Kardesimiz Zeki Alasyanin ITO`da bursiyerlerimize yaptigi konusmanin ozeti:
" Istanbul `dan Soz Edecegim "
Hani şu içinde yaşadığımız, gazetelerin 2030 yılında Dünya’nın 20. Avrupa’nın birinci büyük kenti olacağını yazdıkları bu muhteşem, bu güzel, bu talihsiz, bu zavallı kentten sözedeceğim.
Mesleğim gereği yıllar yılı insanları güldürdüm durdum. Ola ki bu şartlanmadan, ne zaman ve nerede insanlarla konuşsam gülerler. Anlattıklarım gülünç olmasa da gülerler... Sanırım bu gece sizler de “Şimdi Zeki Alas ya komik bir şeyler anlatacak, bizler de güleceğiz”, diye düşünüyor olabilirsiniz. Ne yazık ki düş kırıklığına uğratacağım hepinizi. Söyleyeceklerim güldürmeyecek sizi. Hatta belki de biraz üzecek.
1943’te İstanbul’da doğdum ben.Altmışiki yıldır bu şehirde yaşıyorum. Dört bir yanını gezdim Dünya’nın, en iyi bu şehri biliyorum. Birbirinden güzel onlarca büyük kent gördüm, en çok bu şehri seviyorum... Bu yüzden dertliyim, üzüntülüyüm ve bu olağanüstü kentin, yeni bir yüzyılın başındaki, 2005 yılındaüki halini içime sindiremiyorum.
Şair yüzyıllar önce,
“Bu şehr-i Stanbul ki bir misl-ü bahadır, Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır, Bir gevheri yekpare iki bahr arasında.
Hurşidi cihantab ile tartılsa sezadır...
Altında mı, üstünde midir cennet-i ala,
Elhak, bu ne su, bu ne hoş ab-ı havadır...”
demiş...
Peki, acaba ne olmuş ta, bir tek taşına, bir bütün Acemistan’ı feda edebildikleri bu sihirli belde bu hale düşmüş... Suçlu kim, ya da kimler... Kimlerin zamanında yitmiş, gitmiş bu kent böyle? Kim verecek bu cinayetin hesabını... Bu tip soruların cevabını vermek öyle pek kolay değil... Bir dönemi, ya da birilerini suçlayarak çıkamayız işin içinden... Yüzyıllar süren hataların, yanlışlıkların, nemelazımcılığın sonucu bu...
Oldum olası, “geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer”, sözünü sevmedim... Yaşadığımız anı ve geleceği anlamamanın zavallılığı yatar bu sözde... Geçmişe öykünmek yerine geleceğe umutlu olmayı yeğledim hep.
İstanbul, hep birilerinin kıskandığı, elde etmek istediği şehir oldu... Sayısız kere kuşatıldı, işgal edildi. Yakıldı, yıkıldı. Sahipleri
İstanbul’u imar etmek yerine savunmayı ön planda tuttular. Dört bir yanını surlarla çevirdiler işe yaramadı... Fatih, 1453’te fethettiği zaman, Konstantiniyye, Bizans’ın perişan ekonomisinin nüfus kağıdı gibiydi... Yıllardır tamir görmemiş, çoğu yıkılmaya yüz tutmuş muhteşem eserler ve bu eserleri çevreleyen karmaşık, tozlu daracık yollar ve plansız, düzensiz binlerce ev; eğer ev denilebilirse!..
Şimdi, “İyi de o zaman Dünya’da hangi kent doğru dürüst, planlı, programlı idi?”, diye sorabilirsiniz. Üstelik böyle sormakta haklı da olabilirsiniz... Ancak amacımız 1453’teki durumu tespit yanlızca.. Kaldı ki kişisel merakım nedeniyle birkaç batı kentinin 500 yıl kadar önrceki durumunu anlatan kitaplar karıştırdım. Sayıca az da olsa; planlı, düzenli kentlere rastladım. Roma, İstanbul kadar esski bir kent olmasına rağmen, bu konuda ilginç bir örnek... Londra’da, Paris’te...
Neyse kardeşlerim, biz dönelim 1453’e... O dönemde Osmanlı İmparatorluğu güçlü ve zengin... Padişah, kentin Türk nüfusunu artırmak için İmparatorluğun çeşitli yörelerinden on binleri getirip, İstanbul’a yerleştiriyor.
Evler yapıyoruz tahtadan... Tahta yeterli bir malzeme sayılıyor... “Ben oturayım, benden sonraki kuşaklar da otursun”, gibi bir düşüncemiz yok çünkü... Tahta yetiyor da artıyor bile.. Zamanın tahribatı da önemli değil.. Yıkılır, gene yaparız diye düşünüyoruz... Tahta kolay alev alan bir malzama. Yangınlar çıkıyor, binlerce ev yanıyor her defasında; “Yansın, gene yaparız”, diyoruz... İstanbul yana yıkıla geçiyor yıllar...
Bu arada Rönesans’ın sanatta, kültürde olduğu gibi şehircilikte de yenilikçi etkileri görülüyor. Avrupa kentlerinde... Uygarlık yolunda dev adımlar atan Avrupalı’nın yaşama standardı her geçen gün yükseliyor. Büyük merkezler adeta yeniden şekilleniyor, pislikler yıkılıp temizleniyor... Yeni ve geniş caddeler açılıyor... Parklar için geniş alanlar ayrılıyor. Batılılar, alt yapı denen olayın farkına bu dönemde varıyorlar. Uzun vadeli planlar uygulamaya konu luyor... Londra, Paris, Roma, Madrid, Moskova, Berlin... Saymaya gerek yok, hemen hepsi yeniden doğuyor sanki...
Biz bu arada durmadan savaşıyoruz. Ha, tabi bu arada ahşap ev yapımına devam ediyoruz... Yanıyor yapıyoruz, yıkılıyor yapıyoruz.. Ve dostlar, şaşırıyorum, biri de kalkıp, “Bu ahşap ev olayı pek akılcı değil, taş evler yapalım da, yanmasın, yıkılmasın,” demiyor...
Bu konuda bazılarının, “İstanbul deprem kuşağında, tarihi boyunca birkaç kez fena sallanmış, taş taş üstünde kalmamış, bu yüzden tahta evler yapmışlar, çünkü tahta evler depreme dayanıklı”, iddiaları da pek inandırıcı, ya da akılcı gelmiyor bana.. Esas neden tahtanın ucuz bir malzeme olması ve kenti çevreleyen ormanlarda bol ve kolay bulunması. Yüzlerinizde bir şaşkınlık görür gibiyim... “Şehri çevreleyen hangi ormanlar?” dediğinizi duyar gibiyim.
Sonra birinci Dünya savaşı... Ve... İstanbul’um bir kez daha işgal edilme talihsizliği yaşıyor... Bereket bu kez yakıp yıkmıyorlar... Yıkmıyorlar da, yıkmaktan beter ediyorlar...
1919’dan 1923’e kadar, sokaklarını fütursuzca çiğneyen işgal kuvvetlerine, diş bileyerek katlanıp, sabırla bekledi koca kent. Sabırla bekledi kurtulacağı günü.
Sonunda geldi zafer... Mustafa Kemal, binlerce yıllık kentin, belki de tarihindeki tek şansıydı. Yeni modern Türk Devleti, laik, çağdaş bir Cumhuriyet’le taçlandı 29 Ekim 1923’te.
İstanbul, 29 Ekim 1923’te. 1900’den pek farklı değil... Pardon, biraz farklı... 1908’de bir büyük yangın daha çıkmış, binlerce ev yanmış... Yani şehir, 1900’deki halinden daha kötü... Bir de artık başkent değil, belki bu yüzden biraz boynu bükük, kırgın... Gene de buruk bir sevinçle alkışlıyor Cumhuriyeti. Hiç değilse özgür bir kent artık. Başkent olmasa da, genç Cumhuriyet’in en büyük şehri. Kültür merkezi...
1923 yılı önemli bir dönüm noktası İstanbul’un tarihinde... 82 yıl geçmiş o günden bu güne dek... Ben inanıyorum ki; İstanbul’un son 82 yılında doğru şeyler yapılsaydı bu güzel kent için, kuruluşundan 1923’e kadar yapılan bütün yanlışlara rağmen, İstanbul’umuz çok farklı bir durumda olurdu bugün... Ama ne yazık ki doğru şeyler yapılamıyor... Anadolu harap, yapmak zorundayız... Bu karmaşada İstanbul’u düşünen kim?
Cumhuriyet’in ilk kuşağı, -En azından çoğu- ülke çıkarlarını kişisel çıkarlarından önde sayan insanlar. On yıl içinde bir yandan 600 yıllık bir İmparatorluğun ve savaşın faturasını ödüyoruz, bir yan dan da peşpeşe mucizeler yaratıyoruz...
“Çıktık açık alınla on yılda on savaştan, / On yılda onbeş milyon genç yaratık her yaştan, / Başta bütün dünya’nın saydığı Başkumandan / Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan”, diye haykırıyoruz 1933’te coşkuyla...
Bu arada -belki inanması zor- İstanbul’da da birşeyler yapılıyor... Parklar, meydanlar düzenleniyor, yeni yeni yollar açılıyor... Ne yazık kı iyi niyetlilerin çoğu bilgisiz, bilgililerin bir kısmı ise kötü niyetli... Acımasızca yıkıyorlar onca yangını kazasız belasız atlatabilmiş, güzelim ahşap evleri, konakları. Yerine şekilsiz beton kibrit kutuları dikiyorlar... Üstelik, giderek artan nüfusa yetmesi için üst üste yapıyorlar bu sözüm ona evleri... Hiç kimse de, “Yahu, bütün halkı buraya yerleştirmek şart mı”, diye sormuyor...
Batılıların, “Old city” ya da “Alt stadt” dedikleri ve gözleri gibi baktıkları yerler vardır büyük kentlerinde. Şehri ziyarete gelen turistler öncelikle bu bölgeleri gezer ve kentin tarihi ve kültürü hakkında en inanılır bilgilere bu yörelerde ulaşırlar. Turizmden kazanılan milyar dolarların kumbarasıdır o yerler. İşte biz, dünyada belki de sadece Roma’da ve İstanbul’da bulunan genişlikteki o olağanüstü bölgeyi inanılmaz bir vahşet ve bilgisizlikle mahvettik. Paha biçilmez eserler yıkıldı, yağmalandı.
Benzeri bir yağma da Beyoğlu tarafında yaşandı... Orada da yıkabildiklerini büyük bir acımasızlıkla yıkıp, yerine çirkin binaları oturttular... İstanbul’da ilk stadın açılış tarihi 1948... Cumhuriyet’in kuruluşundan 25 yıl sonra... İlk açıkhava tiyatrosu ve ilk kapalı spor salonu da o tarihte yapılıyor... Söz bunlardan açılmışken aklıma geldi, söylemeden edemeyeceğim... Olmayacak şeyleri, olmayacak yerlere yapmakta ustayız, biliyor musunuz?.. Özene bezene stad yapıyoruz, nereye... Dolmabahçe sarayı, Dolmabahçe Camii, Taşkışla üçgenine... Sıradan bir şehircilik uzmanı saçını başını yolabilir bu becerimizi duysa. Ayrıca bir gazhane var orada ve stadımızın üç yanı tribün, bir yanı gazhanenin duvarı... Gazhane çalıştığında, ki çok zaman çalıştırdı, rüzgar ters eserse maçların yarıda kaldığını hatırlarım... Göz gözü görmezdi dumandan...
Ah keşke tek örnek bu olsa... Süleymaniye Camii’nin hemen önüne Botanik Enstitüsü yapıldı... Haliçten görülmez oldu güzelim başyapıtı Sinan’ın... Kuruçeşme’deki kömür depolarını kaldırmak kaç yılımızı aldı, bir düşünün... Bahçesine stad yaptığımız güzelim Çırağan Sarayını, hem de Boğaz kıyısında, bir harabe olarak bıraktık yüz yıla yakın bir zaman... Tepebaşı’nın, Haliç’e bakan en güzel yerinde iki tiyatro binamız vardı. Dram ve Komedi Tiyatroları. Ben arkadaşınız kaç kez oyun seyretmiştim o iki güzel binada. Yandı, yıkıldı... Yeniden inşa etmek yerine, günümüzde, TRT’nin kullandığı rezilce çirkin bir kümbet diktiler oraya...
Neyse, bırakalım bu rezaletleri de İstanbul’umuzun özet yakın tarihine devam edelim... Otuzlu yılların sonların ülke zor ve karanlık günler yaşıyor.. 1938 de büyük Kurtarıcıyı kaybediyoruz... 1939 da İkinci Dünya savaşı başlıyor... Çilekeş kent bir savaş daha yaşıyor... Gene savunma ön planda tabii... Savaş yeni zenginler, yeni rant hesapları ve yeni dengeler yaratıyor ve saydıklarımın hemen hepsi, İstanbul’un aleyhine oluyor... Şehir olması gereken yönde değil, arazi sahiplerinin çıkarları yönünde genişliyor... Bu arada Cumhuriyet’in idealist ilk kuşaklarının yerini kişisel çıkarları ön planda yeni bir kuşak alınca, yağma yayılarak büyüyor... Gene o dönemde bilgisizliğimize, vurdum duymazlığımıza, çıkarcılığımıza yeni bir olumsuzluğumuz ekleniyor... Oy kaygısı... Tek partili düzenden çok partili düzene geçme hazırlığı yapıyoruz çünkü... Politikacılarımızın ve yöneticilerimizin bu oy kaygısı sanırım İstanbul’un sonunu hazırlayan en can alıcı etken oluyor...
1950’de tek parti dönemi bitiyor ve Demokrat Parti’nin 10 yıllık dönemine giriyor İstanbul...
Kitaplar yazılabilir bu konuda, yazılmıştır da... Artıları, eksileriyle önemli bir dönemdir bu on yıl İstanbul’un tarihinde.. Artıları mı fazladır, eksileri mi tartışılabilir... Politika yapmıyoruz burada... Ancak bir gerçek var ki, iyi niyetle bilgisizliğin, çalışkanlıkla plansızlığın at başı gittiği bir dönemdir bu dönem... Yollar, bulvarlar açıldı 50’li yıllarda...
Gerekliydi, ellerine sağlık... Ama gene 50’li yıllarda başlayan İstanbul’un son ve büyük işgaline dur diyemedik... Bu defa işgalciler toplarıyla, tüfekleriyle değil, çantaları, denkleri ve sepetleriyle geldiler... Korkunç bir arazi savaşı başladı... Ne merkezi yönetim, ne yerel yönetim dur dedi bu işgale... Gecekondu kabusu çöktü güzel şehrimin üstüne... Oy uğruna kentin en güzel yerleri adeta peşkeş çekildi, yeşil alanlar acımasızca talan edildi... “Yakında seçim var, sesimizi çıkarmayalım”, diye her şeye göz yumuldu... Bu talan, bu haksız bölüşüm, bu çılgın kapkaç 1960’dan sonra da sürdü ve ne yazık ki hala sürüyor...
Bir ülkede % 2 civarında nüfus artışı varsa, insanlar inanılmaz bir yoğunlukta büyük kentlere göçüyorsa, bir ülkede enflasyon 20 yılı aşkın bir süre % 100’lere yakın sürmüş ve gelir dağılımı bu denli bozulmuşsa ve bir ülkede politikacılar ve yöneticiler kişisel çıkarlarını, ülke çıkarlarından önde tutuyorsa ve de o ülkede İstanbul gibi güzel ama sorunlu, muhteşem ama talihsiz bir koca kent varsa, vay o kentin haline... Vay İstanbul’umun haline...