Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: OKÜLTİZMİN KAYNAĞI ÜZERİNE BİR YORUM - 1  (Okunma sayısı 2970 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Nisan 02, 2010, 04:10:27 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



İlk insanlar çevrelerini incelemeye ve doğuştan gelme akıllarını kullanarak düşünmeye başlar başlamaz, doğa, dünya, evren gibi konulara ilişkin edinebildikleri bilgileri adlandırmaya da başlamıştı. Bu bağlamda “tanrılar” olarak niteledikleri güçler karşısında korunmasız kalmış, ürkmüşlerdi. Şimdilik yaşamın gizemlerini düşünmekten çok, günlük sorunların çözümüyle uğraşıyor hatta yaşama savaşımı veriyorlardı. Bunun için doğa ile didişmek zorundaydılar. Kullandıkları sözcükler, ilk sözlü kayıtları oluşturmaktaydı. Bu, bir kültürden diğerine farklılık gösterebiliyordu.

Bunu izleyen ve ilerleyen zamanlarda, belli bir kültürde artık her şeyin o kültürü oluşturanlar tarafından kabul edilmiş bir adı vardı. Güneş, ay, doğum, ölüm, ağaç, yol, taş, insan, mızrak…

İnsanın çevresindeki her şeyin, kendisine göre ayarladığı bir adı olmuştu. Önceleri basit simgeler aracılığıyla anlaşan, el kol ya da beden hareketleri ile kendini diğer canlılardan ayıran insan, diğer canlılardan en büyük ayrılığının farkındalığını da yaşamaktaydı artık.

Doğa karşısında yalnız kaldığında ya da korktuğunda aklına ilk gelen şey, bu kullandığı sözcüklerden medet ummaktı. Örneğin bir mağarada karanlıkta otururken dışarıda yağan yağmur, çakan şimşek ve gök gürültülerinden korkuyor, aklına ilk gelen şeyi düşünüyordu. Bu belki de hemen her sabah ortaya çıkmasıyla her yeri aydınlatan güneşti. Onun adını hep, tekrar tekrar dile getirirse, karanlıkların dağılacağını, bulutların çekip gideceğini, göklerden gelen korkunç gürültünün önleneceğini düşünmekteydi. Çünkü insan karanlıktan, buna karşılık sert çakan ışıktan ve bir de aşırı gürültüden hep korkmuştur; hâlâ da sürer bu korkusu.

Aradan binlerce yıl geçti.

Kulaktan kulağa aktarılan masallar, efsaneler, mitler oluştu.

İnsan artık seslerle dile getirilenler kavramları da simgelerle günlük yaşamına taşımış, hazır tutabiliyordu. Onlardan bir çeşit medet umabilmekteydi. Yaşadığı yerde kayaları düzleyerek oraya çizdiği daireler ile yaşamın sürekliliğini anlatmaya çalışıyor, kendini, kendine göre çok genç yaşta terk edeceği bu yaşamın bir son olmadığına inandırmaya uğraşıyordu. Zorluklarına karşın yaşam tatlıydı çünkü.

İnsan artık doğa ile dost olmanın yolunu da bulmuştu. Bilmediği bir gücün tüm evreni yarattığına inanıyor, yıldızları, gezegenleri, kendisini, ertesi gün avlayacağı hayvanı, topladığı meyveleri onun yaratıp kendisine armağan ettiğini düşünüyordu.

Doğaya ve yırtıcı hayvanlara karşı korunmak, bir de yaşamı paylaşarak daha verimli kılmak için çoktan toplumlar kurmuştu. Bu toplumlardaki her kabile ya da kültür, her nerede olursa olsun aşağı yukarı aynı tarzda düşünmekteydi. Her şeyin üstünde olan bir ilkenin gücüne inanmaktaydılar. Onlara göre bu öyle üstün bir güçtü ki, her sabah güneşi doğuruyor, akşam batırıyor, suları yerden fışkırtıyor, meyveleri hiç yoktan ağaçlardan çıkartıyordu. Her şeyin arkasında o vardı.

Onu göremiyorlardı ama vardı işte… Olmasaydı, bunlar da olmazdı.

Böylece daha önce “Hermetik Gelenek” yazı dizisi kapsamında sözünü etmiş olduğu bir kural ortaya çıkmıştı. Tek bir gücün her yerde varlığı, ilk zamanlardan beri insan düşüncesinin en ilkel formlarında bile kendisini göstermişti.

Bu arada insan kendisinin nasıl ortaya çıktığını da düşünüyor buna bir türlü akıl erdiremiyordu. Nasıl oluyordu da öteki hayvanlardan farklıydı? Kendisinin onlardan türeme olması olanaksızdı. Mutlaka apayrı bir şekilde yaratılmıştı; başka türlü olamazdı. Çünkü onlar hep oldukları yerde aynı kalıyor, kendisi ise sürekli bir değişim, bir gelişim yaşıyordu. Değişim ve gelişim tüm hayvanları için geçerli olsaydı, onların da değişip gelişmesi gerekirdi. Oysa değişip gelişen sadece kendisiydi.

Bu konuda bildiği tek şey, karşı cinsten biriyle yattığı zaman belli bir süre sonra tıpkı kendisine benzeyen, ya kendi cinsinden ya da ötekinden bir tane daha olduğu idi. Bu her zaman değil ama çoğu kez oluyordu. Kendisi de böyle ortaya çıkmıştı kuşkusuz... Nitekim öteki hayvanlardan bazılarında da öyle olmuyor muydu? belki öteki canlılara tek benzerliği bir tek bu noktadaydı. Onların da yavruları kendilerine benziyordu. Hepsi bilinemez bir şekilde çoğalıyordu. Arada ölenler de oluyordu elbette ama çoğalma durmuyordu.

İnsan, kendi soyunun çoğalması, ektiği tohumun filizlenmesi ile diğer canlıların çoğalması arasında bir bağlantı kurdu. Artık kendini, onu dünyaya getiren tanrılar gibi görüyordu. Yeşil çayırların, nehirlerin, tepelerin tek hâkimiydi o. Yukarıdaki büyük güç gibiydi. Gerektiğinde bir can alabiliyor gerektiğinde bir can verebiliyordu. Buraların efendisiydi ve kendini binlerce yıl sonra nitelendireceği şekli ile yeryüzündeki tanrılardan biriydi.

Aslında elbette bunu böyle düşünmüyordu. İlkel aklı, onu bu evrende bir yere oturtmaya çalışıyordu. Belki de kendini bu bilmediği gücün bir parçası olarak görüyordu. Bu gücün bir başka şeklini, çevresini saran, soluduğu havanın varlığı ile bir tutuyordu. Öldükten sonra bedendeki görünmeyen bir bölümün hava ile aynı olduğunu, ona karışacağını öngörüyordu.

Demek ki artık o kendini ilginç bir gücün içinde bulmuştu ve bunu lehine kullanabilirdi. Gerçi çevresinde olan biten her şeyi tam olarak anlayamıyordu ama adları, sözcükleri, sesleri bilmekteydi. Demek ki istediğinde sesler aracılığıyla içinde bulunduğu armoniyi etkileyebilirdi. Nasıl savaşarak ele geçirdiği bir kabilenin tanrı simgesini kendi kabilesine getirip meydana dikiyor ve çift kat korunma sağlıyorsa, adları ve şekilleri de istediği gibi kullanırsa düşmanlarından kurtulabilir, zorlukları aşabilirdi. Örneğin düşmanın bir heykelini yapıp, sonra ona bir şeyler batırıp zarar verebilir ya da ölünün bedeninin üstüne tanrılardan birinin heykelini yerleştirip ona korunma sağlayabilirdi.

İşte binlerce yıl sonra mitolojiler, gizemler, inançlar, dinler, kutsal kitaplar koleksiyonunu oluşturacak insan düşüncesinin temelinde böyle bir patika yatmaktaydı. Bu patika hem insanın kendini geliştirmekte kullanacağı bir sürü yöntem içermekte hem de eğer o isterse ona diğer canlılar ve insanlar üzerinde etki ve egemenlik kurabileceği olanakları vermekteydi.

Elbette bu arada gözden kaçmaması gereken nokta, bu çabanın bir çeşit doğayı tanıma ve anlamlandırma şeklinde olduğudur. Bu da günümüzde “bilimsel araştırma” diye nitelendirdiğimiz eylemin ilk filizlerini temsil etmekteydi.

Tüm bu olayların ve gelişimin coğrafyamıza uzak konumdaki noktalarda ne zaman ve nasıl oluştuğunu bilemiyoruz. Bu bağlamda bize ulaşabilmiş olan veriler ne yazık ki pek yetersiz. Bildiğimiz, bize yakın coğrafyalar. Bunların başında da Antik Mısır ile Sümer uygarlıkları geliyor.

Antik Mısır ve Sümer’i hazırlayan kültür yapısı işte böyle bir ortamda gelişmişti. Bir yanda insanı büyük güçle bir olmaya götüren bir yol haritası, öbür yanda ise aynı yoldan gidip değişik yöntemler kullanarak doğayı etkilemeye çalışma çabası… Bir diğer deyişle, büyücülük, kâhinlik gibi olgularla iç içe geçmiş bir kültürler dizisi.

Peki, bu patikanın içinde kötülüklerle ilgili güçler nereden kaynaklanmıştı?

İnsan hep iyi değildi ki zaten… Hep kendisi iyi, ötekiler kötüydü. İyi olanı yeğlerdi. Elbette kendine göre iyi olanı. Ötekiler de öyle düşünürdü. Dolayısıyla aralarında çatışma çıkardı. Her kendini iyi sanan, kendine göre kötü olanı alt etmek isterdi. Öldürürdü bu yüzden ama her şeyiyle yok etmek istemezdi. Kendindeki iyiliğin artması için, onda olanı da kendininkine katmak gerektiğine inanırdı.

Bir kültür bir diğerini ele geçirdiği zaman, yenilen halkın inandığı tanrılar kötüler, cinler oluyordu. Örneğin eski Fenikelilerin ana tanrıçası Astarte aynı zamanda cennetlerin kraliçesi, deniz yıldızı tanrıça olarak bilinmekteydi. İlerleyen zaman içinde kötü ruh tanrısı Pan, bu kültürlerde doğa tanrısı olarak bilinir oldu. (Bir idol olarak Pan’ın görünümü, sonradan Hıristiyanlıkta değişime uğratılarak tümüyle şeytanın görüntüsü olarak ortaya konmuştur.)

Bu bizi tüm mitolojik olaylarda kötülük güçlerini temsil eden tanrıların bir zamanlar bir başka kültürün tanrısı olduğu düşüncesine iter. Pan adlı tanrı nasıl Grekoromen kültürde doğanın güçlerini ve doğurganlığı temsil etmekte idiyse, özellikle Diyonisos bağlamında seksüel enerjinin ortaya çıkması da bir çeşit doğurganlık olarak algılanıyor ve doğa ile bir bütünleşme yaşanıyordu.

İlkel inanışlarla çok sonra ortaya çıkan Hıristiyanlığın karşılaştırılması bu bağlamda akıllara durgunluk verir. Hıristiyanlıkta doğa, yaratılmış bir olgu olarak algılanmaktaydı; onun kendi kendini yenilediğine asla inanılmıyordu. Duvardaki bir resim gibiydi doğa. Dolayısıyla cinsel güçlerin doğa bağlamında ortaya çıktığı geçmiş kökenli inanç kırıntıları ancak yok olduğunda insanların onunla bağlantısı kesilebilecekti ve bunun yolu da Pan ile her türlü kötülük ve günahın özdeşleştirilmesi, dolayısıyla cinsel ilişkide seksin bir tabu haline sokulmasıydı.



Tüm bunlar, bu inançlar, bu inançların birleşiminden oluşan dinler ilkeldi ilkel olmasına ama hep iyiliğe ve güzelliğe yöneliktiler. Ne yazık ki tüm bunları sonradan ortaya çıkan Hıristiyanlık yıkıp attı. Bunu böyle demekle Hıristiyanların inançlarına herhangi bir saldırıda bulunmak niyetinde değilim. Fakat izin verirseniz, aslında özgünlüğünde çok iyi ve güzel olan bu dini yozlaştıran, kendilerine “din adamı” diyen o Kilise babalarının tutumlarının bence toleransla karşılanabilecek  hiçbir yanı yok. Toleransla karşılanırlardı, ilk ortaya çıktıklarında istedikleri toleransı güç elde ettikten sonra kendileri göstermiş olsaydı eğer.


ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
83 Yanıt
26986 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 24, 2007, 10:58:11 ös
Gönderen: paragon
0 Yanıt
2861 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 07, 2007, 09:11:22 öö
Gönderen: gunesozaydin
0 Yanıt
1955 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 18, 2008, 08:20:48 ös
Gönderen: ahu
0 Yanıt
4755 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 04, 2009, 11:57:51 ös
Gönderen: arte
3 Yanıt
4632 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 28, 2016, 11:05:05 ös
Gönderen: ruzber
0 Yanıt
3586 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 15, 2010, 06:44:27 ös
Gönderen: ceycet
0 Yanıt
4365 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 16, 2010, 08:39:18 öö
Gönderen: ceycet
7 Yanıt
6825 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 24, 2011, 11:53:59 ös
Gönderen: martı
2 Yanıt
3008 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 14, 2014, 05:14:13 ös
Gönderen: davut
0 Yanıt
1633 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 22, 2015, 12:49:12 ös
Gönderen: ARARAT