İnsan Nasıl İnsan Oldu adlı eserin 559-575 sayfaları arasıdır (Say Yayınları). Tarafımca yazılmıştır. Yazının hem bir bilgilendirme hem de kitabın bir tanıtımı olarak algılanması dileğiyle. (Daha önce de aynı kitaptan Arşimet'in Öyküsünü paylaşmıştım. Kitabın da hakları olduğunun farkında olarak, bu kitapla ilgili son paylaşımımı yapıyorum.)
------------------------------------------------------------------------------
Kopernik’in Kitabı Genç Bir Papazın Eline Nasıl Geçti?
1543 yılı Kopernik’in öldüğü yıl, aynı zamanda kitabın doğduğu yıldı. Kopernik mezarında yatarken, kitabı dünyayı dolaşma
ya başlamıştı. Bu kitapla kimi alay ediyor, kimi onu övüyordu. Kitap değişmemişti, neyse oydu, ama onu okuyanların çoğu fikrini değiştiriyordu.
Kopernik’in kitabı, Napoli yakınlarındaki küçük bir şehirde yaşayan genç bir papazın eline de geçmişti. Papazın adı Giordano Bruno’ydu. Bruno’nun hücresinde pek çok kitap vardı. Bazıları raflarda durur, bazıları da gizli bir yere kaldırılmış olurdu.
Manastır sorumlusu, Giordano’nun hücresinde ciddi bir arama tarama yapsaydı, kitapları arasında kilise tarafından kabul edilen Aristoteles’ten başka, özgün fikirli Lukres’in Eşyaların Tabiatı Üzerine adlı eserini de bulurdu. Melek doktor lakabıyla bilinen Aquinolu Thomas’ın on sekiz ciltlik kitaplarıyla birlikte, Rotherdamlı Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı zehir zemberek kitabı da geçerdi eline.
Döşeğin ya da döşeme tahtalarının altında, Bruno’nun not defterlerini de bulurdu. Bunlardan ilk açtığı defterde, insan okuyanı öfkeden keskin sirkeye çeviren şeylerle karşılaşırdı. Örneğin, Kandil adlı şiirle Nuh’un Gemisi adlı diyaloğu alalım. Bunlar, din adamlarının cahilliğiyle, softa beyinlilikle, erdemlik taslama kusurlarıyla alay ederlerdi. Ve bunları yazan bir Dominikan papazıydı. Öyleyse neden cübbe giymişti?
Gerçekten de bu özgün fikirli genç, neden papaz olmuştu? Giordano, Aziz Dominik Manastırı’na girdiği zaman on dört yaşındaydı. Dominikan Tarikatı’na bağlı papazlar, öteden beri katı dinciydiler ve “zındıkların amansız düşmanları” olarak ün salmışlardı. Engisizyon mahkemelerinde davalara onlar bakardı. Bayraklarına, ağzında meşale tutan bir köpek başı resmedilmişti. Tanrı’nın birer sadık köpeği olarak, her yere burunlarını sokup zındık ararlardı. Fakat, öte yandan, papazlar arasında en bilgili olanlar da bunlardı. En üstü kapalı düşüncelerde bile zındıklık bulmanın ustasıydılar. Dominikan kuşaklarından birçoğunun nasıl düşünüp nasıl düşünmemesi gerektiğini öğrendikleri Din Bilgisinin Esasları adlı kitabı yazan Melek Doktor Aquinolu Thomas da, bu tarikattandı.
Ve işte, daha çok öğrenip bilmek isteyen on dört yaşındaki bu çocuk, yani Giordano, bir zamanlar Aquinolu Thomas’ın okuduğu Aziz Dominik Manastırı’na ilk defa giriyordu. Kitapları çok severdi. Manastırın zengin kitaplığından başka nerede bulabilirdi bu kadar kitabı. Üstelik burada okumaktan başka işi olmayacaktı.
Bilime aşık olan Giordano, yüksek manastır duvarlarının arasında bu sevgilisini bulacağını sanıyordu. Gerçekten, sevgilisi bilim buradaydı. Bilim, iyi yürekli ihtiyar Cassiodorus onu ilk defa manastıra geldiği günden beri manastırlarda dolaşıyordu.
Cassiodorus, bilimin manastırda kendisini daha iyi daha rahat hissedeceğini sanmıştı. Fakat bir zamanlar Yunanistan’ın yamaç ve vadilerinde kız kardeşleriyle halay çeken dilber Mousa, burada sararıp solmuştu.
Bilim Mousa’sı, Tanrıbilim adındaki dindar ve katı yürekli hanımın evladı, hizmetçisi olmuştu. Çan sesleriyle ilahiler arasında, bilimin sesi işitilmiyor gibiydi. Sert yol göstericileri ve gözcüleri vardı. Üvey evladın hak ve görevlerini, bizzat Aquinolu doktor Thomas belirlemişti.
“Hanımefendi Tanrıbilim önünde baş eğ, çünkü insan aklı Tanrı’nın hikmetinden çok geridedir. Bu eşiği aşma, bu duvarların dışına çıkma, çünkü insan aklının sınırları vardı ,insanın aklı her şeyi bilmez. Bu yasağı çiğner, yeniden özgür olmak istersen, şiddetle cezalandırılacaksın: Dinsizi ölüm bekler…”
Bruno işte böyle bir yerde dört duvar arasındaydı. Niçin girmişti buraya? Neşe dolu gürültülü dünyayı bu daracık hücreye niçin değişmişti? Bir asker ve şair oğluyken niçin papaz olmuştu? Hep bilim için. Bruno’ya, gözlerinin gördüğünden daha geniş ufuklar gerekti. Bilimin, kendisine yeni gözler vermesini hiç kimsenin görmediğini görmeyi öğretmesini istiyordu. Bilim buradaydı, manastırın tabandan tavana kadar binlerce kitap dolu kitaplığındaydı.
Yıllar geçiyor, Bruno kitap üstüne kitap okuyor. Çoktandır kimsenin dokunmadığı tozlu bir cildi almak için, sallanan bir merdivenin en üst basamağına kadar çıktı. Bir raftan diğerine, tabandan tavana kadar ne kadar mesafe olabilir? Kitaplıkta saatlerce kalan Bruno, yüzyıllarda ve çeşitli ülkelerde dolaşıyor, insanlığın geçtiği uzun yoldan yeniden geçiyordu. Yunan filozofları, dünyanın duvarlarını gerilere atıp genişleterek kendisine bilge kişilerin yolunda kılavuzluk ediyorlardı. Yunanlılardan sonra Araplar, Museviler geliyordu. İbni Rüşt, Bruno’ya evrenen ebedi, ruhun, insanlık okyanusunda ancak bir damla olduğunu söylüyordu. İnsan ölüyor, fakat insanlık kalıyordu.
Bruno, Katolik kilisesi babalarının eserlerine derinlemesine dalıyordu. Yunan filozoflarının apaydın öğretilerinden sonra bu “melek”, “zarif”, “yalanlanamaz” denen doktorların öğretileri ne kadar karanlık geliyordu. İnsanı gittikçe, koyulaşan bir duman sarıyor, duvarlar sıkıyordu. Dünyayı ruhlar dolduruyordu: Yukarıda melekler, aşağıda şeytanlar. Melekler gök kubbelerini döndürüyor, şeytanlar fırtına gönderiyorlardı. Ya insan neredeydi? Bu esrarengiz güçler, kanatlı ruhların askerleri, kendi aralarında savaşırken, insanın ruhunu eziyorlardı.
Fıkır fıkır kaynayan cehennem uçurumuyla soğuk gök kubbesi arasındaki bu hayalet dünyası, insan için dar ve korkunçtu.
Bruno, Aquinolu Thomas’ı bir kenara bırakıp yine eskiçağ filozoflarının kitaplarına dalıyor, Aristoteles’i inceliyordu. Fakat, bir zamanlar gerçek peşinde dolaşan, bazen yolunu yitirip yine bulan canlı Aristoteles’i görmüyordu. Melek Doktor, kitaplarındaki yüzlerce büyük küçük soruyla, onu da kutsal bir fosile çevirmişti.
“Yer suda, su havada, hava ateşte, ateş göktedir, gökse hiçbir yerde değildir.” diyen Aristoteles’in dünyası Bruno’ya pek dar geliyordu.
Yıldız serpili gök kubbe sondu. Onun ötesinde ne doğa vardı, ne başka dünyalar…
Dünyanın duvarları gittikçe daralıyordu. Bruno hücresinde,zindandaymış gibi havasızlıktan boğuluyordu. Buraya bilim için gelmişti, ama onun da burada kendisi gibi sürgünde mahvolduğunu görüyordu.
Bruno için, manastır havasını solumak, tesbih çeken eller, göklere bakıp göğü görmeyen gözler görmek günden güne güçleşiyordu. Burada yabancı olduğunu duyuyordu. Üstelik kendisine şüpheyle bakmaya başlamışlardı. Başka biri de, Giordano’nun hücresinden azizlerin ikonlarını atıp yalnız bir haç bıraktığını söylemişti. Dinsiz olduğundan şüphe edilen Giordano, dört gözle izleniyor, ama henüz dokunulmuyordu kendisine.
Zamanı gelince Bruno papaz olmuş ve bir papazın yapması gereken her şeyi yapmıştı: Yeni doğan çocukları vaftiz ediyor, ölmekte olanlara günah çıkartıyordu. Bruno’nun sık sık manastırı bırakıp Napoli’ye gitmesi gerekiyordu. Ve bu kısıtlı özgürlükten faydalanma fırsatını kaçırmayıp bilginlerle tanışıyor, yasak kitaplar alıyordu. Derken eline Kopernik’in kitabı geçti. Onu okurken başının üzerindeki göğün nasıl yükseldiğini büyük bir sevinçle duyuyordu. Yıldızlar sonsuzluklara çekiliyor, dünya yıldızların arasında ışıldayan bir nokta gibi görünüyordu. Dünya’yı tepeden ve alttan ezip yassılaşmış, cennetin bulunduğu dağla cehennem uçurumu arasında sıkışıp kalmış olarak düşünen bir enginlik sarıyordu. Dünya da, öbür gezegenlerle birlikte gök boşluğunda bir kuş gibi uçuyordu.
Bruno, Kopernik’in çizdiği bu tabloya büyük bir dikkatle bakıyordu. Ortada güneş, çevresinde de, çok uzaklarda yıldızlar kubbesi. Dünyanın sınırlarını genişleten Kopernik, bu son elmas duvar önünde ürkerek duraklamıştı. Niçin durmalıydı, niçin daha ötelerde hiçbir şey olmadığına inanmalıydı? Ama Demokritos, Epikuros, Lukres, evrenin sonsuz, dünyaların sayısız olduğunu söylememiş miydi?
Bruno, bu son duvarı aşma görevinin kendisine düştüğünü anlayarak, kendi kendine şöyle diyordu: “İnandırıcı kanıtlar bul. Bu elmas duvarları paldır küldür yıl. Dünyanın tek dünya olmadığını, sayısız dünyalar olduğunu ispat et. Aç kapıyı herkes görsün, bizim güneşe benzeyen öteki yıldızları.”
İşte artık ne duvar, ne de manastırın taş tonozları. Çevrede uçsuz bucaksız uzay uzanıyordu. Nereye bakılsa, her yer yıldız doluydu. Ve bunların sayısı belli değildi. Yıldızların çevresinde alay alay gezegenler dönüyordu. Gezegenlerde canlı yaratıklar vardı. Biz onlardan nasıl habersizsek, onlar da öyle bizden habersizdiler. Bruno gözlerinin önüne serilen uçsuz bucaksız evrene bütün dikkatiyle bakıyor ve yurdu dünyayı, öbür yıldızlar arasında güç seçebiliyordu. Dünya boşlukta, görülür görülmez bir nokta gibi ışıldıyordu.
Ya evrene kıyasla insan neydi? Bir hiç mi?
Hayır, insan bu uçsuz bucaksızlığı kavrıyor, bakışlarıyla kucaklıyor, onu aklına sığdırıyordu. Aklının alabildiğine genişlediğini gören Bruno, büyük bir mutluluk içindeydi. Yıldızları, atomları görüyor ve ruhu kanatlanmış gibi, iki sonsuzluk arasında, yani yıldızlar dünyasıyla, gözle görülmez zerrecikler dünyasının sonsuzluğu arasında uçuyordu.
Bruno, Yeryüzünde Kendisi İçin Pek Az Yer Olduğu Kanısına Varıyor
Ne de olsa Bruno yine de yeryüzünde, Napoli’de bir manastır hücresindeydi.
Hayali sonsuz evrende dolaşırken, keskin gözler peşini bırakmamıştı. Yalnız konuşmalarını gizlice dinlemekle kalmıyor, aklından geçenleri bile biliyorlardı. Bruno’ya karşı 130 maddelik bir suçlama hazırlanmıştı. Çünkü Bruno, kutsal Katolik kilesinin buyruklarını 130 kez çiğnemişti.
Bu durum karşısında Bruno kendisini savunacak birini bulmak için Roma’ya gitti. Hücresinde Roterdamlı Erasmus’un bir kitabı bulunduğu hemen arkasından jurnal edildi. Bruno Roma’da papaz cübbesini çıkarıp şapka ve pelerin giydi. Sivil elbise, belindeki kılıç, cübbeden daha çok yakışmıştı kendisine. Bu kıyafetiyle, masaldaki üvey evlat sayılan bilimi kurtarmaya gelen prense benziyordu.
Bruno Roma’da bir liman şehrine gidip orada gemiye bindi. Serin rüzgar yüzünü okşuyordu. İleride özgürlük bekliyordu kendisini. Bir şehirden diğerine, ükeden ülkeye dolaşmalar başladı. Dünya genişti ama Bruno’ya dar geliyordu. Alp Dağlarının ötesinde hür İsviçre’de kendisine ve arkadaşı bilime sığınak bulacağını sanmıştı. Oraya Dominikanların uzun eli bile ulaşamazdı.
Bruno Cenevre’deydi. Özgür bir hava ne kadar kolay solunuyordu. Çok geçmeden umutlarının boşa çıktığını anladı. Burada din, Roma’dakinden farklı olmakla birlikte, taasup aynıydı. Çevresinde papazlar yerine esnaf görünüyordu. Burada erdemler, dinin buyruğu gibi değil, çıkarcı erdemlerdi; kim zenginse o kutsaldı. Yani burada da ikiyüzlülük Roma’dakinden geri kalmıyordu.
Bruno, insanların dikkatinden hiçbir şey kaçmayan gözlerinde, çok iyi bildiği aynı sinsi parıltıyı görüyordu. Kendisine, şehirde özel görevli kimselerin bulunduğunu söylemişlerdi. Bunlar herkesin hayatını izlemek, yanlış yola sapanları ya da sefih bir hayat sürenlere dostça öğütte bulunmakla görevliydi. Bunlar şehrin her semtinde bulunur ve her yerde “gözleri” olurdu. Yortu günü kimse kilisiye gecikmesindi, hemen kendisine ihtar verilirdi.
Etrafta her şeyin bu kadar temkinli ve düzenli olduğu bu sakin ve erdemli şehirde, işkenceler yapılan Servet’in hayali dolaşıyordu. İspanyol hekimi Servet de, İsviçre’de engisizyon izlemelerinden gizlenebileceğini sanmıştı. Servet ünlü bir bilgindi. İnsanı teşrih etmiş, kan dolaşımının sırlarını çözmeye çalışmıştı. Yazdığı bir kitap için Cenevreli softalar kendisine ateşte yakılarak ölüme mahkum etmişlerdi. Servet’i, öyle bayağı yakmamış, tam iki saat ateşte kızartmışlardı.
Bruno’nun daha tedbirli davranması, dilini tutması gerekirdi. Bruno susmak istemiyordu ve susamazdı da. Bilim kıyafeti içinde bir cahil görünce, herkesin işiteceği yüksek bir sesle: “Bu sahte bir bilgin. Bilim nerede, o nerede” derdi.
Bruno geldikten sonra, daha birkaç ay geçmeden, kendisine bilgin süsü veren bir Cenevrelinin cahilliğini açığa vuran yergisi çıkmıştı. Bruno’nun hapishaneye atılması için bu olay yetmişti. Bereket versin suçu o kadar ağır değildi. Çok geçmeden Bruno serbest bırakıldı. Ama bundan sonra Cenevrelilerin misafir severliğine güvenemeyeceği de kendisine duyuruldu.
Platoncularla Demokritosçular Arasında Eski Savaş Alevleniyor
Rahat durmayan misafir şehirden ayrıldı. Bir süre sonra Bruno’yu Tuluz Üniversitesi’nde görüyoruz. Deli gibi sevdiği bilimin yeri üniversite değil de neresi olabilirdi?
Daha ortalık iyice ağarmadan, üniversiteliler, ellerinde mum ve defter, dershaneye koşuyor ve eski ağırbaşlı profesörlere benzemeyen bu genç profesörü kendilerinden geçmiş dinliyorlardı. İhtiyar profesörler, derslerinde her yıl aynı şeyi geveleyip dururlardı. Öyle bir anlatışlardı vardı ki, en kolay şeyler bile anlaşılmazdı. Örneğin: “Tulumba, suyu tabiattan korktuğu için çeker, derlerdi; afyon uyutur, çünkü tabiatı öyledir, uyutma niteliği vardır…” Üniversiteliler, bunları dinlerken kendilerine öyle gelirdi ki, profesörleri boşluktan korkmasa bile uyutma niteliğine sahipti.
Ama yeni öğretmen öyle değildi. Bruno’nun derslerinde üniversitelilerin kalemleri defter sayfalarında alabildiğine koşar, fikrinin su gibi akışını güç izleyebilirlerdi. Bruno’nun fikri o kadar uzaklara akardı ki, bütün dünyayı açıp gösterirdi. Bruno, yalanlanamaz sayılan her şeye süpheyle bakmayı öğretiyordu. Aristoteles’e ve Platon’a karşı çıkıyordu.
Yüzlerce yıl sonra, Platoncularla Demokritosçular arasındaki eski savaş yeniden alevleniyordu.
Her hükümdarların, hem din adamlarının korudukları Platon’un eserleri, yüzyıllardan hiç zedelenmeden geçmişti. Çünkü bir putperest olan Platon, Hıristiyan din bilginleri gibi , dünyanın bir Tanrı tarafından yaratıldığını ve sevap işleyenleri öbür dünyada iyilikler beklediğini söylerdi.
Tanrı tanımayan Demokritos’un eserleriyse hep izlenmiş ve bunlardan kala kala başka yazarların kitaplarına aldıkları bazı parçalar kalmıştı. Demokritos’un kitaplarını putperestler de yakmıştı. Hıristiyanlar da.
İşte bu kitaplar, küller arasından yeniden çıkıyor gibiydi. Demokritos Platon’la yeniden savaşıyordu… Ve Demokritos gibi düşünenleri yeni tanrıtanımazlıkla suçluyorlardı.
Bruno, Tuluz’dan ayrılıp Paris’e gitti. Paris’te dinden sapmış sayılan Hugenotların evlerine tebeşirle çizilen haçlar daha duruyordu. İşte alışveriş yapılan şu köprüde, bütün gece, baskından kaçanlar yakalanıp öldürülmüş, cesetleri de Sen Irmağı’na atılmıştı. Bu olağanüstü manzarayı kaçırmamak için, gece yarısı yataklarından kalkan yatak hanımları, sarayın pencerelerinden ve balkonlarından bakıyorlardı. Katolikler, 1572 yılının 23 Ağustos’unu 24’üne bağlayan gecede, üç bin Hugenot öldürmüşlerdi Paris’te.
Cesur bir düşünür olan Pierre de la Rame’nin, ücretli katilleri tarafından burada, Paris sokaklarında öldürüldüğünü Bruno hatırlamalıydı. Önce Rame’nin, kilise tarafından kutsallaştırılmış Aristoteles’ karşı yazdığı kitaplar yakılmış, sonra kendisi de öldürülmüştü.
İlk zamanlarda Paris’te talih Bruno’ya gülmüştü. Bruno, krallara takdim edilmişti. Bilim üstüne konuşma gibi olağanüstü bir eğlence, yeniliklere düşkün genç kralı büyülemişti. Kral, Bruno’yu profesör tayin etmiş, hatta onun kilise ayinlerinde bulunmamasına bile izin vermişti.
Bruno, bir saray bilgini olup unvan ve ödüller alabilirdi. Fakat Bruno’ya göre, uşak elbiseleri, kendisi gibi insanlar için değildi. Bruno uşak değil, şövalyeydi. Bilim için dünyayı fethetmeye çıkmıştı. Her yerde bilimi övüyordu. Bilime layık olduğu saygıyı göstermemek cesaretinde bulunanların vay başınaydı! Bruno, sağına soluna darbeler indiriyor, cahilleri hırpalıyordu. Fakat yalnızdı, cahillerse alay alaydı. Ve Bruno’ya yine hapishane yolu göründü; yakılmasını beklemeden de bir gemiye atlayıp İngiltere’ye geçti.
Bruno Oxford’da. Orada bir düelloya katılıyor. Bu düellolarda öyle kılıçla değil, kanıtlarla dövüşülürdü. Seyirciler arasında, İngiltere’nin en soylu kişileri, saray mensupları, yabancı elçiler ve bizzat kraliçe vardı. Bruno, Oxford profesörlerinin en bilgilisi olan Doktor Nundinius’a on üç öldürücü darbe indirmişti.
Nundinius silahsız kalmıştı. Yenildiğini anlayınca, bir şövalyeye yakışmayacak şekilde davrandı, küfürler savurdu Bruno’ya. Nundinius’un saygıdeğer meslektaşları da ondan geri kalmamışlardı. Şapkaları bir yana eğilen, pelerinlerinin etekleri savrulan bilim adamlarının ağzından, Londra hamallarına taş çıkartacak küfürler işitiliyordu.
Tartışma bitmiş, yüksek misafirler dağılmıştı. Galibin de pılıyı pırtıyı toplaması gerekti. Arkasından “Defol, Aristoteles’ten daha bilgili, Platon’dan çok bilen herif, defol buradan! Çek arabanı, ne idüğü belirsiz herif! Acemi çaylak, sen kim oluyorsun da, bu kadar büyük bilginin yürüdüğü yolda ters yönde yürümeye cesaret ediyorsun.”
Dünya ne kadar genişlemişse de Bruno gibi bir kişiye dar geliyordu. Ya şimdi nereye? Londra’ya, Paris’e, Magburg’a, Vittenberg’e.
Bruno, daha uzaklara gidiyor, bir ülkeden diğerine, bir sınır karakolundan ötekine geçiyordu. Ne çok sınır karakolu vardı. Dünya birbirine düşman beyliklere, şehirlere, mezheplere bölünmüştü. Bruno, mezheplerin dışındaydı. Bu yüzden de, tüm mezhepçilerin gözünde din kurallarından ayrılan bir dinsizdi. Karşısında uçsuz bucaksız evreni görüyordu. Oysa, küçücük dünyada bile kendisine yer yoktu. O, insanın yüceliğini müjdelerken, çevresindekiler yabani havyadan daha beter dolaşıyorlardı.
Bruno dolaşmaya devam ediyordu; Prag, Helmşted, Frankfurt.
Gittiği şehirlerde, cesur düşünürlerin kitaplarının, boru sesleriyle yakıldığı yerlerde bilimi övüyordu. Cahillerle durmadan savaşıyor, onlara saldırıyor ve kendisine yöneltilen saldırıları püskürtüyordu.
Bruno her yerde alçaklığı alt ediyor, küstahlığa gem vuruyor, cahilliği açığa çıkarıyordu. Her nereye baksa, farklı düşünenlere karşı bir hoşgörüsüzlük, her yerde hafiyeler, iki yüzlüler, tarihin çarkını durdurmaya çalışan kalın kafalı insanlar görüyordu.
Hiçbir yerde özgür düşünceye yer olmadığına göre, yurdundan ayrılmaya değer miydi? Bruno insanlığı seviyordu, ama yine de bütün ülkelerden daha azizdi. Bütün dünyayı kucaklamaya hazır büyük kalpli bir insan yurdunu, yalnız kendisini seven dar, küçük, bencil ruhlu bir insanın sevdiğinden daha fazla sever.
Bruno İtalya’ya döndü. Ölecekse de yurdunda, doğduğu göğün altında ölmek istiyordu. Sevdiği şair Lukres, bir zamanlar, doğayı öven şiirlerini orada yazmış, Leonarda da Vinci orada çalışmıştı.
Ülke ülke dolaştığı yıllarda Bruno İtalya’yı unutmamıştı. İtalya’da da kendisini unutmamışlardı. Dominikan Tarikatı’ndan olanlar, din yolundan ayrılan kardeşlerini, ne yapıp edip kendi taraflarına çekmeyi düşünüyorlardı. Bunun için, Dominikan teşkilatında, bir ruhaninin ve Venedikli genç bir soylunun yardımıyla inceden inceye düşünülmüş bir pusu kuruldu. Bu soylu, Bruno’yu Venedik’e davet edip, bilimle rahat rahat uğraşması için gereken her şeyin emrine verileceğini vaat et. Vaatlere inanıp Venedik’e giden Bruno, pusuya düştü.
İnsan Geleceğe Bakıyor
Yurdunun göklerini yine gören Bruno’nun mutluluğu uzun sürmedi. Venedik’teki Kurşun Damlı Zindan’a atıldı. Zindanın küçük pencerelerinden gökyüzü güç görünüyordu.
Bruno’yu bir gün sorguya götürdüler. Elleri arkasına bağlı, bir kanepede oturuyordu. Karşısında yüksekçe bir yerde baş engizitörle yargıçlar bulunuyordu. Şu “kilise babalarıyla” “din kardeşleri” yok mu? Bunların sözüm ona “babaca” ve “kardeşçe” sevgisi olmasa, dünyada çok daha iyi yaşanırdı herhalde.
Sorgularda her şey tasarlandığı gibi olurdu: Başlangıçta mahkum sadece sorguya çekilir, sonra işkenceler başlardı. Engisizyonun elinde, insanı, aklının ucundan bile geçirmediği şeyleri dahi itirafa zorlamaya yetecek kadar araç vardı.
Engizitörler, insan iradesini işkenceyle kırma yollarını bilirlerdi. Bu başlı başına bir sanattı. Her şeyden önce mahkum elleri iple bağlanır, düğüme bir çubuk geçirilirdi. Sonra doğruyu söylemesi teklif edilirdi. Mahkum reddederse, çubuk döndürülerek elleri sımsıkı sıkılırdı. Bu böylece beş, on, yirmi beş defa tekrarlanırdı.
Bundan sonra mahkuma, Tanrı adına suçunu itiraf etmesi bir kere daha teklif edilirdi. İnat ederse, hücreye su dolu kovalar ve bir mangal getirilir , bu sefer su ve ateşle işkenceye geçilirdi. Mahkumun ağzına bir kova su dökülür, “ölürse, suç kendisinin” denirdi. Mahkumun yüzü kızgın demirle dağlanır, “suçunu kabul etmeyene merhamet yok” denirdi.
Böylece, işkencelerin sonu gelmezdi. Kilise babaları, engizitörler, geceyi gündüzü zindanda geçirir, orada yer içerlerdi. Hapishane onlara ev, işkence de eğlence olurdu…
Bruno’ya böyle işkence edilmişti. Tam sekiz hafta. Vücudunda hayır kalmamıştı. Güneşin altında kalan kurşun dam, insanı nasıl ezer, boğardı. Bir an önce sonu gelseydi bari şu işkencelerin. Fakat engizitörler Bruno’yu bedenen öldürmekle yetinmiyor, ilkin ruhunu öldürmek istiyorlardı.
Bruno Roma’ya nakledildi. Romalı engizitörler, Bruno gibi yağlı bir parçayı Venedikli engizitörlere bırakmak istememişlerdi. Engizitörler, üzgün ve bitkin Bruno’yla altı yıl uğraştılar. Güçlü bir zekası ve derin bilgisi olduğunu biliyorlardı.
Tartışmalarda Bruno’nun fikirlerini çürütebilecek bir filozof daha dünyaya gelmemişti. O halde Bruno kendi kendisini çürütmeliydi. Ölümden önce, kendi öğretisini kendisi öldürmeliydi. Bilimi öven, savunan Bruno’dan, herkesin gözleri önünde, sevgilisi bilimin yüzüne tükürmesini, onu lanetleyip ondan vazgeçmesini istiyorlardı. Ama Bruno’ya bunu yaptırabilecek işkence yoktu dünyada.
Bruno bu son sınayışa çoktan hazırdı zaten. Defalarca kendi kendisine şu sözlerle seslenmişti: “Dayan, mert ol, cahillerin yargısı seni tehdit etse bile fikrinden dönme. Işığı karanlıktan ayırabilecek yüksek bir akıl mahkemesi vardır. Sadık, vefalı tanıklar ve avukatlar senin davanı savunacaklar. Düşmanlarınsa, kendi vicdanlarından kendi cellatlarını ve senin intikamı alacak birini bulacaklar.”
İşte koridorda yine adımlar duyuldu. Kapı açıldı. Bruno’nun önünde Dominikan generali, ihtiyar bir papaz duruyordu. Papaz Bruno’ya öğretisinin din kurallarına aykırı olduğunu kabul etmesini, yanlış fikirlerinden dönmesini bir daha teklif etti. Bruno, son derece büyük bir mertlikle cevap verdi: “Fikrimden dönemem ve dönmek de istemem. Döneceğim hiçbir fikir yok zaten.”
Mahkemenin son oturumu yapılıyordu. Bruno, büyük engizitörün sarayatında dize getirilerek karar okundu. Karardaki, “Kardeş Giordano, kendisine mümkün olduğu kadar tatlı ve kan dökmeden davranılması için sivil makamlara teslim edilsin” sözlerini korkunç anlamını Bruno anlıyordu. Bu tatlılığın ne demek olduğunu biliyordu. Sivil makamlar, tatlılıkla insana işkence eder, öfkelenmeden insanı sakatlat, “acıyarak” diri diri yakarlardı.
Bruno ayağa kalktı. Gözlerinden nefret okunuyordu. Şöyle dedi:
-Siz kararınızı bildirirken korkuyorsunuz da, ben onu dinlerken korkmuyorum!
Gerçekten Bruno, yargıçlar kadar korkmuyordu. Bruno ölecekti, ama uğrunda öldüğü bilim yaşamaya devam edecekti. Ona işkence edenlerse, birkaç yıl fazla yaşasalar da, çirkin ve karanlık işlerini tarih lanetleyecekti.
Bruno, ölüme mahkum edilmişti, ama kavgaya yeni savaşçılar katılıyordu. Galileo, bilim yararına, yalanlanamaz yeni kanıtlar topluyor ve “Demokritos’un Aristoteles’ten daha iyi düşündüğünü” söylüyordu. Eli hünerli ustalar, camı perdahlamaya başlamışlardı. Çok geçmeden, bu perdahlanmış camlar teleskop ve mikroskop yapımında kullanılacaktı.
Tahmin ve sezginin zamanı bitiyor, yalanlanamayan kanıtların zamanı başlıyordu. İnsan eskiden ancak aklın yardımıyla sezdiklerini, pek yakında gözleriyle görecekti…
17 Şubat 1600
Yüzlerce Romalı, Çiçekler Meydanı’na koşuyordu. Görülmemiş bir manzara bekliyordu kendilerini: Ünlü bir dinsiz yakılacaktı. Papa, 50 kardinal ve bütün ülkelerden özel olarak bu büyük kilise bayramına gelen misafirler meydanda olacaklardı.
Meydan dolup taşmış, halk etraftaki sokaklara yayılmış, damlara bile çıkmışlardı. Çok eksi zamanlarda Romalılar, Hıristiyanların nasıl yakıldıklarını görmek için Büyük Sirk’e yığın yığın böyle akın ederlerdi. Şimdi bir gerçeği müjdeleyenin nasıl yakılacağını görmek için yeni Romalılar yine itişiyor, birbirlerini eziyorlardı.
İşte, Bruno da göründü.
Hangi peygamber kendi yurdunda itibar görmüştü? Romalılar, başına taç yapıp övünmeleri gereken kimseyle alay ediyor, ona küfrediyorlardı. Bruno’ya, üstünde zebaniler ve cehennem alevleri resmedilmiş bir gömlek giydirilmiş, başına da tuhaf bir külah geçirilmişti.
Din kurallarından sapan birini gülünç gösterip rezil etmek için her şey yapılmıştı. Fakat meydandakilerin gözleri, Bruno’nun solgun yüzüyle ve sonsuzluğa bakan gözleriyle karşılaşıp onlara baktıkları zaman gülmeleri diniveriyordu.
Kalabalıkta birinin:
“Bruno sevinsin ya! Pek yakında, var olduğunu söylediği dünyalara göç edecek” dediği işitildi. Ama bu acı şakaya aldıran olmamıştı.
Bruno, bir merdivenden yavaş yavaş yüksekçe bir odun yığınına çıktı. Cellat onu, bir diğere zincirle sımsıkı bağladı. Celladın başına, görebilsin diye iki delik açılmış bir kukuleta geçirilmişti. Ateşte diri diri yakılmak suretiyle ölüme mahkum edilen Bruno, korkmadan insanların gözlerinin içine bakıyor, cellatsa yüzünü bir maske altında gizliyordu.
Odunlar tutuşturuldu. Yel, ateşi körükledi. Alevler Bruno’nun ayaklarına yaklaştı, elbisesini sardı. Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu son dakikada pişman olup fikirlerinden döner miydi acaba?
Fakat umutları boşunaydı. Bruno aman dilemeyecekti. Ağzından ne bir söz, ne bir inilti çıkacaktı. Bruno bilincini kaybetmemişti. Duyduğu acıyı bastıran, iniltilerini açığa vurmamasına yardım eden kuvvet neydi?
Hayatının bu son dakikalarında Bruno’nunu ne düşündüğünü bilmiyoruz, ama çok daha önce, ölümünün kaçınılmaz olduğunu sezerek yazmış olduğu şu sözleri biliyoruz:
“Zaferin elde edilebilir olduğunu düşünerek mertçe savaştım. Fakat ruhuma verilen kuvvet, bedenimden esirgenmiş. Yine de bende, gelecek yüzyıların kabul edecekleri bir şey var. Gelecek kuşaklar, ‘Ölüm korkusu bilmezdi. Karakter gücü bakımından, herkesten yüksekti ve gerçek uğruna savaşmayı, tüm yaşama zevklerinden üstün tutardı’ diyecekler.”
--------------------------------------------------------------------
Bruno'nun hayat öyküsü burada bitiyor. Tarih Bruno'ya işkence edenlerin isimleriyle değil, Bruno'nun hayat öyküsü ile parıldıyor, şanlanıyor. Bruno bilime inanmış ve geleceğin savaşçılarına güvenmiştii. Bizler, Bruno'nun mirasına sahip çıkıyor muyuz?
Saygılarımla.