Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: SOL INVICTUS  (Okunma sayısı 2129 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ocak 01, 2010, 12:23:23 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



Sol Invictus kültü Suriye kökenlidir. Constantinus’un yaşam döneminden bir yüzyıl önce Suriye kökenli Roma imparatorları tarafından uyruklarına kabul ettirilmeye çalışılmıştır.

Bu kült, Suriye’nin bereket ve aşk tanrıçası Astarte ile Fenikelilerin tanrısı Baal’in öğelerini birlikte içerir. Buna karşın tek tanrıcıdır. Kültün inancına göre, tüm tanrıların özelliklerini üzerinde toplayan Güneş, rakiplerini de kapsadığı için baş tanrı konumundadır. Üstelik bu kült, Persler’in Mithras adlı ışık ve doğruluk tanrısı ile de uyumlu olduğundan, Ortadoğu halklarınca çok kolay kabul görmüştür.

Constantinus, Sol Invictus kültünün yararı için Hıristiyanlığın yerini sağlamlaştırdı. Yenilmez Güneş’in tek tanrıcı olması, Hıristiyanlığın da tek tanrıcı olmasına yardım etti. Hıristiyanlık bu kült sayesinde hem kolayca yayıldı hem de kısmen değişime uğradı. 321 yılında yayımlamış olduğu bir bildirge ile “Güneşin kutsanması günü”nü yasaklayan ve bu günün dinlenme günü olmasını isteyen bir buyruk çıkardı. O güne değin Hıristiyanlar, tıpkı Yahudiler gibi “sabbat” dedikleri cumartesi gününü dinlenme günü olarak seçmişti. Bu tarihten başlayarak dinlenme günü olarak pazar günü belirlendi. Böylece Hıristiyanlıktan bir Yahudi geleneği daha silinmiş oldu.

4. yüzyıla dek, Hıristiyanlar, İsa’nın doğum günü olarak 6 Ocak gününü benimsemişti. Oysa Mithras kültünde olduğu gibi Sol Invictus kültünde de 25 Aralık, yılın en önemli günüydü. Bu nedenle İsa’nın doğum günü de 25 Aralığa kaydırıldı.

Constantinus’un yapmaya çalıştığı şey, bu üç inancı bir pota içerisinde eritmekti. O da bunu yaptı ve Hıristiyanlık-Mitraizm-Sol Invictus’u bir noktada birleştirdi. Hıristiyanlıktaki ruhun ölümsüzlüğü, yeniden dirilme gibi temalar da Mitra kültünden alındı.

Constantinus’un emeli Hıristiyan dinini İmparatorluğun harcı yapmaktı; İmparatorluğun dini değil... Onun dindar bir Hıristiyan olmadığını tarih bize açıkça gösteriyor. Ancak yaptığı iş, değme Hıristiyan ilâhiyatçısından daha yararlı oldu.

325 yılında topladığı İznik Konsili’nde, Paskalya yortusunun tarihi yanında kimi tapınma kuralları da saptandı. Konsillerin yetkileri son derece artırıldı. En önemlisi, İznik Konsili, İsa’nın Tanrı olduğuna, ölümlü bir peygamber olmadığına, İncillerin de Latinceye çevrilmesine karar verdi.

İznik Konsili’nden bir yıl sonra, ortodoksi Hıristiyan inancına ters gelen tüm yayınlar ve mezhepler için yasaklama buyruğu çıkarıldı.

331 yılında, daha önce İmparator Diocletianus tarafından yok edilmeye çalışılan Hıristiyan yapıtlarının, özellikle İncillerin çoğaltılması için buyruk verildi. İnciller, konsil kararlarına uygun biçimde yeniden yazılmaya başlandı. Kapsamlarındaki büyük değişikliklerin bu sıralarda oluştuğu öne sürülür.

Edward Gibbon, “Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi” adlı 3 ciltlik yapıtında, Constantinus’un Hıristiyan dinini seçişini hem tinsel hem politik bir bütün olarak değerlendirir ve şöyle der:

“Devlet tutumunda Constantinus’un dünya yaşamına ilişkin çıkarlarını belirleyen güdüler onu, şan ve şerefe götürmeye elverişli bir dini kabule yöneltmiş olabilir. Yeryüzünde saltanat sürmek için gökten indirilmiş olduğuna inanmak hoşuna gidiyordu. Bu düşünce gururunu okşuyordu. Silahlarının başarısı tahttaki sanının kutsallığını tanıtlamıştı ve bu san, Hıristiyan vahyi ile beliren gerçeğe dayandırılmıştı. Nasıl çok zaman erken başlatılan alkışların arasında erdemin filizlendiği görülürse Constantinus’un da önceleri yalnızca dış görünüşte olan dindarlığı gitgide kalbinin derinliklerine kök salarak sıcak ve içtenlikli bir bağlanışa dönüşmüş olabilir. Alışkanlıkları ve giyim kuşamları saray görkemiyle uygunluk göstermemekle birlikte yeni dinin piskopos ve vaizleri İmparatorun sofrasına kabul ediliyorlar, seferlerde onunla birlikte bulunuyorlardı. Putataparlar ise, bunlar arasında bir Mısırlı ya da İberyalının Constantinus’u büyülediğini söylüyorlardı... Constantinus, İncil’in temel kurallarını Cicero’nun uzdilliliğiyle süslemiş bulunan Lactantius ve Helen’in derin bilgi ve felsefesini dinin hizmetine koymuş olan Eusebius ile çok içli dışlı bir dostluk içerisinde yaşantısını sürdürüyordu. Bu yetenekli ustalar, İmparatorlarının uygun zamanını kolluyorlar, onun karakterine ve zekâsına elverişli kanıtları işliyorlardı. Constantinus’un Hıristiyanlığa geçişi bu dinin yayılmasında hiç kuşkusuz yardımcı olmuştur. Ne var ki tahttaki seçkin durumuna karşın bu hükümdar, ne özel muamele görmek, ne de erdem bakımlarından, iyi niyetle Hıristiyanlığa sarılmış olan binlerce uyruğundan üstün bir dinsel yer işgal etmiyordu. Bütün gün İmparatorluğunun işleriyle uğraşan Constantinus gecenin bir bölümünü de, kalabalık toplantıların önünde okuduğu ve her zaman, doğrulanıp alkışlandığı dinsel söylevlerini hazırlamak ve İncil ayetlerini okumakla geçiriyor ya da öyle yapıyormuş gibi görünüyordu. Bugün hâlâ elimizde bulunan bir söylevinde majeste vaiz kutsal dinin çeşitli tanıtlarına değinmektedir.”

Hıristiyanlığın önemli gizemleri, yabancılardan ve Hıristiyan dinine girmeye hazırlananlardan, onların merakını uyandıran bir gizlilikle saklanıyordu. İleriyi düşünen piskoposların koyduğu sert disiplin kuralları, kendisini Kilise’nin içine çekmekte yarar bulunan bu taçlı yeni Hıristiyan yani Constantinus için dikkatli bir davranışla gevşetildi. Constantinus, kendiliğinden oluşan bir toleransla, bir Hıristiyanın zorunlu olduğu hiçbir yükümlülüğü üstlenmeden önce, bu dine ilişkin tüm ayrıcalıklardan yararlandırıldı. Örneğin, diyakoz Kilise örgütü dışındakilerin dışarı çıkması gerektiğini bildirdiğinde, İmparator çekip gideceği yerde orada kalıyor, inananlarla birlikte duaya katılıyor, tanrı bilimin en soyut konuları üzerinde piskoposlarla tartışmaya girişiyordu. Paskalya öncesindeki gün yapılan kutsal törenleri kutluyor ve Hıristiyan dininin gizemlerini paylaşmakla yetinmeyerek, sunakların bir rahibi ve yüksek aşamalı bir papazı gibi gösteriliyordu. Constantinus’un kibir ve gururu kuşkusuz bu olağanüstü ayrıcalığı bekliyor ve istiyordu. Hıristiyanlara yaptığı iyilikler de onu belki buna yaraşır kılıyordu. Kilise tarafından kötü kullanılacak bir yöntem, onun bu dini kabulünde gecikmelere neden olabilirdi. Tanrıların sunaklarına artık uğramaz olmuş hükümdara Kilise’nin kapıları açılmamış olsaydı, İmparatorluğun başındaki insan tüm dinsel inançlardan yoksun kalacaktı.

Constantinus, Roma’ya yaptığı son yolculukta yapay tanrılar inancına sert bir biçimde çattı ve şövalyelik soyluluğunun askerî törenlerini yönetmeyi, Capilolium Jupiteri’ne adakta bulunmayı kabul etmeyerek herkesin önünde atalarının tüm inançlarından vazgeçti. Ölümünden çok önce, artık hiçbir zaman putların yer aldığı tapınağa girmeyeceğini, oralara kendi resimlerinin konulmasını da yasakladığını bildirdi. İmparatorluğun her yanında, kendisini alçak gönüllü ve dua ederek yakaran bir Hıristiyan dindaşı olarak simgeleyen madalya ve betimlemeler dağıttırdı.

Tüm bunlara karşın, Constantinus’un, Hıristiyanlığı kabule hazırlananların takınması gereken niteliği yadsıyan gururunu kolayca açıklayabilmek ya da bunu haklı görmek olanaksızdır. Ancak Hıristiyanlığın ilk dönemlerine özgü Kilise kuralları ve uygulamasını anımsayarak, vaftizindeki gecikmeyi açıklamak olanağı vardır.

Piskoposlar, kendi dinsel bölgelerinin katedralinde, Paskalya bayramı ile İsa’nın yeniden dirilişinin kutlandığı Pentekot bayramı arasında kalan yaklaşık elli gün boyunca, vaftiz törenlerini tüm papazların önünde kendileri yönetirdi. Bu dönemde topluluğu çok sayıda çocuk ve yetişkin alınırdı. Ebeveynler, çocuklarının vaftiz olmasının kendilerine getirdiği maddî yükümlülüğü geciktirmek için, bunu ileri yaşlara erteledikleri oluyordu. Ayrıca, vaftizin sağladığı “geçmişteki günahlardan tümüyle arınma” işi, yaşamın keyfini biraz daha çıkarmak isteyen yetişkinlerce de ilerdeki yıllara aktarılarak, bilerek gecikmeye uğratılırdı. Olasıdır ki, Constantinus da geçtiği çetin yolda daha sonra yapacağı eylemlerden ötürü işleyeceği olası günahları toptan bağışlatabilmek amacıyla vaftiz işlemini yaşamının son anlarına saklamıştır.

Özet olarak denebilir ki; Constantinus, ister Hıristiyan dinine gerçekten gönül vermiş olsun isterse onu politik çıkarları öylesini gerektirdiği için ya da Aydınlanma Çağı ozanlarından birinin dediği gibi “imparator olmak uğruna sunakları birer basamak olarak kullanmış” olsun, Hıristiyanlığa yaptığı hizmet, değme papa ve azizin emeğinden kat kat fazla olmuştur.

Constantinus’un oğulları, babalarının yolunu daha büyük bir çaba fakat daha az özenle izlediler. En küçük kuşku, putataparlara karşı bir kanıt niteliği kazandı. 2. Constantius ile Constans’ın saltanat dönemi içinde birbiri ardınca pagan tapınakların yııkılması, Hıristiyanlar tarafından “hayırlı bir işaret” olarak kutlandı.

2. Constantius, paganlar için gereğinden çok yasaklar getiren bir yasayı şöyle yürürlüğe koydu:

«Uyruklarımızdan hiçbirinin giderek suçlu duruma düşmemesi için tüm tapınakların hemen kapanıp, özenle korunmasını kesinlikle buyuruyoruz. Tanrılara armağanda bulunmaktan caymalarını da buyuruyoruz. Yasaklamamıza karşın armağanda bulunmayı sürdüren olursa, suçunu canıyla ödemesini ve tüm  malının kamu yararına haczedilmesini istiyoruz. Bu suçluları cezalandırmada savsaklama gösterecek eyalet yöneticilerini de aynı cezalara çarptıracağımızı bildiririz.»

Ancak, en ufak bir tolerans kırpıntısı bile taşımayan bu korkunç buyrultunun yayımlanıp yayınlanmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Hiç değilse uygulamaya konulmadığına ilişkin birtakım güçlü deliller vardır. Tanınmış yapıtlar, günümüzde bile sapasağlam duran bakır ve mermer anıtlar, putataparlık dininin Constantinus’un oğullarınca yürütülen saltanatın sonuna kadar uygulanmaya devam ettiğini göstermektedir. Zaten gerek doğu gerekse batıda hem kırsal alanlarda hem kentlerinde tapınaklara pek dokunulmadı. Çok sayıda putatapar, sivil yönetimin koruma ya da hoşgörüsü altında, armağanlarını vermeyi, bayram ve ayin törenlerine katılmayı sürdürdüler.

Bu buyruktan 4 yıl sonra, 2. Constantius Roma’ya geldi. Bir putatapar yazar olan Symmachus, hükümdarın yola yönteme uygun davranışını, ondan sonra gelecek olanlar için âdeta bir efsanesel örnek gibi gösterip, onu şöyle kutlamıştı:

«Bu imparator, Vestallerin ayrıcalıklarını saygıyla korudu. Roma soylularına dinsel saygınlıklar tanıdı. Bayramların ve genel dinsel törenlerin gerektirdiği giderler için olağan ödenekleri verdi. Her ne kadar yeni bir dine geçtiyse de, imparatorluk halkını, atalarının kutsal inancından yoksun bırakmadı.»

Senato, genel kararnamelerle, imparatorların tanrısal anısını kutsama geleneğini sürdürüyordu. 2. Constantius da, ölümünden sonra yaşadığı sürece yadsıdığı ve hakaret ettiği tanrılar arasında yerini aldı. Yedi Hıristiyan imparator, bir zamanlar Numa tarafından kurulan ve Augustus tarafından da benimsenen büyük pontif (pontifex maximus) unvanının saygınlığını, onun nişan ve madalyalarını, ayrıcalıklarını kabul ettiler. Bu hükümdarlar, terk ettikleri din üzerinde, yeni girdikleri dindekinden daha çok ve mutlak otoriteye sahip oldular.

Putataparlığın yıkılmasını, Hıristiyanlar arasındaki bölünme askıya almış ya da geciktirmiş olabilir. Kendi yandaşlarının suçlarından ve başkaldırmalarından ürkmüş olan hükümdar ve piskoposlar, “kâfirler”e karşı kutsal savaşa pek sert ve kararlı olarak girişemediler. Tüm otorite, tutulan yol ve çıkar güdüleri Hıristiyanlıktan yana işliyordu. Buna karşın, başarılı etkilerinin genellikle duyarlık kazanabilmesi için iki üç kuşağın geçmesi gerekti. Hıristiyan dini için öne sürülen dinsel ve mucizevî kanıtlardan çok, kendi eski alışkanlıklarına daha çok bağlı olan kalabalık bir halk, hâlâ imparatorlukta yürürlükte olan, kökleri yüzyıllara dayalı çoktanrıcılığa bağlıydı. 2. Constantius da, tıpkı babası gibi, ayrım gözetmeksizin tüm uyruklarına sivil ve askerî mevkiler dağıtmasını bildi.

Çoktanrıcılığa bağlı kalanlar arasında birçok bilgin, zengin ve kahraman vardı. Senatör ile köylünün, ozan ile düşünürün inançları değişik kaynaklardan besleniyordu ama ortak tanrılarının bulunduğu tapınaklarda hepsi eşit bir dinsel bağlılıkta bütünleşiyorlardı. Buna karşılık Hıristiyanlığın saldırgan tutumu giderek putataparların tepkisini somutlaştırdı ve 2. Constantinus’un küçük üvey kardeşi, İmparatorluğun veliahdı, Galya fatihi genç ve yiğit kahraman Julianus’un, atalarının dinine sarılmış olduğunu duyunca, geleceğe ilişkin umutları yeniden alevlendi.




Hıristiyanlığın doğuşunun tarihçesiyle bağlantılı bu anlatımların artık yeter olduğunu, bir başka konuya geçmek gerektiğini düşünmüştüm ama burada alıntılar aktardığım “Batı’nın İki Yüzü” adlı büyük çalışmanın ilk kitabının bu aşamasında yazar Yalçın Kaya, o ikiyüzlülüğü ortaya sermek bakımından bu bağlamdaki ayrıntıların çok önemli olduğunu söylüyor. O yüzden bundan sonraki başlık altında da kitabı sırasıyla izlemeye devam edeceğim.

Buraya bir not daha koymak istiyorum: Bu “Sol Invictus” konusunun Hıristiyanlıkta kabul edilişi bu kadar basit bir olay değil. Nitekim güncelde Sayın Muazzez İlmiye Çığ da bu konu üzerinde özenle durdu. Bunun başka boyutları ve ayrıntıları da var. Belki bir başka yazıda onlara değinirim. Hayat Ağacı konusuna değil de, İsa’nın asıl doğum tarihine…



ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
4 Yanıt
4913 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 14, 2014, 12:21:28 ös
Gönderen: glory