Öncesi “Mikmak ile tanışma” başlıklı bölümde…
Henry Sinclair ve James Gunn, kış aylarını Yeni İskoçya’da kurdukları koloniler arasında mekik dokuyarak geçirdi.
Ertesi yılın baharında, sırf keşif amacıyla biraz daha güneye uzandılar. Şimdi ABD’nin Massachusetts eyaletinin bulunduğu yere kadar ilerlediler.
Bunu, geleceğe ilişkin tasarımları nedeniyle özellikle James istemişti. Hep birlikte gittiler. Ancak James dönemedi.
Çevreyi daha iyi inceleyebilmek için, yüksekçe bir tepeye tırmanmaya girişmişlerdi. James en öndeydi. Tepenin yamacı hayli sarptı. Ayaklarının altında kayalar ufalanıp dökülüyor, kaymalarına neden oluyordu. Düşecek gibi olunca, ellerine ne geçerse ona tutunmak zorunda kalıyorlardı.
Bir ara James dengesini yitirdi. Kayalara yaslanmaya çalıştı. Başaramadı. Bağırarak yamaçtan aşağıya yuvarladı.
Diğerleri, önce oldukları yerde durup, iyi olup olmadığını anlamak için seslendiler. Hiçbir yanıt gelmedi. Çaresiz, gerisin geriye dönüp aşağıya indiler. Yamacın eteğindeki dere boyunca o yana doğru ilerlediler. Az sonra, James’in kanlar içinde kalmış cesedini buldular. Yüklenip kıyıya taşıdılar.
Bu olay üzerine, Henry büyük bir çöküntüye uğradı; öyle ki, bunalıma bile girdi.
Tepkisini, aşırı ölçüde sinirlilik göstererek sergiledi. Bağırıp çağırdı. Sonra kendisini tutamayıp, James’in kılıcını çekip aldı. Kabzasından ve ucundan kavrayarak, olanca gücüyle sivri bir taşın üzerine indirdi. Kılıç, ortadan ikiye bölündü.
* * * * * *
Henry geçirdiği şoku ancak ertesi gün atlatıp kendine geldi. Bir mezar kazarak James’i gömdüler. Becerebildikleri kadar bir cenaze töreni yaptılar. Henry, «Burada onun anısını yaşatacak kalıcı bir iz de bırakmalıyız.» dedi.
Yanlarında, asıl mesleği taş işlemek olan bir göçmen vardı. «İzninizle bir önerim var.» dedi. James’in yuvarlanarak düştüğü yamacın karşı yanındaki bir tepeyi göstererek, oradaki kayaların üstüne onun resmini yapabileceğini söyledi.
Henry, hayretle «Sahiden öyle bir şey yapabilir misin?» diye sordu. Taş ustası, «Resim dediysem, bu aslında pek de resim olmayacak. Zaten resim yaparsak, yağmur ve rüzgâr onu bir yıla kalmaz aşındırıp yok eder. Oysa kakma yöntemiyle birtakım figürler oluşturursak, kalıcı olur ve uzaktan bakıldığında resim gibi görünür.» dedi.
Henry, ona «Bu tekniği nereden öğrendin?» diye sorunca, «Herkesin meslek ya da sanatında kendine göre bir sırrı vardır.» diye yanıt verdi. Anlaşılan söylemek istemiyordu. Henry pek üzerinde durmadı. Ne önerdiğini de tam olarak anlayabilmiş değildi ama «Hele dediğini yapmaya başlasın bakalım. Ortaya nasıl bir şey çıkacağını görelim.» diye düşündü.
Taş ustası, ertesi sabah yanına iki asker alarak öteki tepeye tırmandı. Akşama doğru döndü. «Orada hemen hemen düşey ve yapacağımız iş için pek elverişli bir kaya yüzeyi bulduk.» diye âdeta müjde verdi. «Üstelik tam bu yöne doğru bakıyor.» Eliyle işaret ederek, «İşte orada.» diye gösterdi.
* * * * * *
Henry Sinclair Orkney’e döndüğünde, aldığı ilk haber bir müjdeydi. Bir kızı daha olmuş, neredeyse bir yaşına gelmişti. Bu haberi zaten bekliyor, yedinci kızı mı yoksa beşinci oğlu mu olduğunu merak edip duruyordu. Apar topar Rosslyn’in yolunu tuttu ama kızını görmekten önce karısına sarılmak için.
Bir atlı, önden koşturup haber verdi. Janet, kocasını küçük kızı kucağında, diğerleri yanı başında, kapıya inerek karşıladı. Kale halkı, iki yıla yakın bir süredir göremedikleri kucaklaşma sahnesini izlemenin zevkini bir kez daha tattı.
Odalarına geçince, Henry, karısına getirdiği armağanı verdi. İki parça bitki. Biri aloe kaktüsü ile Hint mısırı koçanı.
Janet «Bunlar da ne?» diye sorunca, Henry ona aslında pek ender bir çiçek getirmek istediğini, solarak yaprakları döküldüğü için dayandıramadığını söyledi. «Bunlar ise solmaz, kurumaz ve ölmez. Benim sana olan aşkım gibi.» dedi.
«Bunları nereden buldun?»
«Yeryüzünün öteki ucundan.»
«O dediğin yer neresi? Orkney’den daha mı ilerde?»
«Venedik’ten, hatta Mısır’dan bile daha uzakta ama o yönde değil, öteki yanda.»
Janet anlamamıştı. Anlaması da gerekmezdi. «Yani bunlar bizim buralarda bulunabilecek bir şey değil, öyle mi?» dedi.
«Evet!... Tıpkı aşkımızın öyle kolayca bulunabilecek bir şey olmadığı gibi.»
«Şimdi ben bunları ne yapacağım?»
«Saklayacaksın. Yanında olmadığım zaman onlara bakarak beni anımsar, seni ne kadar çok sevdiğimi, fırsat bulur bulmaz yine koşarak sana geleceğimi düşünürsün.»
Janet eliyle mısır koçanını okşarken, seksi bir tarzda «Belki bir de bunu düşünürüm.» deyince; Henry, «Seni gidi uslanmaz kadın!... Demek benim yerime başkasını bulmaya heveslisin ha! Ben şimdi sana gününü gösteririm.» diyerek üstüne yürüdü. Şuh kahkahalarla odanın içinde oradan oraya kaçma oyunu oynayan karısını yakalayıp yatağa attı. Neredeyse hasretinden ölecekti.
* * * * *
Henry’nin karşılaştığı en büyük sorunlardan biri, daha önce hayli heves edip de ele geçirmiş olduğu Frisland ile İzlanda’yı ne yapacağıydı. Shetland çok işine yarardı ama öte yanda Yeni İskoçya varken, artık diğerleriyle uğraşmak, yüklerini taşımak istemiyordu. Bu amaçla, önce İskoçya kralı ile görüşmek isterdi. Ancak o sırada İskoçya’nın politik durumu karmakarışık bir hale gelmişti. Henry, kiminle görüşmesinin daha doğru olacağını bilemiyordu; sakat kalmış olmasına karşın hâlâ kral sayılan 3. Robert ile mi, babasının bu durumu nedeniyle ülkenin tüm işlerini onun adına yürütmeye girişmiş en büyük oğlu David ile mi, yoksa bir bakıma her ikisinden daha güçlü gibi görünen diğer kardeşi Robert ile mi?
Tapınak Şövalyeleri’nin büyük üstadı ve diğer ileri gelenleri ile görüşmek üzere, ana karargâhlarının bulunduğu Kilwinning’e gitti. Onlara hem emanetlerinin durumu hakkında ayrıntılı bilgi verdi hem de bundan sonrası için düşündüklerini sordu.
Tapınak Şövalyeleri ile görüşmesi sırasında şunu anladı ki Frisland ve İzlanda’nın geleceği için, şu aşamada her kiminle konuşursa konuşsun, bundan hiçbir sonuç elde edemeyecekti. Çünkü onlar zaten kendi başlarının derdine düşmüştü.
Nitekim bu karışık durumdan yararlanmasını bilen İngiltere Kralı 4. Henry, 1400 yılında İskoçya’yı işgal etmeye başladı. Bu istila eylemi sırasında bizim Henry ise, «Acaba Orkney gibi Shetland’ı da kendi elimde tutmak koşuluyla sadece şu Frisland ile Iceland’ı Danimarka’nın üzerine yıkıp kurtulabilir miyim?» diye düşünerek, Kopenhag’a gitmişti.
Oraya varınca, Danimarka’daki durumun İskoçya’dan pek farklı olmadığını gördü. Kral niteliğini taşıyan 7. Erik, henüz 18 yaşındaydı. Herhangi bir konuda karar verebilecek gibi değildi. Bu ülkedeki tüm ipler, Erik’in ablası yani önceki Norveç Kralı 6. Håkon’un karısı Margrete’nin elindeydi;. Henry, durumun böyle olduğunu, şimdilik Danimarka’nın umut vermeyeceğini baştan bilseydi, oraya kadar boşuna yorulmazdı.
Bu kadarla kalsa iyi!... Keşke oraya gitmez olaydı. Başına bir dert daha aldı. Hansa Birliği adlı örgüt, onu diplomatik bir dil kullanarak tehdit etti. Söylenilen sözün açıkçası şöyleydi: «Ya bizimle iş birliği etmeye, kazançlarını paylaşmaya yanaşır ya da ölümlerden ölüm beğenmeye hazırlanırsın.»
Yaşamındaki en büyük boşboğazlığı belki de orada etti.
Hiç de diplomatik olmayan bir tarzda, ağzından «Bizi öyle kolayca yutuluverecek lokma sanmayın. Üstümüze gelen olursa elbette göreceği olur!» gibi ters bir laf çıktı.
İşte kendini tutamayarak dosdoğru ve paldır küldür ettiği bu söz, Henry’nin sonunu getirdi.
Danimarka’dan dönüşünün üzerinden iki ay kadar geçmişti. Bir gün, sabaha karşı Kirkwall Şatosu baskına uğradı. İngiliz askerleri gibi giyinmiş, yüzleri maskeli saldırganlar, bir anda şatonun her yanına doluşup, kimin kim olduğuna bakmaksızın, kadın ya da çocuk ayırımı yapmadan herkesi katletti.
Limandakiler, saldırganlar kaçarken şatoyu ateşe verdikleri için olan biteni fark edebildi. Çok geç kalmışlardı.
Kikwall Şatosu, alev alev yanarak birkaç saat içinde âdeta bir yıkıntıya dönüştü. Henry’nin çok özenerek yaptırmış olduğu kule gümbürtüyle yıkıldı. Orkney halkı ve limandaki denizciler, yangını söndürmeye yetişemedi. Olayı uzaktan izlemekten başka bir şey yapamadılar.
Yangın durulmaya yüz tutunca yüzünü gözünü sararak içeri girmeyi başaranlar, orada dehşetli bir görüntü ile karşılaşarak irkildi. Şatodakilerin hepsi yanmıştı. Kaçabilen olmamış, hiçbiri sağ kalmamıştı. Belli ki yanmadan önce öldürülmüşlerdi. Kimin saldırdığı, ne zaman ve nasıl geldikleri, şatoya nasıl olup da sessizce girebildikleri, ne yöne doğru kaçtıkları anlaşılamadı. Sadece bir balıkçı, gün doğmadan birtakım İngiliz askerlerinin bir tekneye doluşup kürekle denize açıldığını görmüş olduğunu söyledi, o kadar.
Sonradan saldırganların İngiliz olmayıp, onlar gibi giyinmiş olduğu anlaşıldı. Bu işi belki de Hansa Birliği tezgahlamıştı.
Henry Sinclair’den geriye, kafası yatağındayken kesilmiş, bedeni yanmış bir ceset artığından başka bir şey kalmamıştı.
Gelirine ortak olamayınca canını almışlardı.
O sırada Antonio Orkney’de değildi. Ağabeyinin haritasını almış, Norveç kıyılarını incelemeye çıkmıştı. Dönüp de olanları öğrenince; o da şoka uğradı. Artık burada kalamazdı. Venedik’e dönmek üzere yola çıkmadan önce Rosslyn’e gidip, Janet’e veda etmeliydi. Olayı duyunca kim bilir ne biçim perişan olmuştu.
Orada bir başka şok daha geçirdi.
Janet’i bir sandalyeye oturmuş buldu. Boş gözlerle bakıyor, sanki görmüyordu. Bir elinde aloe kaktüsü, diğerinde Hint mısırı koçanı vardı. Antonio’yu tanımadı. En büyük oğlu Henry, ona sessizce annesinin aklını yitirdiğini söyledi.
* * * * * *
İlerleyen yıllarda, bizim Henry Sinclair’in en büyük oğlu Henry’nin başına gelmeyen kalmadı. Oradan oraya sürüklenip durdu. Gençliğinin büyük bölümünü İngiliz kalelerinde tutsak olarak geçirdi. Son olarak Londra’da hapis yatarken, 1406’da tahta çıkan yeni İskoçya Kralı 1. James, İngiltere Kralı 4. Henry ile yaptığı değiş tokuş pazarlığı sırasında onun da bırakılmasını sağlayıp, Edinburgh’a getirtti.
Kral James’e göre, elbette ona yaptığı iyiliğin bir karşılığı olmalıydı. Henry’ye, atalarının çok zaman önce Sinclair ailesine teslim etmiş olduğunu öğrendiği emaneti sordu.
Henry, «Benim böyle bir şeyden hiç haberim yok. Babam sağlığında bana hiçbir şey söylemedi.» dedi.
Bunun üzerine Kral James, «Peki ya Tapınakçıların emaneti nerede?» diye sorunca, Henry «İnan ki, bu dediklerinin hiçbirini bilmiyorum.» diye karşılık verdi.
Yalan değildi.
Zaten Tapınakçıların hazinesinin nerede olduğunu hiç kimse bilmiyordu.
Bilen varsa da, ağzından tek sözcük bile kaçırmıyordu.
Sonrası “Uçarı William” başlıklı bölümde…