Ertesi gün, yeni seçilmiş altı kişiyle birlikte seçilmiş dokuzlar yani toplam on beş seçilmiş, sabahın beşinde sarayın ön avlusunda toplandı.
Süleyman hepsine birden görevin ne olduğunu anlattı. Bir önceki kez olduğu gibi uyarıda da bulundu. Sonra yine bir önceki kez olduğu gibi hepsinin ne dediğini iyice anlayıp anlamadığını sağlama bağlamak için her birine ayrı ayrı görevi yineletti. Hepsi iyice anlamıştı; zanlılar yakalanacak, getirilecek, yargılanacak, ancak yargı sonucu suçlu bulunurlarsa cezalandırılacaklardı.
Bir yargının “tam ve doğru” sayılabilmesi için, yargılananın kendini savunma hakkına saygı gösterilmesi gerekir. Bu saygı yalnızca düşünüde kalmamalıdır. Yargılanan kişinin savunması, zaten “suçlu” olduğuna önceden karar verilip ön yargılı bir tutumla alınmamalıdır. Çünkü doğa yasaları ile uyumlu olan ve gerçeklerin yolunu gösteren “doğrular”, ancak olaylara ve olgulara tüm yanları ile, hem üstlerinden hem derinlemesine bakılıp incelenerek elde edilir.
Yoapert Zerbal’ın yine herkese birer hançer dağıtmasını bekliyordu ama boşuna. Zerbal beline kılıcını takmış, omzuna bir heybe atmıştı. Anlaşılan Zerbal bu kez diğer silâhları yanında bulundurmayı, seçilmişlere ancak gerekirse vermeyi öngörmüştü. Belki de Süleyman öyle yapmasını istemişti. Aslında bu Yoapert’in zihninden geçendi; belki de heybede bambaşka bir şey vardı hatta belki de katilleri silâh bile kullanmadan yakalamaya girişeceklerdi; kol gücüyle. Zaten biri gitmiş olduğuna göre bu kez on beş kişi gibi bir kalabalık halinde çıkışları belki de o yüzdendi.
Zabud hepsine yetecek sayıda deve ile su, yiyecek, battaniye gibi gereksinme duyabilecekleri her türlü malzemeyi hazırlamıştı. Süleyman, Kral Maaka’ya verilmek üzere yazdırtıp mühürlediği mektubu Yoapert’e emanet etti ve mutlaka kendi eliyle vermesini tembihledi.
15 seçilmiş, sorunsuz bir yolculuktan sonra Gat’a varınca, dosdoğru kralın sarayına gittiler. Koruyuculara Kral Maaka’ya Kudüs Kralı Süleyman’dan bir mektup getirdiklerini söyleyince, koruyucular gelenleri kısa bir süre için bekletti, sonra hepsini birden değil, sadece üçünü içeri alabileceklerini söylediler.
Yoapert, Zerbal ve Ben Gaber, kralın kabul salonuna alındılar. Aslında lider niteliğini taşıdığı için Maaka’ya konuyu Zerbal anlattı. Yoapert de Süleyman’ın gönderdiği mektubu sundu.
Kral Maaka önce mührü öptü; sonra sökerek mektubu yanındaki yazmanına verip okuttu. Dikkatle dinledi. «Tapınağın bitirilmesini biz de dört gözle bekliyoruz. Olayı duyduğumuzda çok üzüldük. Kardeşimiz Kral Süleyman’ın dileği bize buyruktur.» dedi.
Adamlarını çağırttı. Ülkesindeki yabancıların araştırılmasını, birkaç aydan beri bir arada kalan iki yabancının olup olmadığına bakılmasını, böyle kişilerin var olduğu anlaşılırsa, hemen kendisine bildirilmesini buyurdu. Sonra Kudüs’ten gelenlerin sarayında ağırlanması, dışarı çıkıp gezmek esterlerse kendilerine rehberlik edilmesi için gerekli buyrukları da verdi.
Zerbal Kral Süleyman adına teşekkür ettikten sonra yanından ayrılar.
Seçilmişlerin Gat’a gelişinin üzerinden daha bir gün geçmişti ki, Kral Maaka’ya bir taş ocağında bir süredir iki yabancının çalıştığına ilişkin bir haber ulaştı. Ancak adları farklıydı; dendiğine göre birininki Raha diğerinin ise Nahasa idi; Filistinli olduklarını söylemişlerdi.
O kişiler kendilerini birer takma ad ile tanıtmış olabilirdi. Saklanmak istiyorlarsa asıl adlarını kullanacak değillerdi ya!...
Seçilmişler bu olasılığı göz önünde tutarak hemen toparlandı. Maaka’nın onlara katılan askerleriyle birlikte sözü edilen taş ocağına yollandılar.
Taş ocağı tek bir yanı dağın içine doğru uzanan, üç yanı açık bir vadideydi. Daha seçilmişler hayli uzaktayken dağdan taş kırma sesleri yankılanıyordu. Yaklaştıkça gürültü patırtı daha da arttı. Öyle ki, birbirlerine seslerini duyurabilmek için bağırmaları gerekiyordu. Kim bilir aynı anda kaç kişi birden taş kırıp yontuyordu.
Uzaktan görülebildiği kadarıyla kimileri ocaktan taş söküyor, kimileri bunları kaydırakların üzerine yerleştirip aşağıya taşıyor, kimileri orada kırarak işlenmek üzere ilk ve kaba biçimlendirmeyi yapıyordu.
Zerbal «Çok işçi var. Buradaysalar kim bilir ne yanda çalışıyorlar. Ocağa şimdi girersek, daha biz onları görüp ayırt edemeden onlar bizi tanıyıp kaçabilir. Paydos etmelerini bekleyip gözümüzü dört açmalıyız.» dedi. Seçilmişleri ayırdı; üç yanı birden tutmak üzere, beşerli üç grup oluşturdu. Bunu yaparken Yoapert’i kendi yanında tuttu. «Ne olur ne olmaz!» diyerek, heybesinden çıkardığı kamaları hepsine dağıttı.
Yoapert daha önce yapmış olduğu gibi, kamayı kınından çıkarıp baktı. Ona göre bunun hançerden pek de bir farkı yoktu: sadece kıvrık değil düzdü, o kadar. Bunun gerekçesini Zerbal’a sorup sormamayı aklından geçirdi. Boş verip sormamayı yeğledi. Kamayı şöyle bir boşlukta salladı. “Ha, bak, şimdi bu birinin boynuna denk düşerse yaralar ama kafasını kesip koparmaz.” diye düşündü bilgiç bilgiç.
Üç ayrı koldan ağır ağır taş ocağına doğru yaklaştılar. Sonra ortada yer alan Zerbal’ın işareti üzerine oldukları yerde kaldılar. Kral Maaka’nın askerleri de arkaları sıra yerleşerek bölgeyi çevirmişti. Ancak onlara özel yönerge verilmişti; yapılacak işe karışmayacak, sadece güvenliği sağlayacaklardı.
Akşama kadar beklediler. Güneş neredeyse batmak üzereydi.
Bir boru öttü. Taş kırma sesleri birdenbire kesildi. İşçiler ikişerli üçerli dağılmaya başladı.
Zerbal Yoapert’e, «Bizden onları en iyi tanıyanlardan biri sensin.» dedi, «Dikkatle bak. Aralarında onlara benzetebildiğin kimse var mı?»
Çok uzaktaydılar. Yoapert yüzlerini seçemiyordu. Biraz yaklaşmayı önerdi. Zerbal ise «Öyle yaparsak bizi görüp kaçabilirler.» dedi, «Gerçi arkamızda askerler de var ama onlara ne kadar güvenebileceğimizden emin değilim. Biliyorsun ki Yapu Dağı’nda onları elden kaçırdık. Bir kez daha benzer olayı yaşamayalım. Acelemiz yok. Bu işin sonuna gelmiş, onları açıkça görmüşken mutlaka yakalamalıyız.»
«Sürünsek, kendimizi göstermeden.»
Zerbal bunu kabullendi: «Deneyelim ama dikkatli ol.»
Zerbal el işaretleriyle ötekilere Yoapert ile kendisinin ne yapacağını, onların ise oldukları yerde kalması ve beklemesi gerektiğini anlattı. Yoapert bir kez daha hayranlık duydu ona. Ağzından tek bir sözcük çıkmadan diyeceklerini ne güzel anlatıyordu. “Bir fırsatını bulduğumda bundan ötürü onu kutlamalıyım.” diye düşündü, “Hatta rica etsem acaba bana da öğretir mi bu dili. Öyle ya, bu mesleklerinin uygulamasında da çok işe yarardı. Bar bar bağırmak zorunda kalmazlardı.”
Zerbal ile Yoapert, sadece ikisi, dirseklerinin üzerinde sürünerek vadiye iyice yaklaştılar.
Vadinin ortasında elinde iri bir gönye olan bir adam büyücek bir taşın başında durmuş, iki kişiyle tartışıyordu. Yoapert’in uzaktan anlayabildiği kadarıyla buradaki denetçilerden biriydi ve o iki kişiye yontmuş oldukları kocaman bir küp ya da ona yakın biçimdeki taşın düzgün olmadığını anlatıyor, berikiler ise yaptıkları işi kabul ettirebilmek için uğraşıyordu. Taş ocağında bu gibi olaylara sık sık rastlanırdı. Adam gönyeyi taşın üzerine, sağına soluna yerleştirip niçin olmadığını göstermeye çalışırken, içlerinden birinin Zerbal ile Yoapert’in yere uzanmış oldukları yöne doğru döneceği tuttu.
Yoapert onu hemen tanıdı. Sterkin.
Zerbal’a «İşte o!... İşte onlar!... Oradalar.» diye fısıldadı. Zerbal «Hangisi?... Ne yanda?» diye sorunca, boş bulunarak yine yanlış bir iş yaptı. Dizlerimin üzerinde yükselip eliyle işaret ederek gösterdi.
O anda Sterkin de Yoapert’i gördü. Tanıdı mı, tanımadı mı bilinmez ama hemen ötekinin yanına geçip bir şeyler söyledi ve sağ yana doğru koşmaya başladı. Bunun üzerine öteki de onu izledi.
İnsanlar ve toplumlar, bilgisizlikten yeterince arınmış olsalar bile bağnazlık ve olumsuz tutkular onlara göz açtırmayacak, zarar vermeyi sürdürecektir. Bu nedenle, bilgisizliğin giderilmesiyle yetinmek doğru değildir. Bu yetersiz kalır. Bağnazlığın zihinlere işlemesine, bireylerin olumsuz tutkulara kapılıp bunları doyuma ulaştırmaya kalkışmalarına da engel olunmalıdır.
Bilgisizlikten arınmış, bilgi ve bilgelik yolunu tutmuş olan bir insan, her şeye karşın kalmış olabilecek inatçı ve bağnaz tutumlarını, boş inançlarını, olumsuz tutkularını ve korku ya da çekincelerini de öz benliğinin derinliklerinde arayarak bulmalı, onları ortadan kaldırmazdan önce yargılayabilmeyi de başarmalıdır.
Bu yargı yapılmazsa, boş inançlar, tutkular, korkular ve bağnazca eğilimler tümüyle giderilmez; bilinç altında kalır. Bunun farkına varamayan insanı hep dürtükler. Etkisi artıp güçlendiği zaman ise yine bilinç üstüne çıkar. O zaman insanın onları bir kez daha ortadan kaldırmaya gücü yetmeyebilir. İşte o zaman, yardım ve destek almaya gereksinme duyar. Kimi zaman bu yardım ve destek, o kendisi farkında olmadan dışarıdan gelir.
Artık seçilmişlerin saklanmalarına gerek kalmamıştı. Zerbal hızla ayağa kalktı ve gür sesiyle kaçanlara doğru «Durun!» diye bağırdı.
Kayalardan yankılanan bu ses üzerine ocaktaki herkes olduğu yerde çakılmış gibi durdu ama o ikisi durmayıp kaçmayı sürdürdü.
Zerbal kılıcını çekip onlara doğru koşmaya başlarken, «Durdurun onları!» diye bağırıyordu.
Yoapert ile Zerbal’ın grubunda olanlar da hep birlikte ayağa kalktı. Önde Zerbal olmak üzere hepsi kaçanları yakalamak üzere onlara doğru koşmaya başladı.
Sağ yana doğru kaçıyorlardı ya orası boş değildi. Pusuya yatmış olan beş seçilmiş birden ayağa kalkınca durdular. Bunu beklemiyorlardı. Dönüp bu kez sola doğru kaçmaya kalkıştılar. Fakat o yandaki seçilmişler de çoktan kalkmış, yaklaşıyordu. Kamalarını çekmiş olanları bile vardı.
Sıkıştırıldıklarını anlayan kaçaklar bir an için ne yapacaklarını şaşırdı. Bu kez dağa doğru kaçmaya başladılar.
Paydos etmiş işçiler şaşkınlık içinde olan biteni izliyordu. Zerbal bir kez daha «Durdurun onları.» diye bağırınca, işçilerden biri önlerine geçmeye yeltendi. Ancak ikisi birden hançerlerini çıkarınca geri çekildi.
Zerbal «Hiçbir yere kaçamazsınız. Çevreniz sarıldı.» diye bağırıyordu. Şimdi on beş seçilmiş birden, üç koldan onları ocağın içine doğru sıkıştırmaya girişmişti.
Kaçaklar önce taşların söküldüğü dağa tırmanmaya çalıştı. Bunu beceremeyeceklerini anlayınca kendilerini çevirmiş seçilmişlere doğru dönüp durdular. Araları hayli daralmıştı. Artık yüzleri rahatça görülebiliyordu. Acaba saldırmayı mı düşünüyorlardı?
Hayır!... Çevrelerini sarmış olanlar kalabalıktı. Saymadılar ama bu kadar kişiyle başa çıkamayacakları ayan beyandı. Hele bir de sonların arkasında Kral Maaka’nın askerlerinin de olduğunu bilseler…
Moria ocaktan koparılmış iri bir kayanın üstüne çıktı. Hançerini boynunun altına yasladı. «Geri çekilin!... Yoksa kendimi öldürürüm.» diye bağırdı.
Gerçi Kral Süleyman onları sağ salim yakalayarak getirmelerini buyurmuştu ama onlar bunu ne bilsin. Açıkça blöf yapıyordu. Üstelik kendi kendilerini buracıkta öldürecek olsalar, belki seçilmişlerden hiçbirinin umurunda olmazdı ama Zerbal öyle düşünmüyordu. Verilmiş buyruk aynen yerine getirilmeliydi. Bunun için de hepsine birden «Durun! Olduğunuz yerde durun. Hiç kimse kıpırdamasın ve bu işe karışmasın.» diye seslendi.
Seçilmişler oldukları yerde kaldı. Zerbal tek başına onlara doğru biraz yaklaştı. «Bak arkadaşım, bunu yapmana hiç gerek yok. Gelin, teslim olun. Kral Süleyman’ın adaletine güvenin. Biz buraya sizi öldürmek için gelmedik. Bak şimdi ben de kılıcımı bırakacağım. Sizi Kudüs’e götüreceğiz. Orada yargılanacaksınız.» diye seslendikten sonra, .göstere göstere kılıcını yere bıraktı ve iki adım daha öne çıktı.
Kaçaklar durakladı... Sterkin pek oralı olmamış gibiydi ama Moria Zerbal ile pazarlığa girişti. «Bu sözünüze nasıl inanalım?» diye sordu.
Zerbal her ikisine de yargılanacaklarına ilişkin güvence verdi. Seçilmişlere dönüp «Herkes benim gibi silâhını bıraksın. Her iki elinin de boş olduğunu göstersin.» diye seslendi.
Seçilmişler Zerbal’ın dediğine uydu. Kollarını iki yana doğru açtılar.
Bunun üzerine Zerbal, kaçaklardan da hançerlerini bırakmalarını istedi.
Bir süre için derin bir sessizlik oldu. Az önce kulakları sağır edercesine çın çın öten bu vadide şimdi çıt bile çıkmıyordu. Taş ocağındakiler sanki donup kalmış, olan biteni izliyordu.
Moria kayadan aşağı indi. İki kaçak arasında kısa bir tartışma geçti. Ne konuştukları duyulması ama sonunda Sterkin «Hayır!» diye bağırıp Moria’yı tutmaya çalıştıysa da o silkinip Sterkin’den kurtuldu. Hançerini yere atıp ellerini kaldırarak Zerbal’a doğru ilerledi.
Sterkin’in ise Moria’dan daha çok korktuğu belliydi. Yüzükoyun yere kapanıp tepinerek ağlamaya başladı.
Nitekim Kudüs’e dönüş yolunda konuşurlarken seçilmişlerin öğrendiğine göre; Sterkin zaten öteden beri korkuyormuş. İkide bir Moria’ya gidip teslim olmalarını öneriyormuş. Moria ise ona izlerinin çoktan yitirilmiş olduğunu, onları bulamayacaklarını söyleyip duruyormuş. Kimliklerini gizli tutabilmek için asıl mesleklerini ortaya koymamış, para kazanmak için sıradan işçiler gibi taş ocağında çalışmaya razı olmuşlar.
Kaçaklar teslim olunca, seçilmişler onların ellerini kollarını iyice bağladılar. Hep birlikte Gat’a döndüler. Teşekkür ve veda etmek üzere Kral Maaka’nın sarayına uğradılar. Bu arada askerler kendilerine hiçbir iş düşmediği için sevindi mi, yoksa Kudüs’ten gelenlerle birlikte taş ocağına kadar boşuna gitmiş olmalarından ötürü hayıflandılar mı bilinmez.
Kral Maaka o gün onları bırakmadı. Hem yorulmuş hem havanın kararmak üzere olduğunu, şimdi dinlenip yola ertesi gün erkenden çıkmalarının çok daha uygun olacağını belirterek, hepsini bir gece daha sarayında konuk etti. Zanlıları da ayrı ayrı olmak üzere bir yere kapattırdı. Böylece orada bir gece daha geçirdiler ama bu kez öncekinden farklı, hepsinin içi huzur dolu olarak…
Sabah Kral Maka, Süleyman’a iletilmek üzere yazdırıp mühürlediği bir mektubu Yoapert’in eline tutuşturdu. Tutsaklarını bağlı olarak develere bindirmiş seçilmişleri sarayın dış kapısına kadar çıkıp uğurladı.