Ertesi sabah aynı yoldan ve aynı yöntemle dehlize girip, ilk demir kapıya ulaştılar.
Önderleri, önceki gelişlerinde o kapıyı açmış olan genç gezgine dönüp «Haydi yine aç bakalım.» dedi.
Genç gezgin daha önce yapmış olduğunu yine yapmak istedi. Olmadı. Birkaç kez denedi. Yine olmadı. Sonunda pes etti. Böylece kapıyı ilk açışının rastlantısal olduğunu anladı.
Önder, «Anlattıklarımı ne çabuk unuttun.» diye serzenişte bulundu ona, «Tamam, anladık, ilk kez kapıyı açışın bir rastlantıydı. Şimdi bilgini kullansana.»
Genç gezgin şaşaladı. «Peki ne yapmalıyım?»
«Düşünmeli ve olayın aslını kavramalısın. Önce yeryüzünü, sonra bölümlerini düşün. Onları tanımla. Son olarak dünya egemenliğini yerleştir.»
Bunun üzerine genç gezgin elini önce kapının üzerindeki yuvarlağın üzerinde dolaştırdı. Sonra, enine ve boyuna olmak üzere çapraz hatları izledi. Daha sonra da elini “taç” biçimindeki figürün üzerine bastırdı. İşte o zaman kapının açıldığını belirten mekanik sesi yine duydular.
Böylece itip açtıkları kapıyı takozla iyice sıkıştırdıktan sonra ikinciye geçtiler.
Önderleri «Bundan sonrasını bana bırakın. Siz sadece yardımcı olun. Yanlış bir iş yapmayalım. Fakat beni dikkatle izleyin.» diyerek öne geçti. Daha önce yaptığı gibi elini ayın üzerinde gezdirdikten sonra bastırdı. Kapıdan ses çıkmadı.
Hayret!... Önderin düşündükleri yanlış mıydı yoksa?
Bir kez daha denedi. Boşuna!
Birden yumruğunu sıkıp alnına indirdi. Elbette!... Olacak bir şey yoktu ki. Oraya daha önce de basmışlar ve kapının mekanik düzeneğindeki birinci kilit açılmıştı zaten. Öylece bekliyordu, doğru sıraya uyarak ikincisini açacak olanı.
Bunu kavrayınca önder, birbiri ardınca fakat ağır ağır tüm diğer kabartılara sırasıyla bastı. Her keresinde o mekanik esi duydular. Sonuncusunda, kapı kendiliğinde hafifçe aralandı.
Kapı aralanır aralanmaz, dehlizin içine nereden geldiği bilinmez temiz hava doluverdi. Diğerleri havayı büyük bir zevkle ciğerlerine çekerken, önderleri bunu şaşkınlıkla karşıladı ama onlara belli etmedi. Kapıyı iyice, sonuna kadar itti; meşaleyi önünde ve yukarıda tutarak ilerlerken ötekilere eslendi: «Hemen bu kapıyı da önceki gibi sıkıca takozlayın..»
Şimdi girmiş oldukları yer, kubbe biçiminde bir tavanı olan, dehlizden daha geniş bir odacıktı; hücre gibi.
Duvarlar çok düzgün kesilerek yerleştirilmiş büyük taşlarla yapılmıştı. Tam ortada üçgen prizma biçiminde iri bir kütle vardı; çevresinde de üzerlerinde birer yağ kandili bulunan üç sütun.
Önder, elindeki meşaleyle kandillerden birini yakmayı denedi. Kandil yandı. Küçücük oda aydınlanıverdi. Oldu olacak, öteki kandilleri de denedi. Üçü birden yanınca, ortalık pırıl pırıl aydınlandı. Bunu üzerine önder elindeki meşaleyi söndürüp bir yana bıraktı.
İşte tam o sırada ortadaki kütlenin üzerindeki akik küp taşı gördü. Aslında o orada durup duruyordu elbette ama kandilleri yakmaya yoğunlaşmış, sütunların orta yerine hiç dikkat etmemişti o ana kadar. Ötekiler de… Zaten gençler, şaşkınlıktan ne yapacaklarını hatta ne düşüneceklerini bilemez haldeydi.
Kandillerin mumları titreştikçe üzerine ışık vuran akik taştan hareler yansıyordu. Önderin gözleri ona takılıp kalmıştı ama gençler biraz daha başka bir havadaydı; ağır ağır dolaşmaya giriştiler. Daha çok o üçgen prizma biçimindeki kütleye takılmışlardı. Yan yüzlerine birtakım harfler, sayılar, geometrik biçimler, matematik âletleri gibi oymaların işlenmişti. Yakından bakarak bunlardan bir anlam çıkarmaya çalıştılar.
Önderleri ise onlara bir şey demeden akik küp taşa yaklaştı. Şöyle bir tutarak kaldırmaya çalıştı. Ağırdı. Kucaklaması gerekti. Evirip çevirdi. Alt yüzüne üçgen biçiminde altın renkli bir plâka gömülü olduğunu keşfetti. Üzerinde bir şey yazılıydı. Şöyle bir çevirip baktı. Bakar bakmaz da telaşlandı. Gençlere belli etmemeye özen göstererek akik küp taşı yerine bıraktı.
Gençlerden biri bölmenin arka köşesine doğru duvara dayalı duran bir mermer levha görmüştü. O kadar çok bu odacığın ortasında yoğunlaşmışlardı ki, o ana kadar onu fark edememişlerdi. Mermer levhayı eline alıp şöyle bir inceledi. Arka yüzünde bir şey yazılıydı. Okuyamadı. Önderine gösterdi.
Önder, eline aldığı levhaya bakınca, yazıyı «Adonai» diyerek okudu.
Bunu duyunca gençler kendilerini yere attı. Önderlerinin ayaklarının önüne kapandılar.
Oysa önderleri pek sâkindi. Gençlere «Ne oldunuz ki öyle?» dedi, «Bu sözcük zihninizde tasarladığınız Tanrı kavramının aradığınız gerçek anlatımı değildir. Boşuna!... Kendinizi eksik ve yanlış bilgilere tutsak etmeyin.»
Mermer levhayı bir yana bıraktı. Anlaşılan bu gençlere işin doğrusunu göstermek, onları daha da aydınlatmak gerekiyordu. Madem onları peşine takmış, buralara getirmiş, üstelik bir de yeraltında keşfettikleri bu gizli bölmeye girmelerini de sağlamıştı, bundan sonrasını onlardan gizleyemezdi; gizlememeliydi. Onların da bu aydınlanmaya hakları vardı. Buna yeterince hazır mıydılar, o ayrı konu.
Karar verdi. Gençlere biraz uzaklaşmalarını söyledi. Sonra akik küp taşı iki eliyle sıkıca kavrayıp kaldırdı. Çevirdi. Onlara alt yüzünde gömülü olan altın deltayı gösterdi. «İşte, aradığınız asıl sözcük budur. Mimarın madalyonunun öteki yüzünde yazılı olan da buydu.» diyerek, önce akik küptaşı yerine bıraktı; sonra da koynundan madalyonu çıkarıp, onu da gösterdi.
Gençlerden biri «Peki ama orada ne yazıyor? Bu sözcük nedir?» diye sorunca, önder «Bu, hiçbir ölümlünün dile getirmemesi, hiç kimsenin dudağından çıkmaması gereken sözcüktür. Ne anlama geldiği nitelendirilemez. Ben bunu öyle biliyorum; siz de öyle bileceksiniz.» dedi.
Genç gezgin tam ısrarlı bir tavırla bir şey söyleyecekti ki, «Şimdi sırası değil.» diyerek onu susturdu. Kopuk zincire bağlı madalyonu yine koynuna soktu. «Burada işimiz bitip de dışarıya çıktığımızda, size bunu çok daha ayrıntılı olarak anlatırım. Gerçi onun aynısını, daha doğrusu aslını görmüş olduk ama şimdi bu konu üzerinde konuşmamalıyız. Çok uzun sürer. Fakat söz veriyorum, anlatacağım. Hepsini öğreneceksiniz»
Gençler buna ses çıkarmadı. Ne zaman ne kadar söz söylenmesi, ne zaman ise susup dinlenmesi gerektiğini çok önce öğrenmişlerdi. Ancak gençliğin heyecanının bastıramadıkları anları da oluyordu işte. Önderleri de bundan ötürü onları hoşgörüyle karşılıyordu. Olgunlaşma yolunda daha çok yürüyecekti ikisi de.
Buna karşın içlerinden biri üçgen prizmayı göstererek «Peki, şunlar nedir?» diye sorunca, önderleri o ana kadar dikkat etmemiş olduğu o yazı, rakam ve şekillere bir göz gezdirdi. Gülümsedi. «Tamam, bunlar bu işin aslı, kökeni, temeli. Bir bölümünü zaten biliyorsunuz ama onların da ayrıntısına gireriz.» dedikten sonra «Kalemi kağıdı olan var mı?» diye sordu.
Yoktu. Yanlarına öyle bir şey almayı hiç düşünmemişlerdi. Nasıl düşünmüş dolabilirlerdi ki gerekebileceğini! Ağırlık etmesin diye heybelerini yukarıda bırakmışlardı.
«Peki o halde. Aslında bunları yeniden oluşturmak da pek zor değil ama siz şimdi ayrı ayrı neler yazılı ve çizili olduğuna iyice bakıp bellemeye çalışın. Olabildiği kadar. Sonra çaresine bakarız.»