Kudüs’teki ünlü tapınağın yıkılmasının ardından yıllar geçmişti.
Ezoterik bir kurumun üyesi olup, başka ülkelerdeki bilgileri de edinmek üzere yolculuğa çıkmış üç gezginin yolu bu çevreye düşmüştü.
Bir zamanlar mabedin bulunduğu yerdeki yıkıntılar arasında gezerek taşlardan bazılarının üzerinde kalmış yarım yamalak rölyeflerden anlamlar çıkarmaya, bilgi edinmeye çalışıyorlardı. Diğer ikisinden hayli yaşlı olan önderleri, gençlere neyin nasıl ve niçin öyle olduğunu bildiğince anlatıyordu.
Bir gün, öğle yemeği için çalışmalarına ara verdiler. Taşların üzerine oturdular. Çıkınlarını çıkardılar. Tam yemeğe başlayacaklardı ki, hemen bitişiklerindeki yıkıntılardan bir bölümü durup dururken büyük bir gümbürtüyle sarsıldı.
Korktular. Deprem oluyor sandılar. Fakat çok geçmeden bunun sadece yıkıntıların zamanla yıpranmasıyla sınırına kadar gelen dayanma gücünün sonunda tükenip, bir ani çökmeden ileri geldiğini anladılar.
Ortaya bir göçük çıkmıştı. Bu da oradaki eski ve kurumuş bir kuyunun ağzını ortaya çıkarmıştı.
Gençlerden biri kuyunun yanına yatıp içine baktı. O sırada tam tepede olan güneşin ışığı kuyunun dibine vuruyordu. Orada, yıkıntılardan dolma taşların arasında o tam tepedeki güneşin ışığını yansıtan bir nesne olduğunu gördü. Pırıl pırıl parlıyordu.
Ötekilere söyledi. Onlar da baktı. Evet, orada öyle pırıl pırıl parlayan bir nesne vardı. Bir metal parçası olabilirdi bu.
Önderleri pek oralı olmadı ama gençler onun ne olabileceğini merak etti. Kuyunun içine inip bakmak istediler. Önderleri de onlara engel olmadı.
Develerinin koşumlarını çıkarıp birbirine bağladılar. İçlerinden birini aşağıya sarkıttılar.
Ancak eklenen koşumlar genç gezginin kuyunun dibine kadar inebilmesine yetmedi. İndikten sonra yine çıkmak için oradaki taşları üst üste koyarak çıkabileceğini düşünüp, kendini aşağıya bıraktı.
Kuyunun dibine ulaştığında, görmüş olduklarının sarımtırak bir metal parçası olduğunu, âdeta taşlaşmış çamur birikintisine gömülü bulunduğunu gördü. Seslenip ne gördüğünü anlattığında, önderleri «Getir de bir bakalım.» dedi.
Genç gezgin, bıçağı ile yarı gömülü metal parçasının çevresini kazıdı. Bunun üçgen biçiminde bir plâka olduğunu anladı. Bir ucundaki halka ile bir zincire bağlıydı. Zinciri de kurtarmak için kazımaya uğraşırken güneş kaydığı için önünü yeterince göremez oldu. Sonunda zinciri takılmış olduğu yerden kurtarabilmek için öteki ucunu çekip koparmak zorunda kaldı.
Yukarıya tırmanabilmek için kuyudaki taşları bir yana istifledi. Tam bunların üzerine çıkmak üzereydi ki, biraz yukarıda ve yanda kocaman bir oyuk bulunduğunu fark etti. Oraya da uzanıp bakmak istedi ama kuyudaki taşlar buna yetmiyordu. O işten cayarak eklenmiş deve koşumlarına uzandı ve yukarıya çıktı.
Önderleri, genç gezginin kuyunun dibinde bulup getirdiği yarısı taşlaşmış gibi toprakla kaplı nesneyi eline alıp da bunun ne olduğuna şöyle bir göz atınca birdenbire çok heyecanlandı. Hele kopuk zincirin halkalarını sayıp da bunların aslında 33 adet olduğunu saptayınca âdeta baygınlık geçirdi. «Bu işte o!» diye mırıldanmaya başladı, «Bu işte o!»
Hep aynı şeyi söyleyip duruyordu. Aklını yitirmiş olamazdı ya şimdi durup dururken. Başına güneş geçmiş olsa zaten hep güneş altında değiller miydi? Tamam, yaşlıydı yaşlı olmasına ama neden günlerce, haftalarca hiçbir şey olmamıştı da şimdi? Belli ki bunun o zinciri plâka ile bir bağlantısı vardı.
Pek az olan içme sularından birazını yüzüne serpip, kendisine gelmesini sağladılar.
Gezginlerin önderi kendisini toplayınca yere bağdaş kurdu; bıçağıyla plâkanın diğer yüzüne yapışmış olan toprağı kazımaya girişti. Gençler de yanı başında onu izliyordu. Plâkanın diğer yüzü de açığa çıkınca, yaşlı önder daha da heyecanlandı. Bir an için şöyle bir baktı; sonra eliyle üstünü kapatıp, gençlere «Bakmayın! Sakın bakmayın!» diye bağırdı.
Plâkayı zinciriyle birlikte koynuna sokarak sakladı.
Genç gezginler ne olup bittiğini anlayamamıştı. Şaşkınlık içindeydiler. Önderlerine bir şey sormuyorlardı ama her halleriyle çok şey sorduklarını da göstermekteydiler.
Önderleri bir süre düşündü. Neden sonra, «Peki, oturun da anlatayım.» diyerek genç gezginleri karşısına alıp anlatmaya başladı.
«Bundan çok zaman, en azından dört yüzyıl kadar önce burada tüm dinlerden ve tüm inançlardan olan herkes için bir ulu tapınak yapılmış. Bunu biliyorsunuz. Belki bilmediğiniz bir şey var. Tapınağın yapımı sırasında bir olay olmuş. Birkaç kişi tapınağın mimarına saldırıp onu öldürmüş. Olaydan sonra mimarın boynunda 33 halkalı bir zincire takılı olarak taşıdığı altından yapma, üçgen biçimindeki madalyonu bulunamamış. Bunun bir yüzünde çok önemli bir sözcük yazılıymış. Mimarın öldürülmesinden sonra o madalyonun çok arandığı ve bulunamadığı söylenir.»
«Yani şimdi bu madalyon o madalyon mu?» diye sordu gençlerden biri.
Yaşlı önder, onay anlamında başını salladı, «Öyle görünüyor. Başka türlü olamaz.»
«Peki ama bu kuyunun dibinde ne işi var?»
«Onu bilemeyiz.» dedi yaşlı önder, «Ancak mimarı öldürmüş olanların onu bir süre tapınağın avlusundan oradan oraya kovalamış oldukları da anlatılır. O zaman şöyle düşünebiliriz: Demek ki bu madalyonun sahibi yani mimar, onun kendisine saldıranların eline geçmemesini istedi; ölmeden önce onlara belli etmeden bu kuyuya attı. Kim bilir, belki de atmadı; tartaklanması sırasında madalyonun zinciri koptu ve kuyuya düştü. Öldürüldüğü için de nerede olduğu öğrenilemedi. Mimarı öldürenler de aslında madalyonun değil, başka bir şeyin peşinde olduklarından ya önemsemediler ya da tersine amaçları madalyonu ele geçirmek idiyse onu kuyudan çıkarmayı başaramadılar. Sonra da madalyon her kimin ele geçtiyse onun eritip altın olarak sattığı sanılmıştı. İşte şimdi biz onu bulmuş olduk. Ancak buna hiç kimsenin bakmaması, üzerindeki yazıyı okumaya kalkışmaması gerekir. Biz de bu konuyu unutup buradan ayrılmalıyız.»
Madalyonu kuyudan çıkarmış olan genç bir an için onun üzerinde kendisinin de hak ileri sürüp süremeyeceğini düşündü ama bu düşüncesini hemen aklından uzaklaştırdı. Görmekte oldukları ezoterik eğitimin gereği olarak önderlerine her bakımdan güvenmeleri, onun sözünden ayrılmamaları gerekiyordu. O nedenle hiç sesini çıkarmadı ama kuyunun duvarında görmüş olduğu oyuktan söz etti. «Kuyunun yüzünde böyle bir oyuk bulunması çok garip. Sanırım orada bir dehlizin ağzı gibi bir şey var.» dedi.
Önderleri, «Onu da nereden çıkardın?» diye sorunca, bu kuyunun Mısır’da Nil boyunca yapılmış eski tapınaklarda görülen ve Nil Nehri’nin nasıl yükseldiğinin ölçümlendiği kuyulara benzediğini, onlarda da tıpkı buna benzer bir oyuğun bulunduğunu ve eskiden tapınaklarda yapılan inisyasyon işlemlerinde adayın sınavdan geçirilmesi sırasında da kullanıldığını anımsattı.
Bunu diğer genç de biliyordu. O da ilgilendi ve oraya bir göz atmaya hevesli olduğunu gösterdi.
Önderlerinin de buna aklı yatmıştı. Gerçi burada öyle nehir falan yoktu ama benzer bir gerekçeyle öyle bir düzenleme yapılmış olabilirdi.
«Şimdi ben size “Öyle şey olmaz. Orası herhalde doğal etkilerle oyulmuş olsa gerektir. Gidelim.” desem, bana inanasınız gelmeyecek ve ille de bakmak isteyeceksiniz, içinizde kalacak, biliyorum.» dedi, «Aslında ben de orasını şöyle bir görmek isterim. Bunun bize hiçbir zararı olmaz. Ancak oraya inmek de çıkmakta biraz zor. İyisi mi, biraz ağaç toplayıp bir merdiven yapalım, burada geceleyelim, yarın gündüz gözüyle hep birlikte oraya daha rahat bir şekilde inip bakalım; böylece merakınızı gidermiş oluruz.»
Yemeklerini bitirdikten sonra, merdiven yapmak üzere kalın ağaç dalları ve yakındaki bir kuru su yatağından sazlar toplamaya giriştiler.