Biz hala anlamayaduralim...
DR. ANDREW MANGO?NUN, 10 KASIM 2006 TARİHİNDE HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞINDA DÜZENLENEN ATATÜRK?Ü ANMA GÜNÜNDE VERDİĞİ "ÇAĞIMIZDA ATATÜRK" KONULU KONFERANS
Sayın Komutanım,
Dünün, bugünün ve yarının değerli komutanları,
İlk önce bu nazik davete, bu nazik takdime teşekkürlerimi arz etmek isterim. Bu yıl Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk?ün doğumunun 125?inci yıldönümünü kutluyoruz. Bu gün ise Atatürk?ü, ölümünün 68?inci yıldönümünde anıyoruz. Bir devlet adamını değerlendirdiğimizde, içinde bulunduğu koşulları hesaba katarak, yapmak istedikleriyle yapabildiklerini karşılaştırdıktan sonra miras olarak bıraktığı yapıtına bakıyoruz.
Atatürk doğduğu zaman, tebası olduğu devlet, Osmanlı İmparatorluğu, açık çözülme tehlikesiyle karşı karşıya idi. Etrafındaki büyük devletler ise sağlam bir kale görünümünde idi. Oysa bugün geriye baktığımızda görüyoruz ki Osmanlıların ?düvel-i muazzama? dedikleri imparatorluklar da son çağını yaşıyordu. Bir-iki kuşak sonra, onlar da tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, çözülmeye mahkûmdu. Atatürk çok-uluslu imparatorlukların son döneminde asker mesleğine girmişti. Biz ise ona imparatorluklar-sonrası çağın açısından bakıyoruz. Doğal olarak, bugün büyük devletler, süper güç tabir ettiğimiz devlet yok demiyorum, klâsik anlamda çok-uluslu imparatorlukların kalktığına dikkatinizi çekiyorum. Yerlerini ulus-devletler tabir ettiğimiz siyasal yapılar almıştır. Bu yeni devletleşme süreci halâ devam ediyor. Dikkat ederseniz bugün bizi korkutan, en azından uğraştıran sorunların, çatışmaların çoğu eski imparatorlukların çekildiği bölgelerde yer alıyor. Üçüncü dünya, imparatorlukların eskiden doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yönettikleri ülkeleri kapsıyor. Güvenliğimize yöneltilen tehditler daha çok bu üçüncü dünyanın içinde oluşuyor.
Kimisine göre, bu tehditler bağımsızlıklarını yeni kazanmış olan ülkelerin demokratik rejime sahip olmamalarından kaynaklanıyor. Ne var ki demokrasi ancak bütünleşmiş, uluslaşmış işlevsel toplumlarda iyi sonuç verebiliyor. Aksi halde serbest seçimler etnik grup, aşîret, din, mezhep farklarını sadece yansıtmakla kalmıyor, bunları tırmandırıyor da. Üçüncü dünya ülkelerinde parlak zekâlar, iyi yetişmiş bireyler, çağdaş dünyada, çağdaş bir toplum içinde iyi performans verebilecek şahıslar elbette ki var. Ama kendi toplumları onların doğru-dürüst çalışmalarını engelliyor. Gerçek şudur ki bireyi yetiştirmek nisbeten kolaysa, toplumu çağdaşlaştırmak fevkalâde zordur.
Mustafa Kemal Atatürk de bütünleşmemiş, geri kalmış bir toplumun başına geçmişti Cumhuriyeti kurduğu zaman. Büyüklüğü, bu toplumu bütünleşme, çağdaşlaşma yoluna sokmaktaki başarısında belli oluyor. Çok-uluslu Osmanlı Devleti içinde geleneksel iş bölüşümü sonucunda, Müslüman Türkler arasında temel bilgiler, özellikle modern yaşamın gerektirdiği bilgiler eksikti. Makinistlerden marangozlara, hatta nalbantlara kadar en basit esnaf ve teknisyenler hemen hemen tümüyle azınlık mensubu ya da yabancılardan oluşuyordu. Atatürk?ün, esnafın önemini belirten ilk söylevlerinden biri bağımsızlık savaşı senelerinde kurulan özel nalbantlar kursuna yaptığı ziyaret sırasında o demecini vermişti. Nalbant yoktu, nalbantları iyileştirmek lazımdı. Atatürk bir kurs açıyor ve bu esnafın, bu becerilerin, bu basit becerilerin ne kadar önemli olduğunu vurguluyordu. Durumu gerçekçi bir gözle gören Mustafa Kemal, seçtiği hedefe ulaşmak için önceliklerini birer birer saptadı. Hedef, ?muasır medeniyet seviyesi?ne ulaşıp , üstüne çıkmaktı. Yani evrensel uygarlık kervanına katılıp zamanla onun ön sıralarında yer almaktı. Bunu yapabilmek için ilk adım, milletin rahat bir şekilde yaşayıp çalışabileceği, güvenli sınırlar içinde, tam bağımsız bir memlekete sahip olmaktı. Sonra bu memlekette kamu düzenini kurmak, işlevsel kurumları yaratmak ve çağdaş yasa ve kuralları benimseyip uygulatmaktı. Ülkenin sınırları dışında ise herkesle iyi geçinmek, imkân dahilinde herkesle işbirliğinde bulunmak ve kimseye düşman gözüyle bakmamak gerekiyordu. İçeride ve dışarıda güvenli bir durum sağlandıktan sonra ise, ilk iş toplumu çağdaş bilgiyle donatmak, eğitimle bilgiyi yaymak, bilgi birikimini arttırmak ve sonunda yeni bilgi üretimini teşvik etmekti. Laiklik hem çağdaş toplum düzeninin, hem de çağdaş bilgi edinmenin vazgeçilmez şartıydı. Dinler muhtelif, uygarlık ise tek ve evrenseldir. Bilgi dine göre parçalanmaz, sınırlandırılamaz. Bilgi ile donatılan toplumun bütünleşmesi için ortak bir dille ifade edilen ortak bir kültürü geliştirmek şarttı. Ortak dil ve ortak kültür bazında kurulan modern devletlerin, bir ara çok-kültürlülük akımına kapıldıktan sonra, şimdi yine ortak dil ve ortak kültür lüzumunun farkına vardıklarını bugün Batı?nın hemen hemen her tarafında görüyoruz. Kamu düzeninin korunması, demokratik kurumların işleyebilmesi için vatandaşların birbirini anlaması ve ortak değerlere sahip olmaları gerekiyor. Atatürk bu gereği yerine getirmeye öncelik verdi. Atatürk?ün tam bağımsızlık, ?Yurtta sulh, cihanda sulh?, ?Hayatta en hakikî mürşit ilimdir? parolaları boş sözler değildi. Gerçekçi ve aynı zamanda yüksek vizyon sahibi bir devlet adamının önceliklerini dile getiriyor ve uygulamaya hemen yansıyordu.
Şunu da kaydedelim: Atatürk?ün dehası gerçekçilikle vizyon arasında kurabildiği dengede kendini göstermiştir. Çünkü vizyonu olmayan gerçekçilik oportünizme[1] götürür, sinizme[2] götürür. Oysa gerçekçi olmayan bir vizyon hayalperestliğe fanteziye yol açar. Atatürk hem gerçekçi hem vizyon sahibiydi ve dengeyi son derece dikkatli, doğru bir şekilde kurabilmişti. Bugünlerde, İngilizce ?failed state? denen, ?çökmüş devlet? ya da ?devletleşememiş ülke? olayına sık sık rastlıyoruz. İşte Atatürk, kurduğu Cumhuriyetin bu hale düşmemesi için canla başla çalışmış, mümkün olan her önlemi almıştır. Cumhuriyetin 83 yıllık sicili, Atatürk?ün attığı temellerin sağlamlığına kanıt getiriyor. Bu demek değildir ki memleketiniz sorunsuzdur. Herkesin sorunları vardır, en gelişmiş ve en zengin memleketler dahil. Eski sorunlar çözümlenince, çağın değişen şartları yeni sorunları ortaya çıkarıyor. Önemli olan toplumun ve yöneticilerinin sorunlara çözüm getirme yeteneğine sahip olmalarıdır.
Atatürk?ün kurduğu Cumhuriyet, bu yeteneğini buhran anlarında göstermiştir. Atatürk?ün ilkeleri arasında bulunan devrimcilik ilkesi kelimesinin anlamı budur. Devrimcilik ne demek? Devrimcilik çağa uymaktır. Aldığınız önlemleri, yasalarınızı, kurumlarınızı daima çağa uydurmak, dünyanın halini, dünyanın değişen şartlarını gözden kaçırmamak anlamına geliyor. Tabiî, Atatürk çağdaş devletleşme sürecinde başarısını, kendi dehası yanında, Osmanlı İmparatorluğunun yedi yüzyıllık yönetim deneyine de borçluydu. Unutmayalım ki Türk toplumu, İstiklâl Savaşı bittiğinde, okuma-yazması olmayan bir köylü çoğunluğunun yanında, seçkin bir sivil-asker yönetim kadrosuna da sahipti. Kendisi bu seçkinlerden olan Atatürk?ün gençlik yıllarında dediği gibi, görevleri çoğunluğu kendi düzeyine çıkarmaktı. Şunu da kaydedelim ki Osmanlı İmparatorluğu çözüldüğü zaman batıda yönetim sicili çok kötü bir şekilde anlatılmıştı, aşağılanmıştı. Ama sonradan olanlar göstermiştir ki gelen gideni hep aratmıştır Osmanlının terk ettiği topraklarda. Ve bugünlerde, benim dolaşmış olduğum akademik çevrelerde Osmanlı imparatorluğunun bu yönetim yeteneği övgü konusu oluyor. Nasıl oldu da yüzyıllarca bizim yönetmekte güçlük çektiğimiz bu Ortadoğu?yu, bu Balkanları onlar bir avuç insanla yönetebilmişlerdir. Bu soru bugün soruluyor. Atatürk?ün, toplumu bütünleştirerek çağdaş bir devleti işletebilecek duruma getirmede beceri ve başarısı bugün özellikle üçüncü dünya memleketlerinin yararlanabileceği bir örnek oluşturuyor. Ama birinci dünyaya da yararlı olabilecek bir dersi var. Atatürk, İstiklâl Savaşındaki , ?düvel-i muazzama?nın, yani büyük devletlerin muazzam askerî gücünün, yabancılar tarafından yönetilmesini istemeyen bir halkı işte bu büyük devletlerin iradelerine tâbi bir hale getirmeye yetmediğini göstermiştir. Bir toplum yabancılardan korkmamaya başladığı ânda onu dışarıdan kontrol etmek, masrafına değmeyen boşuna bir gayrettir. Ne var ki, yabancıyı savmaya gücü yeten birçok toplumun çağdaş dünyada kendi kendini yönetmeye gücü yetmemesi bugün karşılaştığımız en büyük sorundur. Oysa Atatürk çağdaşlaşmayı amaçlayan yeni Türk ulus-devletinin kendi kendini pekalâ yönetebileceği gibi, gelişmiş ülkelerin gerçek çıkarlarını tehdit etmediğini, ortak uygarlık bazında gelişmekte olan bir ülkenin gelişmiş ülkelerle işbirliği yapabildiğini ve bundan iki tarafın da kazançlı çıktığını kanıtlamıştır. Askerî güç tarihe son noktayı koyamaz. Nitekim 30 Ağustos zaferi ?tarihin sonu? değildi, yeni bir tarihin başlangıcı, uygar yaşamın önkoşulu idi. Atatürk?ün uygar yaşamın gereklerini sağlama çabası bugün de sürüyor. Türkiye?nin belirli bazı Güney Avrupa ya da Uzak Doğu ülkelerinin gelişme hızını henüz yakalamamasından yakınan ve Atatürkçülüğü bundan sorumlu tutanlar şunu unutmamalıdır ki, Cumhuriyetin kurulmasından bu yana nüfusu 12 milyondan 75 milyona çıkmıştır. Ve en hızlı nüfus artışı doğal olarak ülkenin en geri kalmış bölgelerinde gözlemlenmiştir. Buna rağmen ortalama yaşam süresi ve yaşam düzeyi büyük ölçüde artmış ve bugün 75 milyon Türk vatandaşı 83 yıl önceki Cumhuriyetin ilk 12 milyon vatandaşının tahayyül edemeyeceği bir yaşam sürebilmektedir. Ben Türkiye ye sık sık gelirim. Ara sıra senelerce görmediğim bölgeleri, şehirleri gezerim. Ve bu arada bunların ne kadar değiştiğini gözlerimle gördüm. Mesela ben Kayseri şehrini ilk 1946?da gördüğümde küçücük bomboş, harabe bir şehirdi. Anadolu da çok gördüğümüz gibi bir istasyon, istasyondan vali konağına giden bir yol, yolun iki tarafı boş, surlar içinde birkaç bina? İki?üç yıl önce gittiğimde yepyeni modern bir şehir gördüm. Gaziantep?e gittiğimde de durum aynıydı. Hatta Urfa?ya gittiğimde Harran Üniversitesini gezdim, GAP Projesinin bölge karargâhını gezdim ve şehrin ne kadar geliştiğini gördüm. Geçen hafta İzmir?deydim. İzmir?in en gelişmiş Avrupa kentlerinden artık bir farkı yok. Memleketin çağdaşlaşması ve kalkınması ? bazen hızlı bazen yavaş da olsa ? hep devam etmiştir. Zaman zaman baş gösteren bunalımlara karşın, kamu düzeni korunabilmiş ve birçok gelişmekte olan memleketin acısını çekmiş olduğu iç savaş daima önlenebilmiştir. Çünkü en buhranlı ânlarda akılcı tutumlar galebe çalmaya muvaffak olmuştur. Akılcılık ? rasyonel düşünüp rasyonel hareket etmenin sanatı ? ise Atatürkçülüğün özünü oluşturur. Öfke ile çalkalan dünyamızda, Atatürk?ün örneğini verdiği akılcı tutuma büyük gereksinim vardır. Güçlüklerle karşılaşıldığı zaman ?Onlar ne istiyorlar?? değil, ?Ben ne istiyorum?? sorusunu yanıtladıktan sonra, seçilen amaca giden akılcı yolu saptamak, başarıya götüren en iyi yöntemdir. Atatürk, bağımsızlık savaşını yürütürken ?Onlar, yani büyük devletler Türkiye?nin bağımsızlığını kabul ederler mi?? sorusunu hiç sormamış, komplo teorileri kurmamış, kimseye önyargı ile bakmamış, kendisinin tespit ettiği hedefe ulaşmak için ne lâzımsa onu yapmıştır. Türkiye?yi buhranlardan sağ-salim çıkaran işte bu tutumdur ve bunun ileride de korunacağına inandığım için, 17 yıl sonra Cumhuriyetin 100. yıldönümünü esenlikle, uygar ülkeler ailesinin üyesi olarak kutlayacağınızdan eminim.
Saygılarımı sunar, sabrınız, dikkatiniz için teşekkür ederim.