Kral Süleyman, -her ne kadar artık yerini Adoniram doldurmuşsa da- Mimar Hiram Usta’nın anısının canlı tutulmasını istiyordu. Bu nedenle de tapınağın yapımında çalışanların onu öldürenlere karşı tepkisinin öyle kolayca sinmemesi amacıyla, iç avludaki kan izlerinin olduğu gibi tutulmasını, orada en azından şimdilik hiçbir temizlik yapılmamasını buyurmuştu.
Hiram Usta’yı çok sevmiş olduğundan mı yoksa onun tam da istediği gibi bir tapınak yapımını çok düzenli bir şekilde ve kısa süre içinde gerçekleştirdiğinden mi, bilemem. Belki her ikisi birden.
Süleyman’ın bu bakımdan istediği olmuştu sanırım. Ben de o katillere karşı giderek azalan değil aksine artan bir hınç duymaya başlamıştım. Hatta bir ara kanım beynime sıçramıştı. Ben bir duvarcı ustasıydım; öyle dövüşken biri değildim, hiçbir zaman olmadım ama o tepemin attığı anda onlardan birini elime geçirecek olursam, kendi canım pahasına bile olsa onun canına okuyacağıma ant içmiştim.
Kral Süleyman’ın biz altı ustayı konuk ettiği geceyi izleyen üçüncü gün, görkemli bir cenaze töreni düzenlendi. Bunun için tapınağın kuzeybatısında, dış avluda bir mezar yeri hazırlanmıştı. Tapınağın iç bölmesindeki lâhit taşınarak oraya getirildi. Açıldı ve Mimar Hiram Usta’nın bir kefene sarılmış cesedi oraya gömüldü. Hem de ne gömü… Üzerine birkaç kat kalın taş levhalar kapatılarak.
Bu uygulamaya Adoniram bile şaşırdı. O da lâhdin öylece korunacağını, belki bir başka yere taşınabileceğini ama kullanılacağını düşünmüştü. Kral Süleyman ise başka türlüsüne karar vermiş, dileğince yapılmasını buyurmuştu. Buna kim sesini çıkarabilirdi ki?
Daha sonra bu konuda Adoniram ile aramızda geçen bir söyleşide bana şöyle dedi: «Niçin öyle yapıldığını gerçekten bilmiyorum. Sormadım da. Beni pek fazla da ilgilendirmez. O kadar çok önemli de değil. Ancak sanıyorum ki çok kimse Hiram Usta’nın sağlığında taşıdığı madalyonun onunla birlikte mezara konulduğunu düşünüyor. Bunu çalmak isteyecek olanların, aslında çalınacak bir şey olmasa da lâhdi kırmamaları için böyle yapılmış olabilir. Mezarı da kazabilirler elbette ama varsın kazsınlar.»
Cenaze töreni, öğle vaktini az geçe başladı. Büyük ve görkemli bir tören. Buna bir de uluslar arası nitelik verilmiş gibiydi. Komşu ülkelerden gelmiş o kadar çok insan vardı ki, tapınağın yapımında doğrudan çalışmış olan diğer ustalar gibi ben de ikinci plânda ve uzakta kaldığım için töreni doğru dürüst izleyemedim. Sadece bir ara Sur Kralı Hiram’ın heyecanlı bir konuşma yaptığını gördüm.
Tören sona erince herkes işini başına döndü; başka ülkelerden gelmiş önemli konuklardan kimileri Kral Süleyman ile birlikte saraya, biz ise onların ardından sessizce şimdilik bize ayrılmış olan konuk odasına.
Daha henüz gelmiştik ki, bir haberci kabul salonuna çağrıldığımızı bildirdi. Hemen gittik.
Kapıda önceden tanıdığımız o koruyucu her zamanki yerinde duruyordu. Adoniram ortalıkta yoktu. İçerde olsa gerekti. Bizi kimin çağırtmış olduğu da bizce belli değildi.
Peki şimdi ne yapacaktık? İçeriyle girecek miydik? Gireceksek, kapıyı nasıl vuracaktık?
Çaresiz, koruyucuya çağrılmış olduğumuzu söyleyip kapıyı vurmamızın uygun düşüp düşmeyeceğini sorduk. Beklememizi söyleyince; sessizce durduk, yapabileceğimiz başka bir şey olmadığından.
Bir ara içerideki koruyucu kapıyı aralayıp dışarıdakini çağırdı. O da içeriye girdi ve biraz sonra geri geldi. Aramızdan sadece birimizin içeri alınacağını, gerekçesini ve hangimizin olduğunu bilmediğini, hep birlikte beklememiz gerektiğini söyledi.
Bekledik.
Önemli bir şey olacağı belliydi ama aramızdan sadece biri çağrılacaksa neden altımızın birden getirtildiği anlaşılır gibi değildi. Burada böyle işler sorgulanamazdı. Üstelik önemli olmasaydı böyle bekletilmezdik.
Bize göre, bizim açımızdan önemli sayılırdı ama belki içeridekiler açısından hiç de öyle değildi. “Beklesinler… Ne olacak, ne işleri var ki?”
Az sonra Akizar dışarı çıktı. Bana dönerek, «Yoapert, şimdilik içeriye sadece seni alacağım.» dedi. Ötekilere ise beklemelerini tembih etti. Yüzü her zamanki gibi gülmüyordu; çok ciddi bir tavır takınmıştı.
Kulağıma, diğerlerinin duyamayacağı bir şekilde “Sana önemli bir görev verilecek.” diye fısıldadı.
Tamam, peki, ama neden ben?... Acaba Akizar yıllardan beri süregelmiş yakınlığımızı göz önünde tutarak, verilecek o önemli görev her ne ise özellikle beni mi seçmişti?
Yok canım!... Öyle bir kayırma söz konusu olsa, Selek benden önde gelir, Akizar onu yeğlerdi.
Hem o önemli görevi yapacak kişiyi Akizar’ın seçtiği de nereden çıkıyor.
Kuruntuya kapıldığımı fark ettim. Varsayımlarda bulunmanın da gereği yoktu. Nasıl olsa görecektim.
Sonradan Akizar ile baş başa kaldığımızda niçin beni seçmiş olduğunu sorunca, «Bunu da nereden çıkardın?... Hiç öyle şey olur mu?... Aklın kesiyor mu?... Ben kendi başıma öyle bir karar verebilir miyim?» demişti. Niçin benim seçilmiş olduğumun gerekçesini de şöyle açıklamıştı: «Fenikeli olması öngörüldü. Mimar Hiram Usta’ya duyulan saygı ve sevginin böylesini gerektirdiği de belirtildi. Gerçi aranızda başka Fenikeli kardeşler de var ama seni seçtiler işte.»
Bunun üzerine ben kendime pay çıkarıp, «Yani gerektiğince olgunlaşmış ve artık yetkinleşme yolunu tutmuş olduğum için mi?» deyince; Akizar yüzüme bakıp «İşinde iyi bir ustasın. Birçok üstün niteliklerin de var ama keşke biraz da alçak gönüllü olmayı becerebilsen!... Belki o zaman gerçekten de olgunlaşma olanağını elde eder ve yetkinleşme yolunu da tutabilirsin.» diyerek eleştiri gibi öğüdünü konduruvermişti.
Ben de bu eleştirinin altında kalmamış olmak için, «Biraz daha büyümem gerek. Henüz çok genç sayılırım.» diye takıldığımda ise, Akizar sözümü ciddiye alıp «Bak işte bu dediğin doğru!... Henüz yaşın ne başın ne? Dört kere dört desem az gelir, beş kere beş fazla olur. Demek ki önünde uzun yıllar var.» diye yanıtlamıştı.
Bu sözünün altında bir başka anlam yattığı belliydi. Ne demek istemişti acaba?
İnsanın en yüce amacı, insanlığı oluşturan tüm toplumlar ve tüm insanlar için bir evrensel bütünlüğün ve birlikteliğin oluşumu olmalıdır.
Fakat hiç kimse tek başına ve salt bireysel olarak bu evrensel bütünün ve birlikteliğin bir öğesi olamaz.
Herkes, her şeyden önce kendi ailesinin bir öğesidir. Önce bu küçük toplumun bir öğesi olduğunun bilincine varmalı, ona karşı görevlerini yerine getirmelidir. Ancak ondan sonra sıra aşama aşama daha büyük bir topluma, giderek ulusuna gelir.
Ulusallık bilincini içinde duyumsamayan hiç kimse evrensel bütünlük ve birliktelik ülküsüne uzanamaz. Evrensel nitelikli uğraşılarda bulunan yetkin bir kişi, ulusallık bilincini yüreğinde korur.
Erdemli bir insan doğayı ve toplumu tek bir bakış açısından, tek yönlü ve tek boyutlu olarak değil, çift yönlü ve iki boyutlu olarak görür.
Erdemli olduğu kadar bilgili olan kişi ise buna üçüncü boyutu da ekler ve her konuya, her soruna çok yönlü olarak inceleyerek bakar.
Böylesine bir yetkinliğe özenen kişi, her şeyden önce alçak gönüllü olmayı bilmelidir. Bu ise bildiğini bile bilmiyor gibi bir tavır takınmak değil, kendini ezdirmek de değil, neyi bilip neyi bilmediğini, ne olup ne olmadığını bilmek ve ona göre davranmak demektir.
Tüm bunları düşündüm düşünmesine de, kendi açımdan ulusallığı bir türlü yerli yerine oturtamıyordum. Şimdi ben nereli, hangi ulustan sayılırdım? Akizar’ın dediği gibi Fenikeli mi?
Bundan kuşkuluydum. Yıllardan beri gurbetteydim ve kendimi Kudüslü gibi görmeye başlamıştım.
Bunlar sonraki fasıl… Şimdi geriye, olaya döneyim.
Akizar kapıya vurdu.
Öyle bir şekilde vurdu ki, içimden “Hoppala!” dedim. Adoniram böyle vurmamıştı. Demek her birinin vuruşu farklıydı ve o vuruşa göre kimin geldiği daha bakmadan, incelemeden anlaşılıyordu. Buna karşın içerideki koruyucu kapıyı aralayıp kimin gelmiş olduğuna bakıyordu; o ayrı…
Kapı açıldığında bu kez Akizar önden yürüdü.
İçeriye girince bir kez daha şaşkınlığa uğradım.
Burası sanki daha önce gelmiş olduğumuz kabul salonu değil gibiydi.
Hayır, aynı yerdi ama görünümü, iç dekorasyonu değiştirilmişti. Üç gün önce duvarları kaplayan o kara perdeler kaldırılmış, onların yerine yeşiller asılmıştı. Çok daha canlı olmuştu böylesi.
Vazo?...
Yoktu.
Yedi kollu şamdan?
O da yoktu.
Salonun orta yerine her biri bir karenin köşe noktalarını oluşturacak biçimde dört sütun konmuştu. Kapının ağzından görülebildiği kadarıyla bunların herhangi bir özelliği olduğu söylenemezdi. Üstlerinde her biri tek bir kandil taşıyan birer iri şamdan vardı.
Kral Süleyman tahtında oturuyordu. Gene yanına cenaze töreninden sonra buraya getirdiği birçok konuk almıştı. Kimini tanıyor, kimini tanımıyordum.
Akizar beni peşi sıra Süleyman’ın önüne doğru götürdü ve biraz yana çekilerek bekledi.
Kral Süleyman bana, «Yohaben... Adın bu, doğru söylüyorum değil mi?» diye seslendi.
Sesimi çıkarmadım. Daha önce söylemiştim ya; Kudüs’te kimileri bana öyle derdi. Kral Süleyman da…
Sözünü, «Burada bugünün anısının bundan sonra da hep canlı tutulması için bir gelenek olacak özel bir uygulamaya başlamak üzere bir araya geldik.» diye sürdürdü. Bu uygulamada benim önemli bir işlevimin olacağını belirttikten sonra şöyle dedi:
«İsteriz ki bundan böyle her yıl Mimar Hiram Usta için bir anma töreni düzenlensin. Ancak öyle bir tören olmasa da mimarımız hep anılsın ve aramızda olduğu öngörülsün. Bunun için de onu genç bir inşaat ustasının temsil etmesine karar verdik. Görevi, yapımına devam edilecek olan tapınağımızın ve ondan sonraki diğer inşaatlarımızın işlerinin yürütülmesinde oralarda bulunarak Hiram Usta’yı sanki oradaymış gibi canlandırmak olacaktır. Elbette bu bir gelenek haline getirileceği ve hep sürdürüleceği için, görevin elde ele geçmesi de gerekecektir. Yohaben bir yıl sonra bu görevi kendisinden daha genç bir diğer ustaya devredecek ve bu böyle sürüp gidecektir. Böyle düşündük, uygun bulduk ve hemen uygulamaya konmasına karar verdik.»
Bir an için durdu. Sonra «Yohaben, ancak bu görev senin buraya birlikte geldiğiniz diğer ustalardan ayrılmanı ve bundan böyle kendi başına çalışmanı gerektirecektir. Bu bir ayrıcalıktır ama sen kardeşlerine bağlılığın nedeniyle bunu istemeyebilirsin. İstemiyorsan, bu senin açından bir özveri demektir. Burada bunu açıkça belirtebilirsin.» dedikten sonra, «Bu görevi üstlenmeyi istiyor musun?» diye sordu.
Şimdi bu soruya nasıl bir yanıt vermeliydim? İstiyorsam «Evet!» mi, istemezsem «Hayır!» mı?... Yoksa istesem de istemesem de «Evet!» mi?
Kendimce açık değil ama isteyenin anlayabileceği dolaylı bir yanıt verdim. «Diyonisos Zanaatçısı olan bir usta görev bilincine sahiptir. Ona ne yapacağı söylenir. O da bunu görev bilerek yerine getirir.» dedim.
Kral Süleyman’ın yüzünde bir gülümseme oluştu. Sanırım yanıtımı beğenmişti. «Yaşamın boyunca alacağın görevlerde hep başarılı olmanı dileriz.» dedi ve ayağa kalktı.
Kral ayağa kalkınca herkes de kalktı elbette.
Bana «Yohaben, sana “Olgun Usta” unvanını veriyorum. Bundan böyle, üstlendiğin bu görevi devredene kadar herkes seni öyle anacaktır.» dedi.
Yanıma gelerek boynuma bir tür kolye taktı. Buna “kolye” demek ne denli doğru, bilemiyorum. Uzunca bir zincirin ucuna takılmış kocaman bir pergel; uçları bir yay ile birleştirilmiş. Bir an için boynum göçer gibi oldu. Çok ağırdı; som altından yapılmaydı besbelli.
Süleyman, Adoniram’ı yanına çağırdı. Ona, izlemiş olduğu gibi benim artık Hiram Usta’yı temsil etmek üzere görevlendirilmiş olmama karşın gerektiğinde de bir yapıcı ustası olarak onun yanında çalışmayı sürdüreceğimi, bu nedenle kendisinin de benden istediğince yararlanabileceğini, bana verilmiş olan unvanın temsili nitelik taşıdığını, bir farklılık yaratmadığını, ancak o ana kadar benim yanımda çalışmakta olan kalfa ve çırakların bir başka duvarcı ustasının yanına geçirilmelerinin gerektiğini bildirdi.
Ben böyle bir onurlandırmaya yaraşır bir kişi miydim, bilemiyorum. Sanmıyorum. Buna benden çok daha yaraşır ustaların bulunduğu kuşkusuzdu. Ben sadece genç olduğum için seçilmiştim. Üstelik bu bir temsili unvandı ve sürekli de olmayacaktı. Buna karşın benim böyle bir unvana yaraşır olmam da gerekiyordu.
Nitekim bir ara Adoniram ile göz göze geldik. Bana öyle bir baktı ki, sanki «Haydi bakalım, bir aşama daha ilerledin. Bunun değerini bil ve madem olgun usta olarak nitelendirildin ve o unvanı taşıyacaksın, bir an önce olgunlaşmaya çalış.» der gibiydi.
Yoksa bu benim kuruntum muydu?
Kral Süleyman, iki elini birden havaya doğru kaldırıp yukarıya doğru baktı. Bunun üzerine salonda görebildiğim herkes onun yaptığı gibi yaptı.
Buradaki uygulamalara daha tam alışamamıştım. Bilmediğim bir ritüeldi bu da. Belki de bir sessiz dua tarzı. Ancak madem şimdi herkes öyle yapıyordu, ben de onlara uydum.
Bir süre hep birlikte öylece durduk. Hiç kimse kımıldamıyor, çıt çıkmıyordu.
Neden sonra Süleyman alçak sesle «Yohaben, sen bize bir işaret vermezsen sonsuza kadar böyle kalırız.» deyince, bir şey yapmam gerektiğini anladım.
Peki ama ne yapacaktım? Hiç kimse beni bu konuda uyarmamış, bir ipucu vermemişti. Burada bugün ben bir bakıma en azından simgesel olarak “günün yıldızı” sayıldığıma göre, anlaşılan nasıl bir işaret verirsem vereyim kabul görecek ve uyulacaktı.
Nasıl bir şey yapmalıydım?
Adoniram bizi gizli bölmeye götürdüğünde bir pantomim ile anlatmak istediklerini önce belli bir sırayla sonra tümüyle tersine yaptığını anımsadım.
Yukarıya doğru uzanmış iki elimi birden göğsümün üzerinde çaprazlayarak aşağı doğru indirip yere bakar gibi bir hareket yaptım.
Benim ardımdan herkes benim yaptığımı uyguladı.
Başarmıştım. Daha doğrusu atmış, tutturmuştum.
Şimdi Kral Süleyman’ın bu yeni unvanım uyarınca salonda bana bir yer gösterilmesini istemesini, herkese de oturma izni vermesini bekliyordum. Fakat bu kez hiç kimseye oturma izni vermeden önce benim ayrılabileceğimi söyledi.
Bu da bana garip geldi ama denileni yaptım. Kral Süleyman’ı eğilerek selâmladım ve dönerek kapıya doğru yürüdüm. Herkes beni ayakta uğurladı. Bunun anlamı açıkça bana saygı gösterilmekte oluşuydu. Bu bana hayli ağır gelmişti doğrusu. Boynumdaki o ağır kolyeden daha ağır. Bunu nasıl taşıyacaktım?
Bir an için öyle düşündümse de sonra benim artık Yoapert Usta olarak kendi kendimi değil, “Olgun Usta” unvanını taşıyarak Mimar Hiram Usta’yı temsil etmekte olduğumu anımsayarak rahatladım.
Yaşamda kimileri üstlenmiş olduğu bir görev ya da almış olduğu bir unvan sayesinde yücelir.
Bu bağlamda aslında hiç hak etmemiş oldukları bir yüceliğe ulaşanlar vardır.
Böyle bir kişi üstlendiği o görevi ya da almış olduğu unvanı hak etmediğinin bilincine varacak olursa, bu durumda bulunmasının ne kendisine ne de çevresine zararı olur hatta belki bundan böyle üstlendiği görevi ya da aldığı unvanı hak edebilmek için uğraşır.
Fakat kişi üstlendiği görev ya da aldığı unvan ile kendisinin artık üstün bir düzeye çıkmış olduğu kanısına kapılır, bir de bununla öğünüp böbürlenmeye girişecek olursa; bunun önce kendisine sonra çevresine zararı dokunur. Salt görevi ya da unvanı nedeniyle saygı gördüğünde, bunu kendisine sayar.
Kimileri bir görevin ya da unvanın sürekli, bu görevi üstlenen ya da unvanı alanın geçici olduğunun bilincindedir. Böyle bir kişi ise zaten üstlenmiş olduğu görev ya da aldığı unvanı hak ettiği için, o görevi ya da unvanı yüceltir. Gördüğü saygının kendisine değil, üstlendiği göreve ve taşıdığı unvana olduğunun da farkındadır. Görev süresi sona erince ya da unvanını taşımayı sürdürmesinin artık herhangi bir gereği ya da yararı kalmadığında, onu kendinden sonra gelene seve seve, gönül rahatlığıyla teslim eder. Bununla onur duyar.
İşte bu düşünceler içinde Kral Süleyman’ın kabul salonundan çıktım.
Bekleyen kardeşler çevremi sardı. İçeride neler olduğunu merak ediyorlardı. Gözleri de bir yandan taktığım kolyede idi elbette.
«Burada olmaz. Yukarıya çıkalım da, anlatırım.» dedim.
Çok ilginç bir nokta: Tam odamıza doğru gidecekken bir ara durup döndüm ve kapının önündeki koruyucuya baktım. Beni eğilerek selâmladı.