Kapı açılır açılmaz yüzümüzü birdenbire bir temiz hava dalgası yaladı. Gareb’in elindeki meşalenin alevi de bundan etkilendi, neredeyse sönecek gibi oldu.
Adoniram meşaleyi aldı. «Siz burada biraz bekleyin. Önce ben gireyim, kısa bir hazırlık yapayım, sonra sizi alırım.» dedi.
Ben kapının tam ağzında olduğum için Adoniram’ın ne yaptığını görebiliyordum. Orada bir platform, kenarlarında üç kısa direk ya da sütun vardı; bunların her birinin başlığı üzerinde de bir kandil. Onları yaktı. Gizli bölme olarak analın bu hücre bir anda aydınlanıverdi. Aslında çok küçük bir yer olduğu için, üç kandilin verdiği ışık burasını pırıl pırıl etmeye yetmişti.
Adoniram meşaleyi söndürmeden bir kenara dikti. Sonra bizi içeriye alıp, kapının önünde yan yana dizdi. Omuz omza birbirimize yapıştık. Yan yana altı kişi, bir duvardan ötekine ancak sığmıştık.
Hiçbir şey söylemiyordu. Belli ki bizim burasını incelememizi bekliyordu.
Aslında burasının öyle pek bir özelliği de yoktu. Birbirine geçme taşlarla oluşturulmuş bir kubbenin altında iri iri ve farklı boylarda taşlardan şaşırtmalı düzende örülmüş dört duvar.
Adoniram’ın kandillerini yaktığı o üç sütunun ortasında aşağı yukarı yarı boy yüksekliğinde, görüldüğü kadarıyla üçgen prizma biçiminde, irice, çevresinde çeşitli işlemeler olan bir taş vardı. Üstüne boyutları belki ancak bir arşın kadar, bembeyaz, âdeta şeffaf, akik, çakmak taşı ya da oniksten kesilmiş pırıl pırıl bir küp oturtulmuştu.
Temiz havanın nereden geldiği pek belli değildi. Havalandırma kanalları, kubbeyi oluşturan taşların arasında gözle zor seçilir aralıklara uzanmakta olsa gerekti çünkü kandillerden çıkan duman kubbeye doğru yükselip gidiyordu.
Daha?
Dahası yok. Hepsi bu kadar.
Adoniram bizi bir süre öyle bekletti. Sanırım hem gözlerimizin ışığa alışmasını hem biraz soluk almamızı bekliyordu. Neden sonra karşımıza geçti. «Ziza.» dedi, «İşte bu gizli bölmeye verilecek olan en doğru, en yerinde nitelik budur.»
Ziza... Ne demekti ki acaba? Hiç duymamıştım. Adoniram ben daha sormadan hepimizin sorabileceğini sezmiş olmalı ki; İbrani dilinde “ışıltı” ya da “parıltı” gibi bir anlama geldiğini ama asıl vurgulanmak istenen kavramın bu sözcüklerin çok daha ötesinde, daha üstün, daha yüce olduğunu, istenirse “en aydınlık yer” anlamına da çekilebileceğini açıkladı. «Eylbette bunu simgesel anlamda almak gerekir.» diye de ekledi.
Bu arada aklımdan türlü türlü düşünüler geçiyordu.
İnsan çoğu kez edindiği bilimsel nitelikli bilgi verilerinden yararlanıp aklını kullanarak gerçeğe adım adım, ağır ağır yaklaşır. Bu süreçte edindiği her bilgi, bütünün göreli bir parçasıdır.
Bu göreli parçaları birleştirip aralarındaki ilişki ve bağıntıları kurarak yasaları bulması gerekir. Tıpkı milyonlarca parçadan oluşan bir resimli bilmecenin her bir parçasını olması gereken yere yerleştirip diğerleriyle birleştirerek tabloyu oluşturması gibi...
İnsan bu uğraşısında yalnız değildir. Olmamalıdır. Her şeyi tek başına yapmaya, paylaşmaya bakmalıdır. Her doğruyu kendi başına bulmaya kalkışırsa, hem zamanı boşa harcar hem de hiçbir yere varamayabilir.
İnsan, gerçeklerin araştırılmasında, başkalarının ulaştığı bilimsel nitelikli bilgileri de kendi uğraşısının verileri olarak değerlendirip kullanmalıdır. Nitekim bu nedenle, doğanın koynunda saklı olan gerçeklerin bulunmasında, kişi hem başkalarına destek olmalı hem onlardan destek almalıdır. Kendisi kadar başkalarına da güven duyarak dayanışma kurmalıdır. Her an ve birçok bakımdan yanılgıya düşmüş olabileceğini kabul etmeye hazır olmalıdır. Sırf kendi doğrularının gerçeğe yönelmekte asallığını savunmak yerine, başkalarının doğrularının da geçerli olabileceğini içtenlikle benimsemelidir.
Bu çabanın aşamaları zaman zaman başarılı olur. Ancak yapılan girişimlerin çoğu kez başarısızlıkla sonuçlandığını da bilmek gerekir.
Her başarısızlık, kişiyi mutlaka izlemesi gereken bir sonraki girişim için bir istek yarattığı sürece “başarı” sayılır. Denemelerinden beklediği sonucu alamayan kişi, bundan ötürü onarılmaz bir düş kırıklığına uğrayıp direncini yitirerek çabalarını sürdürmekten cayarsa, artık onun için gerçeğe ulaşma umudu kalmaz.
Gerçeklere ulaşabilmek için bilimsel yöntem, alçak gönüllülük, öz eleştiri, dayanışma, kendine ve başkalarına güven gereklidir ama yeterli değildir. Bu yolda en önemli etken direşken olabilmektir.
Gerçek, kimi zaman beklenmedik bir anda, beklenmedik bir biçimde belirir. Öyle ki, kendisiyle birlikte parçalarına ilişkin doğruları da birlikte ortaya koyar. Böyle bir olguyla pek ender karşılaşılsa bile, bu durum gerçekleri ararken direncini yitirmemiş olan kişinin ödülü olur.
Adoniram bir kez daha «Ziza.» diyerek beni düşünülerinden uzaklaştırdı. «Bulunduğumuz yer işte budur. Burada bundan başka hiçbir şey yoktur ama aradığınız her şey aslında buradadır.»
Ne demek istediğini hemen anlamak pek kolay değildi. O da bunun farkındaydı. «Belki de anlamadınız. Bakın size ne demek istediğimi göstereyim.» dedi.
Öne doğru geldi; platformun üzerine çıktı. Kendisini izlememizi, her yapacağına çok dikkat etmemizi istedi.
Gözümü dört açtım.
Her iki elini birden başının üzerinde yukarı kaldırdı. Bir süre durdu. Sonra kollarını ağır ağır iki yana açarak, âdeta bir daire çizer gibi olabildiğince aşağıya indirip, iki bacağı arasında bitiştirdi.
Öylece durdu. Bir süre daha bekledi. «Anladınız mi?» diye sordu ama ekledi: «Hayır, yanıt vermenize gerek yok. Zaten her ne anlayacak iseniz, bunu her biriniz ayrı ayrı anlayacak ve kendine göre yorumlayacak. Bu konuda ben bir açıklama yapmayacağım. İsterseniz sonra kendi aranızda tartışırsınız, orasına karışamam. İlk kez iyi izleyememiş olabilirsiniz. Şimdi yeniden başlıyorum. Dikkat edin.»
Az önce yapmış olduğu daire çizme işlemini yineledi.
Hayal gücümü çalıştırdım.
Bana göre şimdi Adoniram sanki görünmez bir çemberin içindeydi.
Ellerini yine yukarı kaldırdı. Başının üzerinde birleştirdi. Bu kez her iki yana doğru birer düz hat biçiminde açarak indirdi; kısa bir an durakladı; sonra iki elini birden bir yatay hat çizercesine yere paralel olarak ortaya getirirdi.
Böylece, bana göre, az önce çizmiş olduğu o dairenin içine şimdi bir üçgen yerleştirmiş oluyordu.
Bir simgesel anlatım yapıyordu kuşkusuz… Ancak neyi simgeliyor?
Ben bu kadarını bile çözümleyememişken, Adoniram üçüncü bir anlatım daha yapmaya girişti. Bu kez ayaklarını iki yana açtı. Her iki kolunu yatay olarak sağa ve sola uzattı. Başını yükseltip yukarıya kubbeye doğru baktı.
Artık yorumlayamıyordum. Bu yapmış olduklarını unutmazsam daha sonra belki kendi kendime ya da bir başkası ile birlikte yinelemeliydim ki bir anlam çıkarabileyim.
O kadarla kalmış olsa iyi… Bir de ellerini açıp sanki bu gizli bölmende uçuşan kelebekler varmış da onları yakalayıp toplarmış gibi bir hareket yaptıktan sonra göğsü üstünde kenetledi.
Diğerlerinin ne düşündüğünü bilemiyordum elbette ama ben artık kopmuştum.
Yüzümüze baktı. «Bazen düşünü ve kavramlar işte böyle hareketlerle sözcüklerle belirtilenlerden çok daha iyi anlatılır. Ancak ben bu hareketlerle size düşündürmek istediğimi anlatmayı başarmış olup olmadığımı da bilemiyorum. Daha ileriye gitmeden önce bunu anlamanız gerekli ve çok önemli.» dedi, «Bir kez daha yapayım mı, ister misiniz?»
Hiçbirimizden ses çıkmadı.
Bunun üzerine Adoniram, «Suskun kalışınızı anlamış olduğunuza veriyorum.» dedi. «Tam anlayamamış olsanız bile bunları zihninizde biraz dolaştırınca anlayacaksınız, bundan eminim.» Ardından bir de şunu ekledi: «Ancak asıl önemli olan o değil, şudur.»
Bu kez bedeniyle yapmış olduğu o hareketlerin tümünü sırasıyla tersinden yaptı. Sanki yüreğinden kopan bir iletiyi elleriyle bu gizli bölmeye dağıttı. Daha sonra kendisini apaçık ortaya serdi. Ardından da yine o üçgen ve sonra yine o çember.
Sonra da platformdan indi. Arka yanına geçti.
Bu pantomim yöntemiyle yaptığı simgesel anlatım üzerinde daha sonra düşünebilirdim. Şimdilik gözlerimi ortadaki üçgen prizmanın üzerinde duran küp biçimindeki taşa dikmiştim. Yukarıda iç bölmede de bir küptaş vardı bembeyaz, burada da… Hep bembeyaz küptaş.
Tam onunla bunu bağdaştırarak bir varsayım kurmak üzereydim ki, Adoniram buna fırsat vermedi.
O küptaşa iki koluyla sıkıca sarılıp biraz kaldırdı. Öteki yanda kaldığı için taşın daha önce göremediğimiz yüzünü bize doğru çevirdikten sonra aynı yere bıraktı.
Küptaşın o yüzüne üçgen biçiminde bir altın plâka gömülüydü. Ortasında da bir harf ya da işaret vardı. Uzaktan ne olduğu iyi görünmüyor, anlaşılmıyordu ama biçimi sanki bir gönyeyi andırır gibiydi.
Şöyle bir açıklama yaptı: «Hiram ustamızın boynunda taşıdığı madalyonun alt yüzünde çok önemli bir çizim vardı. O çizim, işte buraya girişin şifresini veriyordu. Büyük sır. Hiram ustamız öldürülünce karşı karşıya olduğumuz asıl sorun, tapınağın yapımında çalışan ustalara özgü olan parolanın onu öğrenmeye yetkisi olmayan kişilerce öğrenilmiş olması olasılığı değildir. Parolayı değiştirirsin, olur biter. Asıl sorun, o çizimin bunu bilmemesi gereken kişilerin eline geçmiş olması endişesidir. Öyle olup olmadığını bilmiyoruz ama en küçük bir olasılık bile bu olay üzerine sıkı önlemler alınmasını gerektirmiştir.»
Bir süre durdu. «Benim bile bu konuda bildiğim ve görmeye yetkili olduğum şeyler sınırlıdır.» diye devam etti, «Sizden hiçbir şey saklayacak değilim. Öyle olsaydı sizi buraya getirmezdim. Buraya gelmiş ve benim görebileceğim her şeyi görmüş olmakla, siz de benim bildiklerimi öğrenme ve paylaşma hakkını elde ettiniz. Ancak bu hak, benim bildiklerimle sınırlı olacaktır. Bilmediğim bir şeyi söyleyemem ve benim bile görmeye hakkım olmayan bir şeyi size gösteremem.»
Doğru söylüyordu kuşkusuz ama ben tam olarak neden söz etmekte olduğunu anlamakta güçlük çekiyordum.
«Biz buraya kapıyı anahtarla açarak girdik. Anahtarımız olmasaydı da girebilirdik. Onun için ise kapının şifresini veren çizime gereksinmemiz vardı. Hatırlarsınız, bunu size kapının önündeyken de söylemiştim.»
Derin bir nefes aldı. «Şimdi şöyle düşünebilirsiniz: İşte geldik, buraya girdik. Burada neler olduğunu gördük. Tüm bu görmüş olduklarımızın nesi sır olabilir ki?»
Haklıydı. En azından ben öyle, dediği gibi düşünüyordum.
Sözünü «Tüm insanlık için geçerli bir sözcük vardır.» diyerek sürdürdü. «Asıl sır, asıl aranılan işte odur. Onun için az önce size aradığınız her şeyin burada olduğunu söylemiştim. Burada, bu küptaşın altında. İşte o, nitelendirilemez sözcüktür.»
Sonra bizi şöyle uyardı: «Nitelendirilemez sözcük hiçbir zaman hiçbir yerde söylenmez, hiçbir yere yazılmaz. Ancak işte bir tek buraya, bu küptaşın altına yazılmıştır ki, gelecek kuşaklarda yitirilmiş olmasın. Belki herkes onu arayıp bulamayacak, sonunda yitirilmiş olduğunu söyleyecektir ama aslında yitirilmemiş, sadece saklanmıştır. Nitelendirilemez oluşu ise, aslında kesinlikle dile getirilemeyişi, okunamayışı ya da yazılamayışından ötürü değildir. Yansıttığı kavram nitelendirilemeyeceği içindir bu. Asıl ve en büyük sır.»
Bir sözcük hatta bir kavram “nitelendirilemez” olabilir mi?
Olamaz çünkü böyle bir sözcüğün anlamı, böyle bir kavramın tanımı olmaz.
Fakat bir gerçek nitelendirilemez olabilir.
Kimi zaman aradığımız gerçeklerin nesnel ve göreli olduğunu belirtiriz. Böyle yapmazsak, neden söz etmekte olduğumuz pek belli değildir. Ya kişiye bağlı ve “doğru” dediğimiz bir öznel gerçekten ya da saltık gerçekten söz ediyor olabiliriz. Asıl sorun o “saltık gerçek” kavramındadır.
Saltık gerçek, her zaman, her yerde ve her koşul altında geçerliliğini sürdüren, hiç değişmemiş, değişmeyen, değişmeyecek, kendiliğinden bütünlenmiş ve hiçbir gelişime gerek görmeyen, hep öyle olmuş ve öyle alan ve öyle olmayı sürdürecek gerçektir.
Bu, dogmadan söz etmekle özdeştir. Eğer böyle bir gerçek tek bir sözcükle dile getirilebilirse, bunun kesinlikle olamayacağını ileri sürmek bağnazlığa düşmekle özdeşleşir.
Dolayısıyla, böyle bir sözcük de dogmadan başka bir şey olmaz. Bu bağlamda bir yandan dogmadan sakınıp diğer yandan da her şeye karşı çıkarak bağnazlığa düşmemek, ancak böyle bir kavramın ya da onu yansıtan sözcüğün nitelendirilemeyeceğinin ortaya konuşu ile olanaklıdır.
Böyle düşününce, bu bağlamda nitelendirilemez sıfatının kullanılışını anlamlı buldum.
Ben böyle durumlarda çok heyecanlanırım. İşte yine heyecanlanmıştım. Demek şimdi tüm insanlığın en büyük sırrını nitelendirilemez sözcüğü öğrenecektik.
Ancak Adoniram öyle bir şey söyledi ki, o bağlamdaki tüm hevesin bir anda çöküp gitti.
«Doğrusunu isterseniz, onu ben de bilmiyorum. Yapımının başından beri buraya çok kez girip çıkmış olmama karşın, yetkilendirilmediğim için ona hiç bakmadım. Siz de buraya benimle çok önemli bir görevi yerine getirmeye ve bununla ilgili sırları paylaşmaya geldiniz. Ola ki şu anahtar belki bir gün benim yerime sizden birine emanet edilebilir. Demek ki o zaman kendi başınıza da buraya gelebilirsiniz. Ancak hiçbir gerekçeyle oraya, küptaşın altına bakmayacaksınız. Sadece onun yitirilmediğini, burada bulunduğunu bilmekle yetineceksiniz.»
Ne moral bozucu bir durum değil mi?... Onun orada olduğunu bilecek ama bakmayacaktık. Var olduğunu bilecek ama göremeyecektik.
Bunun için elbette insanın kendisine egemenliğini sağlayan çelik gibi bir buyrultusu olması gerekirdi. Bizde, hepimizde, haydi ötekileri bırakayım, bende öylesi var mıydı ki?
Adoniram hep aynı şeyi yineliyordu: Bize güvendiğini ve onun için bizi buraya getirip sırları paylaştığını
Madem güvenilir kişilerdik, bizden bekleneni, bizden beklendiği gibi yapardık.
Bu bağlamda sorulabilecek çok şey vardı ama hiçbirimizin gıkı bile çıkmıyordu. Belli ki sorsak bile bilmediği için yanıtını veremeyecekti. Bunu açıkça söylerdi ama şayet açıklamak istemeyecek olursa bu kez biz onu zor duruma sokmuş olurduk. Sanırım hepimizin birden susuşu da bu yüzdendi.
O gün işte öyle bitti. Sonrası gizli bölmeden çıkmak, kapıyı örtmek, geldiğimiz yoldan dönmek, yukarıya tırmanmak, küptaşı yerine çekmek oldu.
Ondan sonra da karman çorman düşünceler içinde bir gece daha dinlenmeye çekilmek.
Görevimizin asıl ağır, bedensel bakımdan da yorucu bölümü ise ertesi gün başladı.