Ertesi gün Yoapert, Kral Süleyman’ın dediği saatten biraz önce saraydaki çalışma odasına gitmek üzere kendi kaldığı odadan çıktı ama çıkar çıkmaz da aklına bir başka şey geldi.
Acaba kralın çalışma odası neredeydi? Bilmiyordu. Sormamıştı. Sarayın orasında burasında gördüğü işçi ya da görevlilere sormak da işine gelmiyordu.
Ne yapacağını bilemez halde dolanırken, birden tanıdık bir yüz gördü: Zerbal. İşte ona sorabilirdi.
Yanına yaklaştı; sordu.
Ters bir yanıt aldı: «Sen kimsin?»
Şaşırdı. Zerbal onu tanımıyor muydu? Elbette tanıyordu. “Herhalde şaka edeceği tuttu.” diye düşündü ama bozuntuya da vermedi. Adının doğrusunu söylemedi, «Yohaben» dedi.
«Ben de Zerbal.» diye yanıt verdi beriki.
Hoppala!... Sanki yeni tanışıyorlarmış gibi.
«Bir şey soracağım.» dedi Yoapert.
«Sor!»
Öyle bir tonla dedi ki bunu, hani sormasa daha iyi olur gibisinden.
Buna karşın, çaresizdi, sordu: «Yüce kralımızın çalışma odası nerede?»
«Ne yapacaksın?»
«Benim bu saatte oraya gelmemi buyurdular.»
Aslında Zerbal bunu bilmiyor değildi. Biliyordu bilmesine de, onun da görevi gereği takınması gereken bir tutum, bir tavır vardı. «Burası.» diye bulundukları yerdeki kapıyı gösterdi.
İşte ancak o zaman Yoapert Zerbal’ın bu saraydaki işlevini çok daha iyi kavradı. Hiç de öyle bir kapı önünde durup bekleyen sıradan bir koruyucu değildi. Daha önce dikkat etmemişti ama hep Kral Süleyman her nerede ise Zerbal da oradaydı. Onun birçok işini yapan, yürüten önemli bir görevli.
«Girecek misin?» diye sordu Zerbal,
«Evet, izninle.»
«Buna izin vermek bana düşmez.»
«Peki, o halde gireyim.»
Zerbal, «İyi ya!» demekle yetindi ve yana çekildi.
Yoapert Zerbal’ın bu tutumunu garipsemişti. Önce onun kapıyı vurmasını, izin verilince açarak kimin gelmiş olduğumu bildirmesini, kabul edip edilmeyeceğini sormasını bekliyordu. Oysa Zerbal put gibi duruyordu.
Yüzüne bakarak ama hiçbir şey demeden, eli ve mimikleriyle “Yani şimdi dosdoğru içeri girebilir miyim?” gibisinden bir işaret yaptı.
Zerbal da aynı tarzda “Sen bilirsin.” gibisinden karşılık verdi.
Kapıyı vurmalıydı. Vurmadan olmazdı. Fakat nasıl? Daha önce Adoniram’ın ve Akizar’ın kaübul salonunun kapısına nasıl vurduklarını izlemişti. İkisi birbirinden farklıydı. O zaman kapıyı vuran kişinin kimliğini ya da niteliğini de yansıtmakta olduğunu düşünmüştü. Diyelim ki orası kabul salonuydu. Peki ama burası da kralın çalışma odasıydı; ne fark ederdi ki? Kapıyı vurması gerekirdi ve bunun özel bir yöntemi olmalıydı.
Yok muydu acaba? Öncekiler, öylesine bir rastlantı mıydı? Kuruntu mu yapıyordu?
Zerbal’a sorsa mıydı acaba?
Hayır. Kesinlikle hayır. Kendisini bir de gülünç duruma sokamazdı. Bir deneme yapacaktı. Ya tutar ya tutmazdı. Yanlış yapsa bu yanlışlığın sonunda ne olabilirdi ki sanki?
Ancak kapıya öyle sıradan, tık tık diye de vurmamaya da karar verdi. Kendine göre, içinden geldiğince bir stil tutturup vurdu.
«Gel!»
Bu Kral Süleyman’ın sesiydi. Tamam. “O kadar çekinecek kadar da değilmiş.” diye düşündü.
Elini kapının tokmağına attı. Eli boşa düştü.
O ne?
Kapının tokmağı yoktu. Daha önce dikkat etmemişti buna.
Bur an için “Acaba itilerek mi açılıyor.” diye düşündü ama hayır, kapının oturuşundan içeriye doğru değil, dışarıya doğru açıldığı belliydi. Demek çekmek gerekiyordu ama nasıl? Neresinden tutacaktı ki? Yana doğru sürülse?... Hayır, öyle bir düzenek yoktu burada.
Kral Süleyman gelmesi için seslenmişti. Demek içeride kapıyı açacak bir başkası yoktu. Yücel kral… Kendisi açacak değildi ya! Onun, dışarıdan açıp girmesi gerekiyordu. Bunun yöntemini keşfedebilmek için bakınıp dururken, Zerbal yanına yaklaştı; «Aklını kullan!» diye fısıldadı.
O an sanki dünya Yoapert’in başına yıkılmıştı. Ne demek istiyordu? Sanki başka bir şey mi yapıyordu?
Anlamak için dönüp, yüzüne baktı.
Zerbal renk vermiyordu.
“Acaba ne demek istediğini sorsam mı?” diye düşündü. Bu boşuna olurdu. Ona aslında hiç de söylemek zorunda olmadığı hatta belki söylememesi gereken bir şeyi söylemişti bile: Aklını kullan.
Bundan daha iyi bir ipucu olamazdı. Olsa bile vermezdi.
Kapıya sırtını yasladı. Aklını kullanmalıymış ama aklı ermiyordu işte!... Çekip gitmeyi düşündü. Kuşkusuz Kral Süleyman buna çok kızacaktı ama yapabileceği başka bir şey de yoktu.
Kapıyı bir kez daha vursa?
Ne gerek vardı? Vurmuş ve gel yanıtını almıştı zaten.
Kızdı. Burada bekleyecekti işte. Ta ki Kral Süleyman -doğrudan kendisi- ya da Zerbal kapıyı açana dek.
Kenara çekildi.
Çekilir çekilmez de kapı hafifçe dışarıya doğru aralanıverdi.
Vay canına!... Yaylı bir düzenek yapılmıştı demek ki… Bu akıl kullanılarak bulunabilecek bir şey miydi?
İçeriye girerken Zerbal’a ters bir bakış attı.
Kral Süleyman, «Yohaben, kapıyı kapat ve gel.» dedi.
Bereket kapının iç yanında bir kol vardı. Yavaşça çekince kapanıyordu. Kralın yanına gitmeden önce, kaşla göz arasında hemen bir deneme yaptı. Kapıyı bir kez daha çekip bıraktı. Evet, açılıyordu. Tekrar kapatıp döndükten sonra eğilerek kralı selâmladı.
Kral Süleyman bir masanın başında oturuyordu. «Yanıma gel.» diye buyurdu.
Yanı başına gidip dikilince de oradaki sandalyeyi gösterdi: «Otur.»
Bu, Yoapert’in aklına durgunluk verecek bir olaydı. Şimdi o, Yoapert, sıradan bir duvar ustası, Mimar Hiram Usta’nın temsilcisi oluşunu falan geçiniz, öyle olsa bile ne fark eder, kralın yanında oturuyordu.
Süleyman, «Yohaben, sen kaç yaşındasın?» diye sordu.
İşte bu Yoapert’in nasıl yanıtlaması gerektiğini bilemediği bir diğer soruydu. Dün de işte böyle, ardında bir başka şey yatan tarzda sorular sormuştu. Şimdi bu sorduğu da doğduğundan bu yana kaç yıl geçtiği olmasa gerekti. Bir başka anlamı olmalıydı. Yanıtı da ona göre verilmeliydi.
Yine aynı şey: Aklını kullan… Hatta belki biraz daha fazlası: Derin düşün.
Ancak hızlı düşün; çok bekletme; hele sakın soruyu tekrarlatma.
Bir an Adoniram’ın onunla birlikte altı ustayı tapınak kapısı önünde gördüğünde söylediğini anımsadı: «Bunu bilerek mi yaptınız? Bu yandakilerin de, o yandakilerin de yaşlarının toplamı 81.» İşin ilginç yanı Yoapert’in tam 27 yaşında oluşuydu yani 81’in üçte biri.
Şimdi bunu tersine çevirse!... “Üç kez dokuz” dese ya da “üçün kübü”. Olur muydu?
Basit kaçacaktı; biraz daha karmaşıklaştırdı: «Üç kez üçün karesinin tabanı kadar.»
Süleyman’dan hiçbir tepki gelmedi.
«Peki söyle bakalım Yohaben… Sen okuma yazma bilir misin?»
Bu da yine oyuncaklı bir soru muydu?... Hayır. İnşaat ustalarından çoğu okuma yazma bilmiyordu. Rakamları bilirlerdi ama iş okumaya geldi mi, birçoğu sadece hecelerdi.
Yoapert de bunu göz önünde tutarak bir alçak gönüllülük gösterisine yöneldi. «Hecelerim.» diye yanıtladı.
Süleyman güldü… «Yok, ben çok daha iyisini yapabileceğini biliyorum.» dedi. Zaten Yoapert’e göre kral her şeyi biliyordu da, hep onu sınamaya çekiyordu.
«Bizim burada birçok yazı işimiz var.» dedi Süleyman, «Daha doğrusu olmalı, yapılmalı. Devlet işlerinde kimileri zaman zaman benim sözlerimde ve kararlarımda bir tutarsızlık olduğunu düşünüyor. Bunu öyle gelip yüzüme karşı söylemiyorlarsa da, ben duyuyorum. Bunlar, toplantılarımızda konuşmuş, görüşmüş, danışmış, sonunda karara bağlamış olduklarımızın düzenli bir şekilde yazılmamış, kayda geçirilmemiş olmasından ileri geliyor. Elbette konuşup görüştüğümüz şeylerin çoğu gizlidir. Orada konuşulup, orada görüşülenler orada kalır. Fakat bence bunları hep benim yanımda yer alacak bir “yazıcı”, benim yazıcım kayda geçirmelidir. En azından benim için. Karar verdik, bu iş artık böyle yapılacaktır.» dedi.
Yoapert, kulaklarını dört açmış dinliyordu.
«Hani sen işsiz güçsüz kaldığından, sıkıldığından yakınıyordun. Hiç kimse işsiz kalmamalı. Herkesin yapacağı bir işi olmalı. İşsizlik, döner dolaşır birtakım yanlışlıklar hatta kötülükler doğurur. İşte sana bir iş. Hem de sürekli, başını alamayacağın bir iş. Bundan böyle yanımdan ayrılmayacaksın. Benim yazıcım olacaksın. Ben nerede her ne söylersem hemen yazacaksın.»
Biraz da Yopert’in koltuklarını kabartıcı sözler etti: «Ha, şimdi düşünüyor olabilirsin niçin ben diye… Çünkü bu görevi vereceğim kişi dürüst, içtenlikli, yürekli, güvenilir, görev duygusuna sahip, saygı ve bağlılıkta kusur etmeyen bir kişi olmalı.» dedi. Başını “seni gidi seni” dercesine sağa sola salladı biraz da gülümseyerek, «Ara sıra biraz atılganlık edip olmadık işler yapsa bile.»
İnsan yaşamında birtakım yanılgılara düşebilir. Noksanları olabilir, yanlışlar yapabilir. Erdemli bir insanın yaşamındaki eksikleri yadırganırsa da, bunlar hoşgörüyle karşılanabilir.
Ancak hoşgörü, eleştirmekten geri kalmak değildir. Erdemli bir insan için eleştiri almak, onun indinde bir armağan sayılır. Çünkü her eleştiri bir noksanın, bir yanılgının, bir yanlışın giderilebilmesi için değer taşıyan bir fırsattır. Bu, bilginin geliştirilmesi demektir.
Bilgisini geliştirme fırsatını elde eden erdemli insan, yetkinleşmeye yönelir.
Yoapert, Kral Süleyman’ın bu kararı üzerine ne diyebilirdi ki? Zaten ona sorulmamıştı bile. Ne yapacağı söylenmişti; o da yapacaktı, işte o kadar.
Kral Süleyman masasının hemen yanı başında duran bir sandığın kapağını açtı. İçindekileri şöyle bir karıştırdı. Oradan kırmızı renkli, menevişli bir kumaştan yapma genişçe bir şerit çıkardı. «Bunu al.» diyerek Yoapert’e verdi. «Bundan böyle benim yanımda olup yazıcılık görevini yürüttüğün sürece bunu takacaksın. Herkes senin görevini ve niçin yanımda bulunduğunu anlasın. Tamam mı? Soracağın, diyeceğin bir şey var mı?»
Yoapert’in aklına «Bu göreve sadece toplantı ve görüşmelerde mi yürüteceğim, yoksa başka zamanlarda ve yerlerde de mi?» diye sormak geldi.
Süleyman, «Dün kendi ağzınla söylemiş olduğun gibi.» dedi ona, «Her zaman ve her yerde.»
Doğadaki herhangi bir nesneyi çok iyi bildiğimizi sanabiliriz ama onun bizim daha önce hiç karşılaşmamış ya da farkına varmamış olduğumuz birtakım başka özellikleri bulunabilir.
İnsan hiçbir şeyi bütünüyle, tüm yönleriyle iyice bilip tanıdığını sanmamalıdır. Bilimsel nitelikli bilgi görelidir ve bütünlüğünün doğrultusunda bütünlenmemiş yönleri vardır.
Bilimsel yöntem kullanılarak yapılacak çalışmalar, o bütünlenmemiş yönleri teker teker çözümler.
Ancak bilimsel nitelikli bilgi gene de göreli ve bütünlenmemiş olarak kalır.
Bu yeni görevin Yoapert için büyük bir onur olduğundan kuşku duyulamazdı ama çok önemli ve ağır bir sorumluluk da yüklüyordu ona.
Bugüne dek çok şeyin altından başarıyla kalkmıştı Yoapert. Bunu da başarırdı.