Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Tapınakçıların Hazinesi - “Uçarı William”  (Okunma sayısı 3461 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ocak 23, 2010, 02:22:06 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay

Öncesi “Zavallı James” başlıklı bölümde…


Orkney Prensi Henry Sinclair’in en büyük oğlu Henry’nin 1420 yılında bir oğlu oldu. William adını koyduğu oğlunun bir yaşına geldiğini bile göremeden öldü. Rosslyn ile Orkney’in asıl varisi niteliğini taşıyan küçük William, yetim kaldı.

İşte bu William Sinclair, yaşarken de İskoçya’da tanınırdı ama öldükten sonra dünya çapında en az büyükbabası kadar ün kazandı. Bunun nedeni, sonradan “Rosslyn Şapeli” adı verilmiş olan bir mimari şaheseri gerçekleştirmiş olmasıydı.

Babasız büyüyen William, hayli şımarık bir çocuktu. Daha 13 yaşındayken uçarılığa, Rosslyn kalesindekiler başta olmak üzere her nerede bir genç kız görürse sataşmaya, hatta gönlünü razı edebildikleriyle yatıp kalkmaya başladı. Bundan, özellikle çevredeki köylü kızların babaları pek rahatsız oluyordu ama ne yapabilirlerdi ki? Sırf kızını bu arsız küçük barondan korumak amacıyla buradan göçüp gitmek isteyen bile oluyordu. Hatta bir genç kız durup dururken hamile kalıp da kiminle yatmış olduğu öğrenilemezse, herkesin aklına önce William geliyordu.

İlerleyen yıllarda, William, sadece Rosslyn çevresinde değil, hemen hemen tüm İskoçya’yı kapsar bir çerçevede âdeta gemi azıya almış bir aygıra dönüşüp, kısrakların peşinden koşmaya başladı. Her tanıştığı kız ya da kadını, yaşına bile bakmadan hemen yatağa atmayı öngörüyordu. Ona göre, tek bir şeye özen göstermesi gerekiyordu: Kadın hamile kalmasın, kazara kalsa da kendinden olduğu bilinmesin, o kadar.

William’ın günlerinin çoğunu seks yapmak, biriyle yattıktan sonra bir başkasını aramak dolduruyordu ama ilgi gösterdiği tek alan o değildi. Okumaya ve sanata pek düşkündü. Bulduğu her kitabı alıyor, kendine bir kütüphane kuruyordu. Öte yandan da mimarlığa, özellikle taş yontarak süslemek işine merak sarmıştı. Bu, bir sanat olmanın ötesinde başlı başına bir meslekti. Bunu becerebilmek, işin inceliklerini öğrenebilmek için, o tarihlerde “mason” olarak anılan ustaların yanında çalışmaya başladı.

Öyle olunca, Tapınak Şövalyeleri ile de yakın ilişki kurdu. Çünkü İskoçya’daki tüm önemli binaların, özellikle kiliselerin inşaatı, Tapınakçıların denetimi altında yürüyordu.

William, Tapınak Şövalyesi olmaya hiç heveslenmedi ama onlarla ikide birde görüşmesine, hatta içli dışlı olmasına engel yoktu. Tıpkı büyükbabası Henry gibi...

Bu yakın ilişkinin sonraki aşamalarında, uçarılığına karşın William’a güven bağlandı. Çok önemli ve gizli bilgiler aktarıldı. Büyükbabası Henry’nin bildiği, babasına söylenmemiş şeyler.

* * * * * *


William’ın birçok gayri meşru çocuğu olabilirdi. Hiçbirini tanımıyordu. Yattığı kadınlardan hangisinin sonradan doğum yaptığını bile bilmiyordu. Bu kez durum farklıydı. Kendisinden olma bir bebek gelecekti. Buna o kadar sevindi ki, Elizabeth’e kaç aylık olduğunu bile sormadı. Demek o Roma’ya gitmeden önce hamile kalmıştı. Bu durumda, evlenmelerine hiçbir engel kalmadığına göre, iptal edilmiş olan nikâhlarını bir an önce yenilemeliydiler ki doğacak olan çocukları da meşru sayılsın.

Hele bir de erkek olursa!...

Nitekim öyle oldu. William, ona kendi adını verdi.

Bir zamanlar hiçbir kadına bağlanamayacağını ileri süren William, Elizabeth’e öyle böyle değil, sahiden âşıktı. Evlenince, artık başka kadınların peşinde koşma hevesini tümüyle yitirdi.

Karısı William’a haydi haydi yetiyordu. Elizabeth’in ara sıra kaçamak yaptığını duyuyor, ama bilmezden geliyordu. Hatta ilk çocuğu William ile ilgili olmak üzere de birisi onun kulağını bükmüş, kendinden olduğuna inanmamasını önermişti ama buna aldırmamıştı. O karısını seviyordu. Kimsenin aralarına girmeye, ortalığı bulandırmaya hakkı yoktu. Gerçi en az bir çocuğu daha olsun isterdi ama Elizabeth artık yaşının ilerlediğini, bir doğum daha yaparsa sağlığının bozulabileceğini ileri sürdüğü için sesini çıkarmıyordu. Mutluydu. Karısına bir şey olsun istemiyor, «Ne yapalım. Bana bir çocuk da yeter. Üstelik erkek. Zaten sonraki belki kız olur.» diye düşünerek, avunmaya çalışıyordu.

Kendisini inşaatına vermişti. Rosslyn’den bir gün için bile olsun ayrılmıyordu. Hatta Elizabeth ara sıra biraz gezip tozmak istediğinde, yanına hizmetçi ve korumaları katarak onu yalnız başına gönderiyordu. Çalıştırdığı tüm usta ve işçilerin de sürekli olarak şantiyede kalmasını istiyordu. Bu amaçla, yepyeni bir köy kurdurdu. İşçilerin ailelerini de oraya getirtip yerleştirdi.

Aradan on yıl geçti. Pek önemli bir olayın çıkmadığı, hatta tekdüze sayılabilecek günlerle dolu on yıl... William’ın karısına karşı olan aşkının bir an bile sönmediği on yıl.

Bu on yılın sonunda kilisenin temellerinin inşaatı bitirildi. Artık ilk bölümün duvarlarını örmeye başlayabilirlerdi.

Derken, Elizabeth bir çocuk daha doğurdu. İkinci erkek.

William ona da kendi adını verdi.

Ancak Elizabeth bu doğuma dayanamadı. Birkaç gün sonra öldü. Zaten bebeği karnındayken hayli zor günler geçirmişti. William da kendi kendini yemişti, «Niçin karımın yıllar önce söylediğini dinlemeyip, bu ikinciyi de doğurması için direttim sanki?» diye.

Elizabeth’in ölümü, William’ı çok sarstı. Onsuz yapamazdı. Neredeyse aklını kaçıracaktı. Bıraksalar da karısının ölümünden sorumlu tuttuğu bebeği eline geçirse, boğabilirdi.

Ne yapacağını şaşırmıştı. Hayalet gibi dolaşıyordu.

İnşaatını bile umursamaz oldu. Onun için yaşamın anlamı da kalmamıştı ama intihar etmeyi kendine yediremedi.

Artık Rosslyn’de duramazdı. Nereye baksa Elizabeth’i görür gibi oluyor, her an bir köşeden çıkıp boynuna atılmasını, onu o doyum olmaz öpücüklerine boğmasını bekliyordu.

Bu acıya dayanamayacaktı.

Bir gün aniden Rosslyn’i terk etti. Çekip gitti.

Bugün şurada ise, ertesi gün bir başka yerde, kentten kente, kasabadan kasabaya dolaşmaya başladı.

Yine kadınlara düştü. Ancak şimdi özellikle fahişelerle, seks için para verdiği kadınlarla yatıp kalkıyordu.

Kendisini içkiye verdi. Gündüz gözüyle bile ayık gezdiği pek enderdi. Hatta «Dün geceyi nerede geçirdin?» diye sorulsa, ne diyeceğini bilemezdi.

Geçmişini unutmak isterken belleğini de hemen tümüyle yitirdi. Sadece adını, kim olduğunu anımsıyordu, o kadar.

* * * * * *

Glasgow’da iken bir gün şakır şakır yağmur altında nereye gittiğini bilmeksizin sendeleyerek yürümeye çalışırken, mahalle aralarına saptı. Yolunu yitirdi. Aldırmadı. Ayağı bir taşa takıldı. Çamurun içine yuvarlandı. Önce biraz debelenerek kalkmak istedi; beceremedi. Olduğu yere yığılıp kaldı.

Konaklarda gündelikçi olarak çalışan bir kadın, akşamüstü evine dönerken ona rastladı. Önce ölü sandı. Yokladı. Adamın yaşadığını gördü. Seslenerek yardım istedi. Çevreden birkaç kişi çıkıp geldi. Onu tanıyan yoktu. Şimdi ne yapacaklardı? Kadın, «Yardım ederseniz benim eve götürelim.» dedi.

William’ı koltuk altı ve bacaklarından tutarak karga tulumba kadının evine taşıdılar. Üstünü başını şöyle bir temizleyip sedire yatırdılar. Komşulardan biri, «Mary Jane, sen dul bir kadınsın. Sakın bu adam başına bela olmasın.» dedi.

Mary Jane, «Baksanıza!... Ateşler içinde yanıyor. Belli ki çok hasta. Ben onu iyileştirir sonra gönderirim. Merak etmeyin, bir şey olmaz. Ancak önce birisinin bana yardım etmesi gerek.» dedi. Hemen sirkeli soğuk suyla ıslattığı bir bezi alnının üstüne yerleştirdi. Bir yandan da boynunu ve bileklerini ovuşturmaya girişti.

Komşu kadınlardan biri el vermek için gelmişti. «Bu böyle olmaz.» dedi. «Baksana, adam sırılsıklam. Giysilerini çıkarmak gerek. Ne yapsak acaba? Benim herif de yok. Kim bilir ne zaman gelir. Komşulardan başka birini mi çağırsak?»

Mary Jane, «Ben soyarım. Sen istersen arkanı dön, bakma.» deyip, William’ı çırılçıplak etti. Bu esnada «Belli ki gençken çok yakışıklıymış. Kim bilir kaç can yakmıştır.» diye düşünmekten kendini alamadı.

William, zangır zangır titremeye başlamıştı. Mary Jane, üzerine iki kat kalın battaniye sererek sıkıca sardı.

Komşu kadın, William’ın üstünden çıkan giysilerini yıkayıp astı. Sonra «Haydi artık sana emanet. Benimki neredeyse gelir.» diyerek, evine gitti.

William, tam iki gün komada gibi yattı. Mary Jane, aslında doğru dürüst birine benzeyen bu zavallı yabancıya pek acımıştı. Ateşini düşürdü. Sonra da baş ucundan ayrılmadı.

* * * * * *

William, nereye gideceği konusunda kararsızdı. Ancak pek iyi bildiği, kolayca tanınacağı yerlere gitmek de istemiyordu. Aylarca oradan oraya dolaşıp durdu.

Daha önce ölümden dönmüştü ama eski hamam eski tas... Yine küpler gibi içiyor, kiminle denk düşerse onunla yatıyordu.

Sonunda yanındaki para suyunu çekti. Gerçi tıpkı bir berduş gibi yaşıyordu ama kadın için de, kadın olmasa bile bir handa gecelemek için de, bir şeyler yemek için de, içki için de mutlaka para gerekiyordu. Hırsızlık ya da çapulculuk edemezdi ya. Ulu orta söylemese bile, bir Sinclair olduğunu hiç unutmamıştı.

Para almak için Rosslyn’e dönmek zorunda kaldı. Kale halkı onu neredeyse tanımayacaktı. Saçı sakalı birbirine karışmış, her zaman pırıl pırıl olan gözlerinin feri kaçmıştı. Perişan haldeydi. Üstelik ayakta duramayacak kadar da sarhoştu.

Ertesi gün, ona artık iki yaşına basmış küçük oğlunu getirip gösterdiler. «Bu kimin çocuğu böyle?» diye sordu. Kendisinin olduğuna inanmadı. «Bunu buradan götürün. Babası her kimse ona teslim edin.» dedi.

Büyük oğlu karşısına dikilince, onu da kabullenmedi. Hele bir de adını söyleyince, «Hadi oradan * çocuğu!... Bir tek William Sinclair var. O da benim. Sen kim bilir kimin dölüsün. Utanmadan adımı çalmaya kalkışıyorsun. Ben, senin baban falan değilim. Beni kandıracağını mı sanıyorsun? Yıkıl karşımdan. Defol git!... Bir daha da sakın gözüme görünme.» diye bağırarak onu kovdu.

İnşaatın başında duran usta, William’ın dönmüş olduğunu duyunca, görüşmek için kaleye geldi. İşlerin çok uzun zamandır olduğu gibi kaldığını belirterek, ne yapmaları gerektiğini sordu. «Daha önce ne yapıyordunuz ki? Ne halt ederseniz edin. Bana ne! Sizinle mi uğraşacağım?» diyerek, onu da kovdu.

Kaledeki herkesi şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükledi. Yıllarca nezaketinden geçilmeyen William Sinclair’in yerine, huysuz ve görgüsüz herifin biri gelmişti. Olmasa daha iyiydi.

Nitekim birkaç gün sonra hiç kimseye hiçbir şey demeden yine çekip gitti de kale halkı rahat nefes aldı.

Birkaç gün sonra yine Glasgow’daydı. Amaçsız, öylesine dolaşıyordu. Arkasından bir kadın «William.» diye seslendi.

Dönüp baktı. Kucağında bir bebek taşıyan kadın, «William, demek döndün. Ne kadar sevindim bilemezsin. Bak işte bu da senin oğlun.» diyerek, ona bebeği iyice göstermek istedi.

William’ın nevri döndü. Artık yeterdi yahu! «Demek bir de sen bana çocuk yamamak istersin ha!» diye, kadının üzerine yürüdü. Sille tokat dövmeye girişti. Kadın bu hiç beklenmediği saldırı üzerine öyle bir şoka uğradı ki, bebeğini elinden düşürdü. William, kadını saçlarından yakalayıp, âdeta öldüresiye döverek sürüklemeye başladı. Kadın, bir yandan kurtulmaya çalışıyor, diğer yandan da cansiperane bir şekilde «Bebeğim, bebeğim.» diye haykırıyordu. Çevredekiler yetişip William’ın kollarından yakalayarak kadını elinden kurtardı.

Bu saçma sapan olayı duyan Glasgow şerifi, onu yakalatıp gözaltına aldırdı. William bar bar bağırıyordu: «Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz ulan? Ben William Sinclair’im. Beni içeri alamazsınız. Kılıma bile dokunamazsınız.»

Aldırış eden olmadı. Onu bir hücreye tıkıp bıraktılar.

İki gün hapis yattı. Bağırarak hiçbir şey elde edemeyeceğini anlayınca, bir fırsatını bulduğunda muhafızın eline bir miktar para sıkıştırdı. Şerifi görmek istedi. Burada tutuklu olduğunu bildirmesi için ona bir isim ve adres verdi. Şerif, bir William’ın yüzüne baktı bir de söylediği isim ve adresi düşündü. Olacak şey değil... Fakat adının William Sinclair olduğunu söylemiş olduğu için, inanası gelmediyse de çekindi. Bu işin ardından bir sakatlık çıkarsa, başına çorap örülürdü. İyisi mi, Kilwinning’de adını verdiği kişiye haber gönderdi.

Ertesi gün, iki Tapınak Şövalyesi çıkageldi. William’ı teslim alıp apar topar Kilwinning’e götürdüler.

William Sinclair’in Kilwinning’de kaldığı birkaç ay içinde orada her ne olduysa, ona nasıl bir tedavi uyguladılarsa, tümüyle kendisini yeniden buldu.

Bir gece başına çok ilginç bir olay geldi.

Yatağında uyurken, birkaç kişi birden üzerine çullandı. Hem kollarını hem gözlerini sıkıca bağladılar. Sürükleyerek bir başka yere götürdüler. Diz çöktürüp, boynuna bir demir tasma taktılar. Sonra kollarını çözüp dört ayak haline getirerek onu tasmadan çekerek götürdüler. Tıpkı bir hayvan ya da köle gibi...

Gittiler, gittiler. Sonunda durdular.

William kan ter içinde kalmıştı. Bir elini şöyle yüzüne doğru kaldırmak isteyince, tasmayı tutan kişi yukarı doğru öyle sert bir şekilde çekti ki az kalsın boynu kopacaktı. Yere kapaklandı. Biri onu kaldırıp yine dört ayak durumuna getirdi.

Birdenbire boru ve çan sesleri duyuldu. Ona âdeta kulakları patlatırcasına tempo tutan trampetler katıldı.

William dört ayak halinde durduğu sürece dokunmadıklarını anladı. Artık ne isterlerse yapacaktı.

Az sonra birisi boynundaki tasmayı çıkardı ama omuzlarına öyle bir dokundu ki, bu “Hiç kıpırdama. Öylece dur ve bekle.” anlamına geliyordu.

Boru, çan ve trampet sesleri birdenbire kesildi.

Biraz uzakta ama tam karşısında bir yerde olduğu anlaşılan biri, ona sert ve tok bir sesle sordu:

«Kimsin sen?»

William sesini çıkarmayınca, yanı başında durduğu anlaşılan bir adam onu hafifçe itekledi, “Yanıt ver.” der gibi...

Duyulamayacak kadar kısık bir sesle adını söyledi.

Karşısındaki galiba kızmıştı. Bu kez sesini iyice yükselterek bağırdı: «Kimsin sen?»

Bu kez William da başını kaldırarak, «William Sinclair.» diye bağırdı. Sesi bir yerlerden yankılanarak döndü.

Yinelenen bir fısıltı duyuldu. Sanki birileri art arda kulaktan kulağa “Sinclair” sözcüğünü aktarıyordu.

Aynı ses bir kez daha yükseldi: «Sinclair... Kendine gel... Üstlendiğin görevi bil.» dedi.

Aynı fısıltı yinelendi: “Görevi bil.”

Karşısındaki kişi sordu: «Sinclair... Görevin nedir?»

William tam buna da yanıt verecekti ki, Yanındaki kişi bir kez daha omzuna vurdu. Bu kez de “Sus!” anlamında.

Bir süre William’a çok uzun gibi gelen bir sessizlik oldu.

«Sinclair... Görev yerin neresi?»

«Rosslyn.»

Yine o fısıltı... “Rosslyn.”

Tek bir çan vuruşu duyuldu.

«Sinclair... Görev yerine dön. Çalış ve başar.»

Birisi başını tutup yukarıya kaldırdı. Birdenbire gözlerindeki bağı da çözdü.

Karşısında sanki güneş gibi parlak bir ışık vardı. Az önce karanlıklar içindeydi; şimdi ise aydınlığa boğulmuş olduğu için hiçbir şey göremiyordu. Gözlerini kırpıştırdı. Çok aydınlıktı ama sanki kör olmuş gibiydi. Kıpırdamadan öylece durup, gözlerinin ışığa alışmasını bekledi.

Hemen yanında olduğunu sandığı kişilere belli etmemeye çalışarak, göz ucuyla sağına ve soluna baktı. Işığın geldiği yer öyle parlaktı ki, başka hiçbir şey göremiyordu. Elleri ve dizleri üzerinde durduğu yerin her iki yanında ise kocaman birer sütun olduğunu sezdi; biri bembeyaz, diğeri kıpkırmızı.

Hiç kimseyi görmüyordu. Burada kendisinden başka birileri daha varsa, -olmalıydı- hiçbiri ses çıkarmıyordu. Hiç kimse ona dokunmuyor, hiçbir şey yapmıyordu.

Peki, şimdi o ne yapacaktı?

Ellerini dizlerinin üzerine bastırıp doğrulmak istedi. Engel olan çıkmadı. Ağır ağır ayağa kalktı. O anda ortalık birdenbire karardı. Artık gözleri açıktı ama hiçbir şey göremiyordu. Zifiri karanlıktı. Hiçbir ses duymuyordu.

Yavaş yavaş sola kayarak az önce görür gibi olduğu o iki sütundan birini tutmaya çalıştı.

Hayret!... Eline hiçbir şey geçmedi. Acaba yanılmış mıydı?

Bu kez sağa doğru kayarak diğer sütunu aradı. Hayır! O da yoktu. Demek yanlış görmüştü. O koskocaman sütunların ikisini birden yok etmiş olamazlardı ya!

«Burası neresi? Benden ne istiyorsunuz?» diye seslendi.

Sesi yankılandı ama yanıt veren olmadı.

Ne yapacağını, ne yana gideceğini şaşırdı. Gelişigüzel bir yön seçip kör gözle ilerledi.

Az sonra bir duvara çarptı. Duvarı her iki yana ve aşağı yukarı doğru yokladı. Kocaman, dümdüz kesilmiş taş bloklardan yapılmıştı. Ellerini yaslayarak duvar boyunca yana doğru kaydı. Çok geçmeden bir köşeye geldi. Döndü. Eliyle yokladığında, şimdi her iki yanında birden duvar olduğunu anladı. Demek ki burası koridor gibi bir yerdi. Belki buradan çıkış, belki bir başka yere giriş yolu olsa gerekti.

Koridorda ilerledi. Birdenbire tam karşısına gelen bir diğer duvara çarptı. Koridor burada ikiye ayrılıyordu. Acaba hangi yana gitmeliydi? Sağa döndü. Daha belki birkaç adım atmıştı ki, yine bir duvara çarptı. «Hayır!» dedi kendi kendine. «Galiba yanlış yöne girdim. Ötekini seçmeliydim.»

Buraya nasıl gelmiş olduğunu anımsıyordu. Koridorun ikiye ayrıldığı noktada sağa dönmüştü. Şu halde şimdi geri gitmeli, aynı yerde bu kez sola dönmeliydi.

Öyle yaptı. Fakat ilk saptığı yeri bulamadı. Solunda kalan duvarda buraya girdiği ilk koridorun köşesi olmalıydı. Yoktu!

İşte o zaman, işinin bittiğini anladı.

Burada izlenmesi hemen hemen olanaksız bir labirent vardı. Tıpkı kendisinin Rosslyn’de kurmayı tasarlamış olduğu gibi bir labirent. İçeriye bir kez girenin artık çıkamayacağı bir mezar. Şimdi burası ona mezar olacaktı.

Fakat hayır!... William Sinclair ölemezdi. Elbette bir gün ölüm zamanı gelecekti ama şimdi, hemen değil. Önce yapacağı, bitireceği bir işi, görevi vardı. Dayanmalıydı. Başaracaktı.

Hava ağırlaşıyordu. Elbette öyle olacaktı. Şayet şimdi elinde önünü görebilmek için taşıdığı bir meşale olsaydı, bu kadar bile sürmezdi. Belki bir küçük yağ kandili olsa, oradan oraya bir süre daha dolaşmasını sağlardı, o kadar.

«Acaba kendi oyunuma mı düştüm?» diye düşündü.

Bu, düşünebildiği son şey oldu. Yere yıkılıp kaldı.

* * * * * *

Pek iyi planlanmış olan bu arazi spekülasyonunun sonunda, William Sinclair, Caithness’in büyük bir bölümüne sahip oldu. Artık İskoçya kralının buyrultusu dışında bile olsa, bundan böyle kendi başına “Caithness örlü” unvanının Sinclair ailesinde kalmasını sağladı.

İşte Caithness’de tüm bu olup bitenler sırasında, William, Dunbeath adlı kasabada, aslında köklü bir aileden gelme fakat yoksul düşmüş Alexander Sutherland ile tanıştı; daha doğrusu bir fırsat yaratılıp, tanıştırıldı.

William’dan birkaç yaş küçük olan Alexander, önceki yıl karısı ölünce küçük kızı ile yalnız kalmıştı. Marjory adındaki bu kız, 13’ünü yeni doldurmuştu. Allem kallem edildi; William ile Marjory evlendirildi. William onun daha çocuk olduğunu ileri sürüp direnmek istediyse de, şöyle dendi: «İyi ya!.. Bakire... Kimi kimsesi yok. Bir tek babası var. O da bu işe dünden razı. Yeter ki kızının sağlam ellerde olduğunu bilsin. Sen de ona biraz arka çıkarsın. Kız hem genç hem deneyimsiz olduğuna göre, onu istediğin gibi yetiştirirsin. Gözü dışarıda olmaz. Sen ona iyi davranırsan, o da sana bağlanır ve iyi karılık eder.»

William biraz düşündü. Gerçi bu işe aklı yatmıştı yatmasına ama kızın ne diyeceğini de öğrenmek istedi. Babasının izniyle, onunla yalnız kaldı. Kendisini, gelmişini geçmişini anlattı. Hem hiçbir şey saklamadan, her şeyi açık açık söyledi. Sonra da, «Bak ben senin baban yaşındayım. Gönlün olmazsa, hiç kimse seni benimle evlenmek için zorlayamaz. Üstelik öyle olmasını ben de istemem. Ne diyorsun?» diye sordu.

Marjory ne diyebilirdi ki?... Bir baronla evlenecekti. Hangi genç kızın eline böyle bir fırsat geçerdi?

William ile Marjory’nin önceleri art arda iki çocuğu oldu; ikisi de kız. William, karısının sağlıklı bir doğum daha yapmış oluşundan ötürü sevinçliydi ama kesinlikle kendinden olduğuna inandığı, gerçekten varisi olarak nitelendirebileceği bir oğlunun olmayışından dolayı da üzgündü. Karısı, henüz genç olduğunu belirterek, «Tanrı’dan umut kesilmez. Yine deneriz. Bakarsın, bir sonraki erkek olur. O mutluluğu da tadarsın.» dedi.

William, âşık olmadığı ama severek bağlandığı bu gencecik karısıyla pek mutlu, gönül rahatlığı içinde inşaatını yürütüyordu. Artık 3. James ile de görüşmez, parlamentoda kendisi için açık tutulan yeriyle bile ilgilenmez olmuştu.

Şimdilik ortalık durgun gibi görünüyordu. Kraldan da pek ses seda çıkmıyordu. Ancak, kralın arkasındaki birtakım kişiler, henüz William ile hesap kesmemişti. Bu iş sona ermemişti. Onun, kendilerini Tapınakçıların hazinesine ulaştıracak bilgilere sahip olduğuna emindiler. Bunları ondan birtakım başka yollara başvurarak da olsa, mutlaka almaya kararlıydılar.



Sonrası “Kaledeki yangın” başlıklı bölümde



« Son Düzenleme: Aralık 09, 2010, 02:48:58 ös Gönderen: dogudan »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
2 Yanıt
5741 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 12, 2010, 10:14:29 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3948 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 13, 2010, 08:33:52 öö
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
4658 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 04, 2011, 04:01:14 ös
Gönderen: Mustafa Kemal
0 Yanıt
3753 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 17, 2010, 10:24:09 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3839 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 18, 2010, 08:16:10 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3849 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 19, 2010, 01:05:11 ös
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
4015 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 13, 2014, 10:33:13 ös
Gönderen: Alşah
2 Yanıt
5614 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 11, 2011, 05:54:33 ös
Gönderen: Mustafa Kemal
0 Yanıt
3582 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 25, 2010, 10:27:27 öö
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
14280 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 14, 2014, 12:22:15 öö
Gönderen: NOSAM33