bunlar da peşinden. Biri –sanırım bu da Sterkin- önüne geçip dışarıya çıkmasını engellemiş. İlle de parolayı alacak. Aynı yanıtla karşılaşınca, o da yanında getirdiği gönyeyi olanca gücüyle sırtına indirmiş Hiram Usta’nın.
Bir kez daha ellerinden kurtulup, öteki kapıya doğru sürüklenircesine koşmuş Hiram Usta ama yaralı da… Bitkin… Abiram’ın onu yakalaması pek de zor olmamış. Artık parola falan bir yana bırakılmış, nasıl olsa söylemiyor; anlaşılan söylemeyecek. Abiram’ın gözünü hırs bürümüş; elindeki pergeli olanca gücüyle Hiram Usta’nın göğsüne saplamış.
Oraya yığılıp kalmış Mimar Baba Hiram.
Bu durum o katillerin belki sahiden de hiç istemedikleri, düşünmedikleri, rastlantısal, dolayısıyla ortaya çıkmış ama o koşullar altında kaçınılamaz bir sonuçtu. Öyle bile olsa bunu hiç kimseye anlatamazlardı.
Anlatabilseler bile değişen bir şey olmazdı. «Kızdık, sinirlendik, kendimizden geçtik. Ne yaptığımızı, niçin yaptığımızı bilemiyorduk.» mu diyeceklerdi? İşlemiş oldukları ağır bir suçtu ve elbette cezasız kalmayacaktı.
Olası cezayı akıllarına getirmek bile istemezlerdi.
Yerde kanlar içinde yatan Hiram Usta’nın öldüğünü anlayınca çoktan pişman olmuş, o anda korkuya kapılmış, telâşa düşmüşler. Nefes nefese şimdi ne yapacaklarını, ne yapmak gerektiğini görüşmüşler.
Önce cesedi olduğu yerde bırakarak kaçıp, hiçbir şeyden haberleri yokmuş gibi çekip gitmeyi düşünmüşler. Ancak bunun bir çözüm yolu olmayacağını düşünmeleri de gecikmemiş. Bu işten kimin sorumlu olduğu hemen anlaşılacağı için, başkaları burada olup bitenler öğrenmeden kaçmaya, izlerini yitirtmeye karar vermişler.
Ancak ya ceset?… İşte o bir dert. Onu ortalık yerde bırakıp kaçacak olurlarsa, pek uzaklaşamadan yakayı ele vereceklerini hesaplamışlar. Bunun için de herkesi şaşkınlığa düşürüp oyalanmalarını sağlamayı, bu arada uzaklaşmak için zaman kazanmayı öngörmüşler.
Cesedi uzakça bir yere taşıyıp gömmeyi kararlaştırmışlar. Öyle de yapmışlar.
Şimdi akla gelen soru şu: Bu işi nasıl olup da hiç kimse görmeden başarmışlar? Cesedi önce iç avludan çıkarmışlar diyelim; oraya kadar bir sorun olmaz öğle zamanı ortalıkta pek kimse yokken. Ancak dış avlunun tek bir kapısı var. Başka çıkış da yok. Oradan nasıl geçirip götürebilmişler?
Olamazmış gibi görünen bu işi nasıl başardıklarını çok sonra öğrendik. Sırası geldiğinde anlatacağım.