Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: MEROVENJLERİN SOYU - 3  (Okunma sayısı 2580 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ekim 30, 2009, 10:39:09 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay





Merovenjlerin hiçbir zaman unutulmayıp hep gündemde tutulmasından yana olanlar olduğu gibi, onları adları bir daha hiç hatırlanmayacak bir şekilde tarihe gömmek isteyenler de olmuştur.

Merovenjlerin günümüzün anlayışı çerçevesinde “kral” olduklarını söylemek yetmez. Onlara bir bakıma “rahip krallar” demek daha doğrudur.

Bu nitelendirme ise sadece Merovenjlere özgü değildir. Tarih boyunca çeşitli ülkelerde benzerleri görülmüştür. Hatta bu kralların ruhanî işlevlerinin, dünyevî görevlerine oranla öncelikli olduğuna inanılmıştır. Bu krallar, isteksizce boyun eğilmesi gerekmeyen ve hiç de doğru olmayan, üstün bireysel nitelikleri nedeniyle sevilen ve saygı duyulan tinsel liderler olarak görülmüştür.

Nitekim Merovenj hanedanından gelen bir kişinin “kral” sayılması için, bir taç giyme töreni yapılıp herhangi bir din adamı tarafından kutsanarak tahta çıkması gerekmezdi. Onlar kendiliklerinden kral sayılırdı. Bu bir doğal ve kutsal haktı. Merovenjlerden gelme kral, halkının egemen gücüydü ama hiç kimse ondan devlet işleriyle doğrudan ilgilenmesini, halkı yönetmesini beklemezdi. Kralın asal işlevi herhangi bir iş yapmak değil, “var olmak” sayılırdı. Çünkü o carsa halkı da var olurdu.

Her Merovenj kralının bir tür inisyasyondan geçirilmiş olduğu da anlaşılmıştır. Bu, çok sonraki tarihlerde bulunmuş mezarlarında yapılan araştırmalar sırasında ortaya çıkmıştır. Bu hanedandan mezarı bulunmuş olan her kralın kafatasında doğuştan değil, sonradan açılmış bir delik olduğu görülmüştür. Tıpkı Tibet’teki Budist rahiplerin kafalarına açılan delik gibi...

Merovenjlerin 5. yüzyıl sonlarındaki kralı 1. Clovis, Frank Krallığının sınırlarını genişletmek istiyordu. Bunun için de papaya bir dilek iletti. Halkının yanı sıra, Katolik Kilisesi’nin de kendisini resmen “Frank Kralı” olarak tanımasını istedi. Bunun karşılığında Katolik olmayı kabul edecekti.

İşte bu beklenmedik bir durumdu. Kral, doğrudan dünyevî işlerle de ilgilenmeye girişmiş demekti. Fakat hiç kimsenin de buna hiçbir diyeceği olamazdı. O kraldı. İstediğini yapardı. Elbette bir bildiği vardı.

O sıralarda Katolik Kilisesi’nin başı hayli dertteydi. Daha henüz otoritesini Avrupa’ya tam olarak kabul ettirememişken bir de Roma İmparatorluğu’nun parçalanması başına büyük işler açmıştı. Bir yandan Hıristiyanlığı hiç de Kilise’nin öngördüğü gibi benimsemeye yanaşmayıp kafa tutan Vizigotlar ile uğraşırken diğer yandan da İtalya’nın kuzeyine yerleşmiş ve onların paralelinde sayılabilecek bir tutum benimseyen Lombardlar ile uğraşıyordu. Bu arada, öteden beri aklına estiğince davranan Kelt Kilisesi'ni nasıl yola sokabileceğini de kara kara düşünüyordu.

Bunların hepsi sapkınlığı ele alıp gitmişti. İsa’nın aslında “Tanrı’nın oğlu” falan değil, herkes gibi bir insan olduğunu, ancak bir peygamber sayılabileceğini ileri sürüyorlardı. Gnostisizme yakın bir eğilim gösteriyor, insanın gerektiğince doğru bir inanç sahibi olabilmesi için birtakım rahiplere ya da benzer aracılara gerek olmadığını savunuyorlardı. Bu gibi lâflar insanların aklını karıştırıyordu. Şayet Kelt Kilisesi böyle sapkın bir düşünceye göz yummayı yeğliyorsa, o kendi otoritesinin ezilmesine ve varlığının sona ermesine razı olabilirdi ama Katolik Kilisesi bunu kaldıramazdı.

Clovis Katolik Kilisesi’ne yanaşınca, Papa 2. Anastasius bunu kaçırılmaz bir fırsat saydı. Şayet o Katolik Kilisesi’ni gerçekten de Batı Avrupa’da “Hıristiyanlığın tek egemen otoritesi” olarak tanırsa, papa da onun kendi ülkesinde “kral” olduğunu resmen onaylardı. Bir karşılıklı alışverişti bu. Kilise böylece hiçbir şey yitirmezdi. Aksine, bir taş atıp iki kuş birden vurmuş olurdu. Bir yandan Frank Krallığı’na egemen olan Merovenjleri Keltlerden koparmış olur, diğer yandan da en büyük rakibi olan Ortodoks Kilisesi’nin edinmiş olduğu güç düzeyine erişme olanağını elde ederdi. Hele Clovis Kilise’ye bir de Vizigotlar ve Lombardlar ile başa çıkmasında askerî güçle yardım ederse, bu da aynı taşla vurulan üçüncü kuş olurdu. Özel olarak Katolik Kilisesi’nin çıkarlarının yanı sıra, genelde Hıristiyanlığa da kazanç sağlanmış olurdu. Çünkü Franklar, Antik Çağda Mora Yarımadası’nın kuzeyinde yerleşmiş olan Arkadyalılar gibi Artemis benzeri bir dişi tanrıça olan ayıya tapınmaktaydı. Bunun Kelt inancındaki karşılığı Arduina, öteden beri Galya’nın kuzeyindeki Ardennes adlı bölgede yaşayanların ana tanrıçasıydı.

1. Clovis ile Papa 2. Anastasius, sonsuza dek süreceği öngörülen bir anlaşmaya vardı. Buna göre; Clovis’e “Novus Constantinus” (Yeni Konstantin) unvanı verildi. “Kutsal Roma İmparatorluğu” adını alacak yeni bir egemenliğin başı olduğu, bunun soya bağlı olarak süreceği de benimsendi. Böylece Avrupa’nın doğusunda olduğu gibi batısında da kılıç ile haç birleştirilmiş oluyordu.

Bundan sonra 1. Clovis, ülkesinin sınırlarını artık “imparator” sıfatıyla genişletti. Bugünkü Fransa’nın tümü ile Almanya’nın büyük bir bölümüne sahip çıktı. Oğlu 1. Chlotar ise imparatorluğu ancak üç yıl yaşatabildi. Erken gelen ölümü ile birlikte imparatorluk, Frankların öteden beri benimsediği bir aile geleneği uyarınca Chlotar’ın üç oğlu arasında paylaşılarak birbirine komşu üç ayrı krallık oluşturuldu. Austrasia olarak da anılan Doğu Frank Krallığı 1. Sigebert’e kaldı. Diğer iki krallıktan batıdakine Neustria, güneydekine Burgundia, hepsine birden topluca “Frank Krallıkları” deniyordu.

“Kutsal Roma İmparatorluğu” şimdilik rafa kalkmış gibi oldu.

Bu olaylar dizisini burada bırakmalıydım ama 1. Clovis hakkında belirtilmesi gereken pek ilginç bir konu var.

1653 yılında, Fransa’nın kuzeyindeki Ardennes bölgesinde yapılan arkeolojik kazılar sırasında 1. Clovis’in daha önce rastlanmamış olan mezarı keşfedildi. Açıldığında, içinde eskiden her kralın mezarında bulunması olağan kalıtlar ile karşılaşıldı; silâhlar, mücevherler, krala özgü giyim ve kuşamın artıkları gibi... Ancak burada birtakım garip şeyler de vardı. Altından yapılmış birer at ve boğa kafası ve bir kristal küre gibi... En ilginci ise arı biçimindeki üç yüz kadar küçük altın parçasıydı. Nitekim arı, Merovenjler tarafından kutsal sayılırdı.

Buraya kadar iyi, olabilir ama asıl bundan sonrası ilginç…

Napoléon Bonaparte, üniformasının üzerine mutlaka arı biçiminde bir takı iliştirirdi. Merovenjler ile bağlantılı soy ağaçlarına ilişkin araştırmaların temeli olan birçok eski bilgiyi içeren kitaplar, onun imparatorluğu döneminde toplatılıp Paris’teki Arsenal Kütüphanesi’ne yerleştirilmişti. İmparatoriçe Josephine’in babasının soy ağacı incelendiğinde, bunun Merovenjlere kadar uzandığı görülür. Bunu Napoléon da biliyordu ama heyhat! Onun soyu Merovenjlere dayanmıyordu. Dayansaydı, belki tarihin akışı değişirdi hatta onun egemenlik dönemine gelinceye kadar çoktan bambaşka bir biçim almış olurdu.



ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
0 Yanıt
2437 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 28, 2009, 07:40:04 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2241 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 29, 2009, 09:19:01 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2111 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 31, 2009, 09:52:10 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2899 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 01, 2009, 08:18:49 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2061 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 02, 2009, 08:28:32 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2199 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 03, 2009, 09:36:49 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
1972 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 04, 2009, 07:42:44 öö
Gönderen: ADAM
4 Yanıt
5762 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 25, 2019, 10:38:19 öö
Gönderen: Mandıra Filozofu