Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Düşünce Tarihi/6  (Okunma sayısı 2542 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Kasım 12, 2012, 07:57:57 ös

Görüldüğü gibi, insan usunun, ne kökeninin ne de özünün, sadece doğal ve yaşambilimsel (tabii ve biyolojik) etkenlerle açıklanamayacağı açıktır. Usun ve bilincin özü, ancak toplumsal (içtimai, sosyal) karakteriyle kavranabilir. İnsan toplumu olmaksızın insan usu, insan bilinci ve insan düşüncesi de olamazdı. A. Spirkin ve O. Yakhot, Diyalektik ve Tarihi Materyalizm adlı yapıtlarında bu konuda şu somut örneği verirler: “Hepimiz ormanlarda hayvanlar tarafından yetiştirilen ve sonradan insanlar tarafından bulunan çocukların öykülerini duymuşuzdur. Bu tür olayların en heyecanlısı 1920 yılında Hindistan’da ortaya çıkanıdır. Öksüzler evinin başkanı olan Mr. Singh, birtakım garip varlıkların kurtlarla birlikte bir mağarada yaşadıklarını duyar. Halk bunların hayalet olduklarını söylemektedir, fakat daha sonra bunların iki küçük kız çocuğu oldukları anlaşılır. Bu çocuklar kurtların elinden alınır ve öteki çocuklarla birlikte yetiştirilmek üzere öksüzler evine getirilir. Ancak kızlar çevreleri için büyük bir dert kaynağı olurlar. Çünkü, bir insandan doğmuş olmalarına rağmen; iki küçük hayvan gibi davranmaktadırlar. Hayvanların arasında geçen yaşamları yalnız davranışlarını değil, aynı zamanda bedensel yapılarını da etkilemiştir. İnsanların önemli özelliklerinden biri olan dik yürüme bu çocuklarca bilinmemektedir. Ayrıca insan bilincine ve düşünme yeteneğine veya insanca duygulara, heyecanlara sahip oldukları yolunda da hiçbir belirti yoktur. Alacakaranlıkta yaşarlar, gündüzleri uyur, gece olunca hareketlilik gösterirler. Yıllar geçer. Zamanla, büyük çabalar sonucunda, fakat yavaş yavaş, insanca özellikler belirmeye başlar. İlk sözcükler söylenir. Çevrelerinde olup bitenleri kavradıklarını gösteren insanca kavrayışın ilk belirtileri ortaya çıkar. Başlangıç kavramları biçimlenir ve küçük hayvanlar insana dönüşmeye başlarlar. Ne yazık ki büyüyemeden ölürler. Bu gerçekler bize neyi anlatır? İlkin bilincin doğal yaşambilimsel kaynağı kuramının tamamen yanlış olduğunu gösterir. Kaba ya da bilimsel olmayan özdekçiler (maddeciler) insanın, doğanın çocuğu olduğunu ileri sürerlerdi. Bu iddiada, bilincin kaynağının doğaüstü olduğu yolundaki idealist ve teolojik iddialarla çeliştiği ölçüde gerçeklik payı vardı. Fakat, insan bilincinin yalnız doğal temelini vurgulayan metafizik özdekçilik de tümüyle doğru değildir. Bu gerçek, kurtlardan kurtarılan çocuklar olayında hiç kuşku bırakmayacak bir biçimde kanıtlanmıştır.

Bilinç, örneğin ellerimiz, kanımız, gözlerimiz ve saçımızda sözkonusu olduğu gibi doğanın basit bir ürünü değildir. Bilincin ortaya çıkabilmesi ve görevini yapabilmesi için, doğal yaşambilimsel temelinin yanısıra, toplumsal koşullar (toplumsal yaşam ve insan toplumu) da gereklidir.İnsan bilinci karakteri itibariyle toplumsaldır. İnsanın toplumsal ilişkilerinden, toplumsal yaşamından ve hareketliliğinden soyutlanmış olarak ortaya çıkamaz. Bir çocuk, ancak bir insan topluluğu içinde yaşayarak, bir insan olabilir” (İbid, Bilim Yayınları, Engin Karaoğlu çevirisi, s. 53-5). İnsanın özü, tek başına bir bireye özgü ve soyut bir şey değil, toplumsal ilişkilerinin tümüdür. Bu gerçek, genel olarak insankonusunda herhangi bir akıl yürütmeyi gereksiz ve olanaksız kılar. İnsan, bütün insanlığın gelişmesinin bir ürünüdür (Nasıl ki bir elma da, elma ağacının değil, bütün bir doğanın ürünüdür). İnsan, toplumsal soyunun, yüzbinlerce yıllık deney ve bilgi mirasına sahiptir. İnsanbilim (antropoloji), doğal varlıklar içinde insanın özelliklerini içgüdüler, dil ve düşünce, teknik, us ve eylem alanlarında da en ince ayrıntılarına kadar incelemiş ve bilimsel gerçekler ortaya koymuştur.İnsanı insan eden, kendine özgü içgüdüleri midir?... Bu sorunun karşılığı kesindir: Hayır. Önce, içgüdülerin, şimdiye kadar sanıldığı gibi psişik değil, fizyolojik oldukları anlaşılmıştır. İçgüdü, bir düşünce işi değil, bir beden yapısı işidir. Her hayvan türü için başka olan davranış biçimleri, hayvan fizyolojisini biçimlendirip, soydan soya geçerek içgüdü haline gelmişlerdir. İçgüdüler öğrenilmezler ve deneme yoluyla kazanılmazlar. Dahası var, içgüdüsel davranışlarla öğrenilmiş davranışların gelişmeleri birbirleriyle ters orantılıdır. Öğrenebilen hayvanların içgüdüleri, [sayfa 20] öğrenebildikleri oranda, azalmaktadır. Bu anlamda, insan denilen varlıkta hiçbir içgüdü bulunmamaktadır. İçgüdü, belli bir olay karşısında belli bir davranıştır. Düşmanını görmek, hayvanı ya bağırtır, ya kaçırtır, ya da düşmanına saldırtır. İnsanınsa ne türlü davranacağı belli değildir, daha doğrusu ne türlü davranacağı o anda içinde bulunduğu sosyal, ethik ve entellektüel koşullara bağlıdır. Bağırmak, kaçmak, saldırmak şöyle dursun, insan –eğer o anda işine öyle geliyorsa– düşmanını yanaklarından öpebilir. Ama, içinde, gene de hoş olmayan bir duygu kıvranır. İnsanın içgüdüsü işte bu kadarcıktır ve pek güçsüzdür. Onu fizyolojik bir davranışa sürükleyemez. İnsanın soydan gelen içgüdüsel davranışlarının yerini, zeka ile ilgili plastik (birbirleriyle kaynaşabilen) davranışları almıştır. İnsanın, içgüdüleri değil, içgüdü kalıntıları olan içtepileri (ilcaları, impuls’leri) vardır. İnsanın özelleşmiş organları olmadığı gibi, özelleşmiş davranışları da yoktur.
• Laborare est Orare XXII.
• ... Bense daha önce duyulmamış, yeni şeyler söylediğim için onların ilenç ve lanetlemelerine maruz kalmaya devam edeceğim.... Simon Magus


Kasım 13, 2012, 08:04:39 öö
Yanıtla #1
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



Sayın Peacewings'in bir emek ürünü olarak aktardığı bu yapıt ile bağlantılı olmak üzere, daha ilk başında bir söz etmiştim sanırım.

Demiştim ki, Orhan Hançerlioğlu'nun yapıtlarını okurken çok özenli olmalı, ona kapılmamalı, onun düşünce yapısını ve değerlendirme tarzını iyi bilmeli, ona göre anlattıklarını bir elekten/süzgeçten geçirmeli.

Bunu demiş miydim? Bunu böyle dememiş olsam da buna benzer bir söz etmiş miydim?

Dememişsem şimdi demiş olayım.

Orhan Hançerlioğlu, Türk kültürüne büyük hizmette bulunmuş, özellikle Türk dili ve felsefe alanında çok sayıda (belki de en çok) değeri ölçülemez yapıt vermiştir. Yayınlanmış sözlüklerini yan yana dizseniz,  sanırım bir metre tutar. Bu gerçektir ve yansınamaz.

Fakat tüm yapıtlarında  o kendi savunduğu nesnel yani objektif tutumu becerememiş, kendi öznel yani sübjektif tutumunu yansıtmıştır. Yazdıklarının arasında, kendi eğilimini ya da varsayımını sanki bir bilimsel gerçekmiş gibi aktardığı çok örnek vardır.

Benim buradaki amacım Onrhan Hançerlioğlu'nun ardından ona bir genel eleştiri yöneltmek değil. Bu sözlerim, Sayın Peacewings'in şu aktarmış olduğu bölümün ilk paragrafı için doğrudan geçerli.

Burada Orhan Hançerlioğlu'nun "bilinç" konusunda bir yargısı var. Buna bir diyecek yok. Bu, Sosyolojinin alanına giren bir konu ve insan bilincinin bir toplumsal öğe  olduğu bilimsel yöntemle kanıtlanmış durumda. Fakat Orhan Hançerlioğlu'nun bu yargının delili hatta kanıtı diyerak ortaya koymuş olduğu örnekte yanlışlık var.

Öncelikle şunu bilmeli ki, tek bir örnek ile bir bilimsel yargıya varılamaz.

Bunu sağlığında Orhan Hançerlioğlu da gayet iyi bilirdi elbette. Bir bilimsel yargı için çok sayıda gözlem yapılarak neden-sonuç ilişkilerinin değerlendirilmesi gerekir. Bunu onaylamayacak bir kişi değildi o.

Kaldı ki, 20. yüzyıl başlarında Hindistan'da buna benzer çok olay yaşanmıştır. Doğumuyla birlikte terk edilmiş çok sayıda çocuk bulunmuştur çok zaman sonra. (Nedeni ayrı bir konu. Şimdilerde bizim ülkemizde kürtaj yasaklanacakmış ya; sonucunda bu gibi olayların arttığı görülebilir.) Terk edilmiş de öldüğü için sonradan bulunamamış olanların sayısı herhalde çok daha fazladır ama ilgi konusu bulunabilmiş olanlar.

İşte o çok sayıda bulunabilmiş olan çocuk, insanca içtepileriyle zaman içinde insanlaşmış, toplumsallaşmış, bilinç edinmiştir. Birçoğunun, ya bedesel ya zihinsel bakımdan tam anlamıyla "nomal" bir gelişim sağlayamamış olduğu belirtilir ama insanlaşmıştır. Orhan Hançerlioğlu'nun anlattığı, insanlaşamayan ve sonunda bu yaşama uyum gösteremediği için ölen çocuklar, ya tek örnek ya da birkaç benzerden biri. Bu tek ya da birkaç örnek yasayı değil, yasanın işleyişindeki istisna olgusunu gösterir.     

İşte bu nedenle bu anlatıma bir "romantik" öykü olarak bakmak belki daha doğru. Orhan Hançerlioğlu'nun bir sözlük ve felsefe yazarı olmadan önce bir hukukçu ve edebiyatçı olduğunu, çok sayıda uzun öyküsü bulunduğunu göz ardı etmeyelim. (Ali, Yedinci Gün, Büyük Balıklar vb.)

Yineliyorum; ortaya koyduğu bilimsel yargı doğrudur ama bunun için verdiği örnek yanlış.

Başka yazılarında da konuya hep ve sadece "diyalektik materyalizm kuramı" açısından tek yönlü olarak (dolayısıyla diyalektiğe aykırı) baktığı için, mutlaka elek ya da süzgeç kullanmak gerek.

Süzgeçten geçen ya da elenmiş olan (arındırılmış) bilgi çok değerli olacak; sakın bunu göz ardı etmeyelim. 
 



ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
2 Yanıt
2328 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 05, 2012, 05:37:55 ös
Gönderen: Tij
0 Yanıt
1887 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 03, 2012, 09:01:01 ös
Gönderen: peacewings
0 Yanıt
2000 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 04, 2012, 04:22:28 ös
Gönderen: peacewings
7 Yanıt
4100 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 07, 2012, 12:36:22 öö
Gönderen: peacewings
0 Yanıt
1929 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 06, 2012, 06:38:29 ös
Gönderen: peacewings
0 Yanıt
2485 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 07, 2012, 06:09:12 ös
Gönderen: peacewings
1 Yanıt
2298 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 14, 2012, 07:32:43 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
1731 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 14, 2012, 06:21:53 ös
Gönderen: peacewings
3 Yanıt
2554 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 17, 2012, 10:59:25 öö
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
2122 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 18, 2012, 05:14:56 ös
Gönderen: karahan