Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: 31 MART İRTİCA VAKASI...İRTİCANIN VE İSTİBDATIN HAZİN SONU!..  (Okunma sayısı 10857 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Nisan 24, 2007, 03:38:04 öö
  • Ziyaretçi

31 Mart Vakası ve Abdülhamit'in Tahttan indirilmesi

Nisan, 1909

Tarih sahnesinden çekilmeye hazırlanan Osmanlıların son döneminin en önemli hükümdarı olduğu söylenebilecek II. Abdülhamit'in bir tür "şark kurnazı" olduğuna da fazla itiraz gelmeyebilir. Yeni Osmanlılara meşrutiyet ilan etme sözü vererek V. Murad'ın yerine tahta çıkarılan II. Abdülhamit daha sonra ilk fırsatta Anayasayı askıya alıp, Meclisi fesh etti. Ağabeyini hapsederek ve 30 yılı aşan bir süre Osmanlı İmparatorluğunu tam bir otokrat olarak yönetti.

Kimilerine göre "imparatorluğu batıran", kimilerine göre ise "kurtaran" "Kızıl Sultan" Birinci Meşrutiyet'ten sonra İkinci Meşrutiyeti de bir kenara koymaya kalkıştı ama ikincisinde çuvalladı ve tahttan indirilerek Selanik'e sürgüne gönderildi.

III. Ordunun görev alanı olan Selanik ve Makedonya Osmanlı İmparatorluğunun en batı bölgesi olarak Avrupa'daki gelişmelerden en fazla etkilenen, kapitalist ilişkilerin en fazla geliştiği, en aydınlanmış bölgeydi. Dolayısıyla Osmanlı'yı meşruti bir monarşiye dönüştürmek için toplumsal baskının da öncelikle bu bölgeden gelmesi, gizli devrimci örgütlerin asıl olarak bu bölgede gelişmesi doğaldı.

Nitekim Abdülhamit'i İkinci Meşrutiyet'i ilan etmeye de bu bölgedeki ordu birlikleri ve halk zorlayacaktı. Bölgedeki orduyu neredeyse tümüyle kontrolü altına alan İttihat ve Terakki örgütü, Niyazi ve Enver'in dağa çıkmasıyla aslında silahlı bir isyanı da başlatmış oluyordu. Selanik Merkez Kumandanı Nazım Paşa'nın öldürülmesi üzerine durumun ciddiyetini iyice anlayan Abdülhamit isyanı bastırmakta geç kalmıştı.

Enver ve Niyazi'nin kasabalara baskın verip Anayasanın yeniden yürürlüğe konduğunu açıklamaya başlamaları üzerine Yıldız Sarayı'na kapanmış olan padişah pes etti ve 24 Temmuz 1908'de otuz yıl önce askıya aldığı Anayasayı raftan indirdi.

Beş yılı aşkın bir süredir sadrazamlık yapmakta olan Mehmet Ferit Paşa'yı azleden Abdülhamit, en has adamlarından Küçük Mehmet Sait Paşa'yı yedinci kez sadrazam yaparak derhal Anayasanın gereklerini yerine getirmesini istedi. Osmanlı devleti bir gün içinde yeniden meşruti bir monarşi olmuştu. Otuz yıl önce Anayasayı askıya aldığını ilan ederken halkın "henüz meşrutiyete hazır olmadığını" iddia ediyordu, tekrar yürürlüğe koyarken ise "artık halkın gereken olgunluğa eriştiğini" söylüyordu.

Halk kitlelerinin siyasi olgunluk düzeyinin ne olduğu tartışması bir yana, son derece kurnaz, temkinli ve ürkek bir kişiliği olan Abdülhamit aslında meşrutiyeti, yani yetkilerinin sınırlandırılmasını hiç de kabullenmiş ve hazmetmiş değildi. Ama karşı karşıya kaldığı baskı ve tahttan indirilme korkusu nedeniyle ilk aşamada suların aktığı doğrultuda görünmeye karar veriyordu. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle sular durgunlaşıp, ortalık yatıştıktan sonra birincisini nasıl ortadan kaldırdıysa ikincisinin de üstesinden gelmenin bir yolunu bulmaya çalışacaktı.

Abdülhamit'in beklenenden önce meşrutiyeti ilan etmesi Makedonya'daki ayaklanmayı örgütleyen İttihat ve Terakki için de sürpriz oldu. Cemiyet, gizliliğine son verip hemen açık örgütlenmeye geçmeye ve iktidarı almaya hazır değildi. Ne Abdülhamit'e dokunmayı göze aldı, ne de iktidara gelmeye kalkıştı. Tam tersine herkesin bildiği varlığına ve olayların arkasındaki reddedilmez rolüne rağmen yarı-gizli yapısını sürdürdü ve zaman kazanmaya çalıştı.

Bir yandan Meclisin oluşumu için seçim hazırlıkları sürerken Abdülhamit de boş durmuyor, durumu anlamaya, güç dengelerini kavramaya çalışıyor, karşı atağa ne zaman ve nasıl geçeceğinin hesaplarını yapıyordu. Seçimler gerçekleştirildi ve 17 Aralık 1908'de padişahın nutkuyla Meclis açıldı.

Artık İkinci Meşrutiyet dönemi başlamıştı ama bir yandan da son derece ilginç bir tablo ortaya çıkmıştı; perde arkasındaki iktidar partisi gibi devletin başındaki padişah da gizlice faaliyet yürütüyordu. Abdülhamit el altından taraftarlarının örgütlenmesini sağlıyor ve Makedonya'daki askeri ve sivil örgütlenmeye İstanbul'da aynı türden bir örgütlenmeyle karşı çıkmaya hazırlanıyordu.

"İslam Birliği" diye bir cemiyet kurulmuştu ve padişahın oğlu Mehmet Burhaneddin'in de içinde yer aldığı bu örgüt meşrutiyete karşı kampanya yürütmeye başlayacaktı. Siyaset anlayışında İslam'a özel bir yer veren ve ilk kez "Halife" unvanını uluslararası politikada bir araç olarak kullanmaya çalışan Abdülhamit'e İslamcıların sahip çıkması doğaldı. İstanbul'daki ordu birlikleri içinde de Abdülhamit yanlısı bir örgütlenme hızla yaygınlaşıyordu.

Artık iktidara daha yakın olmak için yeterince hazırlandığını düşünen İttihat ve Terakki Şubat 1909'da Kamil Paşa'nın yerine kendi adamı Hüseyin Hilmi Paşa'nın sadrazamlığa getirilerek hükümeti kurmasını isteyince Abdülhamit yanlısı hareket de daha açık faaliyete geçti. "Makedonya Cuntası" kendi iktidarını kuruyor ve İslam'ı tasfiye ederek "memleketi gavurlara teslim etmeye" hazırlanıyordu.

Sonuçta eski Rumi takvime göre 31 Mart 1325'te, miladi takvime göre ise 13 Nisan 1909'da bir kısım öğrenci, asker ve halktan insan sokaklara dökülerek gösterilere başladılar. Meclisi basarak bazı mebusları tartaklayıp, ikisini de öldürdüler. Şeriata uygun bir yönetim ve Halife-Sultanın yetkilerine saygı gösterilmesini istiyorlardı. Başını gerici ve meşrutiyet karşıtlığıyla dikkat çeken, aynı zamanda İngiliz Sefaretince finanse edildiği yolunda ciddi bulgu ve iddialar bulunan Derviş Vahdeti ve Volkan gazetesinin çektiği bu güruhun yabancılarla azınlıklara ait yerlere hiçbir şekilde tecavüz etmedikleri de dikkate değerdir!

Arkasında kendisinin olduğundan kuşku duyulmayacak bu ayaklanmayı gerekçe gösteren Abdülhamit has adamlarından Ahmet Tevfik Paşa'yı hükümeti kurmakla görevlendirerek yeniden politik inisiyatifi eline aldı. İstanbul'daki yabancı elçiler başkentlerine gönderdikleri raporlarda Abdülhamit'in otokratik rejimini yeniden kurduğunu bildiriyorlardı.

Ama aslında böylesi bir sonuca varmak için henüz erkendi. Çünkü bu durumu kabullenmeyecek güçler de vardı ve onlar da karşı harekete geçeceklerdi. Nitekim meşrutiyetin silahlı gücü durumundaki Selanik'teki Üçüncü Ordu +HAREKET ORDUSU+ namile Mahmut Şevket Paşa komutasında İstanbul'a doğru yola çıkacak ve ayaklanmadan iki hafta sonra 24 Nisan'da İstanbul'a gelerek birkaç küçük çatışmanın ardından durumu kontrolü altına aldı. Artık başkent İttihat ve Terakki'nin ilerici subaylarının elindeydi ve kendilerine daha güvenli olan bu kadrolar Abdülhamit'i tahttan indirecek adımı da bu kez atacaklardı.

Başına gelecekleri gören Abdülhamit hemen hükümeti azlederek bir kez daha zamana oynadı ama artık çok geçti. Şeyhülislamdan gereken fetva alındı ve 33 yıl sonra, 27 Nisan 1909'da tahttan indirilen Sultan İstanbul'da kalırsa entrikalarına devam edeceği bilindiği için hem İstanbul'dan uzak, hem de meşrutiyetin mayalandığı ve İttihat ve Terakki'nin kontrolündeki bir kente, Selanik'e sürgün edildi. 1912'ye kadar burada ikamet eden Abdülhamit daha sonra Beylerbeyi Sarayı'na getirilecek ve 1918'deki ölümüne kadar burada "kafes hayatı" sürdürmek zorunda kalacaktı.

Aradan geçen otuz yılda meydana gelen toplumsal ve siyasal gelişmeler tam bir şark kurnazı olan padişaha meşrutiyetin birincisini bir kenara koyma ve Mithat Paşayı ortadan kaldırma olanağı sunmuştu ama ikincisinde tarihin tekerrürü mümkün olmayacaktı. "Kızıl Sultan"ın hükümranlığı boyunca en korktuğu şey başına gelecek ve bu kez tahtından olacaktı!..


Nisan 24, 2007, 03:48:52 ös
Yanıtla #1
  • Ziyaretçi

Bende Fraternis gibi dönemin olaylarına devam edeceğim bakışımız biraz farklı olsada Ali Suavi ve birçok konuda ona tamamen katılıyorum... Ama Abdülhamid'in de bir şark kurnazı ve içten pazarlıklı biri olduğunu unutmamalı!..


Nisan 24, 2007, 04:33:27 ös
Yanıtla #2
  • Ziyaretçi

31 Mart Vakası, yakın tarihimizin ilginç, anlamlı ve bir o kadar da ibret verici bir olayıdır.
Bu gerici olarak görünen ayaklanmanın aslında üç temel etkeni olduğunu söylemek mümkündür;

1- 1908'de meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalan padişah, aynen birinci meşrutiyette yaptığı gibi sınırsız iktidarını geri alabilmenin hesapları içersindeydi. İnce politk oyunların ve şark kurnazlığının üstadı olan padişah Abdülhamit kuşkusuz ilerci devrimden hoşnut değildi, aynı hoşnutsuzluk yıllarca padişahın hesap sorulamaz ihsan kesesinden sebeplenen saray etrafı sergerdeleri, arnavut serserileri, liyakat yoksunu paşa müsveddeleri, arap hademeleri, rütbe-i tenzile uğrayan alaylı askerler ve sair "kul"lar bakımından da geçerliydi.

2- 1908 İnkılabı memlekete hür ve çağdaş bir hava verme yolunda önemli bir umut olmuştu. Basın, kültür, tiyatro, şehircilik alanlarında devrine göre mühim sayılabilecek gelişmeler vukubulmaya başlamış, anılan durum yüzyılların kökleştirdiği gerici zihniyeti tetiklenmeye hazır hale sokmuştu.

3- Dönemin en güçlü emperyalisti olan İngiltere, padişahın Almanya'ya yanaşması nedeniyle başlangıçta Jöntürk hareketini destekler gibi göründüyse de memleketin ilerlemesini, çağdaşlaşmasını, yarı-sömürge konumundan kurtulmasını, kısaca çağdaş ve hür bir devlet halini almasını kesinlikle istemiyordu. İnkılabı gerçekleştiren ve fiilen önderliğini alan genç subayların ilerici, milliyetçi, tam bağımsızlıkçı, laik zihniyetleri İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu bakiyesi üzerindeki "kontrol edilebilir bağımlılık" isteğiyle kesinlikle bağdaşmıyordu. Doğaldır ki emperyalistler karşılarında bıçkın, genç ve namuslu inkılapçılar yerine eskiye bağlı, gözü gönlü kararmış, uyuşuk, cibilliyetsiz paşa eskilerini görmek ve onlarla muhatap olmak arzusundaydılar.

Gerici olarak nitelendirilen 31 Mart Vakası, aslında içinde birçok farklı dinamiği ve etkeni barındıran karşı devrimden başka bir şey değildir. Bu ayaklanmayı sadece sıradan bir gerici isyanı olarak görmek bizi yanıltan dar bir bakış açısı olacaktır. Keza işin içine Padişah, emperyalist güçlerin sefir ve ajanları, saray beslemeleri de bir şekilde katılmıştır!..

Denilebilir ki asıl amil emperyalistlerin kışkırtmalarıydı. Şeriatçı çizgideki Volkan gazetesinde yazı yazan Derviş Vahdeti'nin İngiliz sefaretiyle sıkı ilişki içinde bulunduğu bilinmektedir. Volkan gazetesinin anılan günlerin türlü maddi sıkıntılarına rağmen bazı zamanlar bedava halka dağıtıldığı görülmüş, kaynağı belli olmayan paralar harcandığı belirlenmişti. Ayaklanmanın ekonomik yükünü İngiltere'nin karşıladığı kuvvetle muhtemel olmak gerekir. Bu paralarla ilerde Kurtuluş Savaşı'na da karşı çıktıkları görülecek olan Kör Aliler, İmamlar satın alınmış ve adamlar bulunmuştur.

Şeriatçı Muhammedi Cemiyeti de aynı şekilde meşrutiyet karşıtı faaliyetlerde bulunurken bizzat Padişahın oğlu Şehzade Burhaneddin de Cemiyete üye kaydedilmiştir.
Geriye Ordu kalmıştı ama o da İttihat Terakki Cemiyeti'ne büyük ölçüde bağlıydı. Ama bağlı olanlar sadece mektepli subaylardı. O halde yumuşak noktadan girilerek cahil eratın kafasının çelinmesi yoluna gidilmeliydi. Nitekim yapılan hareket de bu olmuştur. Mektepli subayların eratı gereksiz yere sıktığı, talim terbiye konusunda acımasızca davrandıkları, çoğunun aslında "gavur" ve "padişah düşmanı" olduğu propagandası işlenmiştir.
Ayaklanma patladığında isyancıların yöneldikleri hedefler bize bazı ipuçları da sunmaktadır. Örneğin; isyancılar mektepli subay istemediklerini haykırarak ayaklanmış, sokakta rastladıkları mektepli subaylardan birkaçını şehit edip diğer bazılarını dövüp hapsetmişlerdir.
Gavur olarak işlenen inkılapçı Tanin gazetesinin başyazarı Hüseyin Cahit zannıyla Adliye Nazırı Nazım Paşa öldürülmüştür.

Yine Meclisi Mebusan azalarından Lazkiye Mebusu Arslan Bey de alçakça öldürülmüştür.
İsyan sırasında şeriat istekleri mektepli subaylara edilen hakaretlere karışık vaziyette seslendirilmiştir.
İsyancılar, mukaddesatçı sloganlar atmalarına rağmen kesinlikle "gavur" sefaret veya konsolosluklara yönelmemişlerdir, ayrıca azınlıktaki hristiyanların can ve mallarına karşı da kesinlikle bir taşkınlık yapılmamıştır. Buna ilişkin elde hiçbir bilgi veyahut belge yoktur!
Olayların akışı bize kesinkes planlı ve artniyetli bir hareketin ipuçlarını vermektedir. Kapıların sonu ise İngiliz sefaretine çıkmaktadır.

Padişah Abdülhamit'in ayaklanmayı fiilen başlatmamakla beraber bastırma konusunda hiçbir gayret sarfetmediği ve olaylara tamamen çanak tuttuğu da acı bir gerçektir. 33 yıllık meyvesiz iktidarıyla yetinmeyen padişahın hala "mutlak iktidar" hesapları yaptığı anlaşılmaktadır. Nitekim isyan patladığında sadarete Hüseyin Hilmi Paşa'nın yerine bendeganından Ahmet Tevfik Paşa'yı (Osmanlı'nın son sadrazamı olacaktır) ataması buna açık bir delildir. İhtimaldir ki ayaklanma başarıya ulaşsaydı meşrutiyet ikinci kez rafa kaldırılacak, padişahın korkunç baskısı hortlayacaktı!
Neyse ki olmadı..
Vatanperverler memleketi ve Türklüğün ilerleme gayretni sahipsiz bırakmadı. Ayaklanma bastırıldı ve bir devir sona erdirilerek padişahın bitmeyen iktidar tutkusuna sonsuza dek son verildi!..


Nisan 24, 2007, 05:43:51 ös
Yanıtla #3
  • Ziyaretçi

Bilindiği gibi, 31 Mart Vakası, Nakşilerin ve değişik kesimlerden yobazların destek verdiği bir "Gerici İsyanı" olarak tarihe geçmiştir. 31 Mart Vakası'nın gerici kahramanı(!) Derviş Vahdeti, Nakşibendi tarikatından idi. Derviş'in çıkardığı "Volkan" gazetesine Saidi Nursi(kürdi) de yazıyordu. 1924'te hilafet kaldırılınca, İngilizlerin organize ettikleri Şeyh Sait isyanı başladı(1925). Bu olayda Nakşiler, doğuda birçok Türkmen-Alevi köyüne baskın yapmış, yakıp yıkmıştır. 1930'da Menemen'de ayaklanan yobazlar da öğretmen-yedek subay Kubilay'ı şehit ederek başını kesip sokaklarda dolaştırdılar. Bu isyanın başındaki Derviş Mehmet de Nakşibendi tarikatındandı.

31 Martçı Saidi Nursi(kürdi), 1925'te Şeyh Sait isyanıyla mahkum olmuştu. Saidi Kürdi, Nakşiliğe dayanan Nurculuğu yaymaya çalışan bir laiklik ve cumhuriyet düşmanıydı. Aslında hareketin özünde Türk düşmanlığı yatmaktaydı!..


Nisan 28, 2007, 07:02:31 ös
Yanıtla #4
  • Ziyaretçi

Yakın tarihimize bakınca şeriat isteğiyle ortaya çıkan bütün hareketlerin arkasında yabancıların çirkin yüzü sırıtmaktadır. Emperyalizmin Türkiye’deki irtica hareketleri üzerindeki etkisini tarih süzgecinde inceleyebilmek için ilk adımı 31 Mart Vakası’yla atmak gerekiyor.

31 Mart Vakası adıyla anılan irtica hareketi, ne kadar birkaç yobazın ve alaylı askerin sebep olduğu bir oldu bitti gibi gösterilmek istense de, 20.yüzyılın ilk yıllarında başlayan ve bugünlere kadar uzanan bir irtica sürecinin ilk halkasını oluşturmaktadır. Bu olay, dönemin sömürücülerinden başı çeken İngilizlerin, ortadoğuda güçlü ve modern bir Türk devletinin yaratacağı sorunları sezinleyip çağdaşlık sürecinin en önemli adımlarından biri olan meşrutiyet rejimini parçalamak amacıyla planladıkları bir hareketti. O dönem, şeriatçılıklarından çok İngilizcilikleri kabaran birçok kukla, bu planlı harekete alet olmuşlardı. Hareketin siyasi ve askeri kanadını oluşturan Ahrar Partisi ve İttihad-ı Muhammedi’nin üyeleri (DERVİŞ VAHDETİ) arasında birçok ingilizci müslüman vardı. Şeriat kisvesi altında asıl amaçlanan, Türk milliyetçiliğinin gelişmesine ortam hazırlayan meşrutiyet yönetimini çökertmek ve Osmanlı topraklarının emperyalizm önünde daha savunmasız hale gelmesini sağlamaktı. Bu amaca ulaşmak için en kolay yol da, dini duygularla oynayarak insanları galeyana getirmekti. 31 Mart Olayı’nda ingiliz emperyalizmi işbirlikçilerinin kullandıkları yöntem de bu oldu. Birçok kışlada şeriat isteriz diye ayaklanan askerler, isyanı hükümet darbesine kadar vardırdılar. Aslında bu ayaklanmaların altında aydın tabakasından ve devletin yönetim kademesinden birçok şahsiyet vardı ve her türlü maddi destek ingilizler tarafından sağlanmıştı. Olaylar, Türk milliyetçilerinin Hareket Ordusu bünyesinde İstanbul’a gelip isyanı bastırmasıyla sona erdi!..

Bugün hala insanların dini duygularıyla oynayarak dini siyasete alet edip başa gelenler var. Yani aynı manzara devam etmektedir!..


Nisan 28, 2007, 07:12:37 ös
Yanıtla #5
  • Ziyaretçi

Tabii ki yabancıların oyunları bu kadarla kalmayacaktı. Türkiye toprakları ingilizlerin ve diğer dönemin emperyal güçlerinin gözünde sömürülmesi gereken bir kaynaktan ibaretti. Bu topraklardan istedikleri payı alabilmek için ellerinden geleni yapacaklardı ve tüm hareketlerinde irticadan yararlanmaya çalışacaklardı. Bu yüzden Türkiye’de 31 Mart’ın kaynakları kurutulamadı. İrtica sorunu 1908’de olduğu gibi daha sonra da var olmaya devam etti. Hürriyet ve İtilaf Fırkası uzun yıllar, şeriatçılık ve dindarlık görüntüsü altında emperyalizm propagandası yapmaya çalıştı. Bu parti dindarlığı da emperyalizmin üzerini örtmek için kullanıyordu!..

Cumhuriyete kadar nice 31 Mart Olayları tasarlandı, bunlardan da nicesi hayata geçirildi. Cumhuriyetin kurulmasından sonra dahi irtica Türkiye’nin peşini bırakmadı. Cunhuriyetin ilanından sonra kurulan Terakkiperver ve Serbest Fırkalar, liderlerinin iyi niyetine rağmen, Hürriyet ve İtilaf doğrultusunda gelişme göstermişlerdir. Yabancı sermaye tarftarlığı ve din istismarcılığı iki partinin programında da yer almıştır. Bu partilerin siyeset hayatı yeni 31 Mart’larla sona ermiş, özellikle bunlardan Şeyh Sait İsyanı geniş çapta ses getirmiştir. Yine İngilizlerce körüklenen bu isyan irtica sorununun ne boyutlara ulaştığı konusunda bize bir fikir veriyordur herhalade!..


Nisan 29, 2007, 12:55:07 öö
Yanıtla #6

Devamını bekliyorum iyice okuduktan sonra yorum yaparım bende bu konuyu yazmayı istedim sana kısmetmiş :)


Nisan 29, 2007, 01:04:19 öö
Yanıtla #7
  • Ziyaretçi

Devam edeceğim. Yalnız özel mesajdada yazdım bayağı yorgunum. Demek ki bu sefer senden evvel silah çekmişim. :)

İyigeceler kardeş!.. :)


Nisan 29, 2007, 07:15:53 ös
Yanıtla #8
  • Ziyaretçi

Atatürk’ün bu konudaki politikası ise vatandaşın dinine ve ibadet hürriyetine saygılı kalmakla beraber tarikatçılığı kesinlikle yasaklamıştır. Tam bir laiklik anlayışı oturtmaya çalışmıştır. Ne yazık ki bu anlayışı benimseyen kuvvetli kadrolar yetişmesine rağmen, ekonomik dönüşüm tam olarak sağlanamadığı için irticanın kökü kurutulamamıştır. Nitekim emperyalist ülkelerle sıkı ilişkiler kurulurken girişilen çok partili demokrasi denemesi irticanın yeniden hortlamasına sebep olmuştur. Kuran kursları, imam hatip okulları, islam enstitüleri aydın din adamı yetiştirme amacıyla kurulmalarına rağmen irtica saflarını güçlendiren kaynaklar olmaktan öteye geçememişlerdir. Tarikatçılık almış yürümüş, tarikatlar devleti ele geçirme çalışmalarına başlamışlardır. Çok partili sitemi Türkiye’ye getiren İsmet İnönü de irticanın ne ölçülere ulaşabileceğini düşünemediğini itiraf etmiştir.

Aslında bunun başka türlü olması mümkün değildi. Emperyalizm, 1908 Türkiye’sinde olduğu gibi 1946 sonrası Türkiye’sinde de irticayı bir araç olarak görecekti. Geçmişte İngiltere ve Fransa’nın yaptığı gibi bugün de A.B.D ve yine diğer ülkeler sömürgeleştirdiği ülkelerde irticanın ve dini terkiplerin teşvikçisi oldu. Bakın, bu konuda araştırmalar yapan Amerikalı Profesör Paul Baran ne diyor: Az gelişmiş ülkelerde , aç kitlelerin zihninde dinsel batıl inançların baskısını arttırmak için her türlü çabayı gösteren hakim sınıfları, A.B.D geniş ölçüde destekler. Bununla birlikte, çok partili hayatla egemen duruma gelen çıkar çevreleri de aynı yola girdiler. Nitekim içerideki gerici ve işbirlikçi unsurlar mevcut düzeni sürdürebilmek için şeriatı ve irticayı körüklediler. DP ve AP’de de geniş bir biçimde Hürriyet ve İtilaf doğrultusunda gelişme görüldü. Türkiye’nin kapıları yabancılara ardına kadar açılırken kitlelerin oyunu almak ve mevcut düzeni sürdürebilmek için irtica hareketleri desteklendi!..

Böyle bir geçmişe sahip Türkiye’de irticanın halen gündemde olması üzücü ama şaşırtıcı değil. Tarikatların devlet içinde devlet olması da... Her geçen gün irtica hareketleriyle karşılaşıyoruz ve hala bu konunun kaynağını kurutmak için gerekli çalışmalar yapılmıyor. Hükümetler bu hareketlere karşı kayıtsız kalmasa bile araştırmalarda çok ileriye gitmek istemiyorlar çünkü işin ucunun kime dokunacağı belli değil. Belki de meşrutiyet dönemindeki gibi Düvel-i Muazzama yı küstürmek istemiyorlar. Zaten yurdumuzun son zamanlarda gördüğü en büyük irticai hareket olan hizbullah’ın üzerine gidildiğinde kirli çamaşırlar bir bir ortaya dökülmeye başladı. İddialar o kadar büyüdüki bunlar hizbullah’ın devlet tarafından kurulduğuna kadar vardı. İşin ilginci bu iddialar hala tam olarak kurutulmuş değil. Bir de olayın maddi boyutu varki bu da irticada yabancı parmağını anlayabilmek için incelenmesi gereken bir olgu. Türk ordusunda bulunmayan silahlara sahip olan bu örgüt, bu silahlar için maddi desteği nerden buldu ve bu silahları onlara kimler sattı?.. Birkaç hafta önce örgüt gündemdeyken geçiştirilmeye çalışılan sorulardan biri de buydu. Büyüklerimiz bu sorunun yanıtının nerelere kadar uzandığını tahmin etmiş olacaklarki bu konuda da geniş çapta araştırmalardan kaçınıldı. Şimdi de Türkiye’de çok hızlı değişen gündemde farklı konular var ve hizbullah çoktan rafa kaldırıldı!..

Zaman değişiyor, aktörler değişiyor. Değişmeyen tek şey yabancıların irticayı bir sömürü aracı olarak gelişmemiş ülkelere diretmesi. Türkiye 90 senedir bu yarayla uğraşıyor. Aslında yapılacak şey çok basit: Atatürk’ün laiklik politikasını canlandırmak ve emperyalizmin irticayı kendi çıkarları için kullanmasına izin vermemek . Bir 90 seneyi kaybettik ama bundan sonrasını kazanmak Türk gençlerinin elinde. Ödevimiz Atatürk ilkelerine sahip çıkmak.O’nun çok güvendiği Türk gençliği Ata’sının mirasına sahip çıkarsa eğer ne irtica kalacaktır yurdumuzda ne de şeriat tertipleri!..


Nisan 29, 2007, 07:27:27 ös
Yanıtla #9
  • Ziyaretçi

"kötü hareketlerinden dolayı Saray ve çevresi ile onun hizmetinde olanların bundan böyle karşısındaydım, Diplomalarımızın verilişinde Zeki Paşa tarafından söylenip tarafımdan tekrarlanan yemin sırasında kalbimden yurdumun kurtuluş ve yükselişi yolunda kimler çalışacaksa yalnız onlara bağlı kalacağımı söyleyerek öyle ant içmiştim. Burada benim gibi davranmamış olanlar yalnız soylu çocuklarıydı. (Anılar s.24)

... Beşpinar Savaşı’nda bölügümle tutsak ettigim Yunanlılari Istanbul’a götürmekle görevlendirilmiştim. Görevimi bitirip Istanbul’dan döndükten sonra ülkemin devrime olan ihtiyacini daha iyi anlamış oluyordum. Önce yolun üstünde Manastira varişimda burada bulunan komutanlar ve üst subaylar bu görevimden faydalanarak ogullarini, yakinlarini kayirmak, hazineden bir şey koparmak kaygisinda olduklarini gördüm. Selanik’teki koskoca Müşir/Mareşal bile bundan faydalanmaya koşmaktan geri kalmiyordu. Ulusun avuç dolusu parasini alan büyükleri, gördüm ki ulus devletinin çikarindan çok, kendilerini düşünmektedirler....(Anilar s.31)

Bulgarlar, köylerindeki kuruluşları tamamladıktan sonra aralarındaki anlaşmasızlıkları çözümlemek için mahkemeler bile kurmuşlardi.... Çogu başari ile sonuçlanan komitalarla karşilaşmamizda bombasiyla, tüfegiyle, zararli yayiniyla ele geçirdigimiz komitacilarin çeşitli etkilerle bagişlanip saliverilmesi görevini yerine getiren subaylari derin üzüntülere itmekteydi. Bu yersiz aflar dolayisiyla komitacilik, eşkiyalik ve ayaklanmanin kökünü kurutmanin olanaksizligi herkesçe çok iyi anlaşilmiştir. (Anilar s.42,43)"

Ahmet Niyazi.

NOT:Alıntıdır


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
14 Yanıt
8188 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 08, 2018, 10:36:53 ös
Gönderen: Tij
12 Yanıt
10327 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 01, 2012, 12:40:18 öö
Gönderen: park10
4 Yanıt
5897 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 20, 2008, 07:52:17 ös
Gönderen: semsin
10 Yanıt
8047 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 04, 2009, 06:09:43 ös
Gönderen: ceycet
6 Yanıt
12014 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 04, 2009, 07:04:17 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
4940 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 19, 2011, 04:53:48 öö
Gönderen: moonlight
11 Yanıt
5355 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 14, 2012, 06:02:07 ös
Gönderen: hypatia
0 Yanıt
2044 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 16, 2013, 05:15:24 ös
Gönderen: Tij
2 Yanıt
2347 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 15, 2014, 04:28:43 ös
Gönderen: Melina
1 Yanıt
2034 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 14, 2015, 08:56:41 ös
Gönderen: Caliper