Şefik Can'ın KLASİK YUNAN MİTOLOJİSİ adlı eserinin 10-13 sayfaları arasıdır. Biz de Mitoloji pek anlatılmaz, öğretilmez. Pek şaşırmamak gerek. Felsefenin bile okullarda bir sene, haftada bir iki saat verildiği düşünülürse... Ama o ayrı bir başlığın konusu.
Önce Mitolojinin neden önemli olduğunu bilmek gerekiyor. Mitolojiyi zırvalıklardan ibaret görenlerden, bir de bunun dersini vermesini istemek hoş kaçmaz. Haksız konuma düşersiniz. Benim Mitoloji bölümüne açtığım, "Mitoloji Nedir" diye bir konu var. Orada özetle anlatmaya çalışmıştım. İsteyenler okur ve görüşlerini eklerler.
İNSANIN YARATILIŞI
Olympos Tanrıların kudretine ve kuvvetine karşılık Prometheus’da kurnazlık ve zeka vardı. Titan’ların meşhur isyanları sırasında tarafsızlığını muhafaza etmiş bir Titan oğlu olduğu halde kendisine baş kaldırman, bilakis saygı gösteren Prometheus’ı baş Tanrı Olympos’a Ölmezler arasına kabul etmişti. Fakat kendi ırkını mahveden Zeus ve arkadaşlarına karşı kalbinde bir kin besliyordu. Sonradan Tanrıları inkar edecek, onları hiçe sayacak ve işleyeceği kötülüklerle en vahşi hayvanlara bile taş çıkartacak, dünyanın başına bela olacak bir mahluk’u, insanı yaratarak Tanrılardan dedelerinin öcünü almayı düşündü.
Prometheus ilk insanı balçıktan yarattı. İlk insanın vücudunun yapmak için balçığı, bazılarının tahmin ettikleri gibi su ile değil, kendi gözyaşı ile karıştırdı.
(*) Avustralya yerlilerinin inancına göre; tabiatüstü bir varlık insanı çamurdan yarattı. Yeni Zelandalılar ise; Tiki’nin kırmızı bir kil olarak onu kendi kanıyla yoğurduğuna inanırlar. Pausnias: Yunanistan’da, Phorcide bölgesinde, insan teni kokan bir nevi kil gördüğünü söylüyor ki; Prometheus2un buradan kil alarak insanın çamurunu yoğurduğuna inanmakta imiş. Çoğu dinler gibi bizim dinimizde de insanın balçıktan yaratıldığını söylemiyor mu? .. Nasıl ki halk şairinin Tanrıya hitaben şu beytinde: “Ademi balçıktan yoğurdun yaptın, Yapıpta neylersin bundan sana ne” demiştir.
Fakat insan tabiatın en aciz mahlûkatı idi. Çıplaktı, kendisini koruyacak hiçbir şeye malik değildi. Fil gibi kuvvetli hortumu, aslan gibi pençesi, kuş gibi kanadı, at gibi koşacak bacakları yoktu. Daha doğuşta ıstıraplar, üzüntüler, birtakım ihtiyaçlar onun yakasına yapışıyordu. İlk insanlar çiğ meyvalarla, kanlı etlerle besleniyorlardı. Elbise yerine bitkilerin yapraklarına sarılıyorlardı. Ateşin faydalarını bilmeden kendilerini güneşsiz oyuklarda saklıyor, derin mağaraların içine hayvanlar gibi sürünerek giriyorlar ve geceyi orada geçiriyorlardı. Yarattığı mahluklara acıyan Prometheus insanları daha iyi bir şekilde yaşatabilmek, kendilerini vahşi hayvanlara karşı tesirli silahlarla koruyabilmek, toprağı sürmeye yarayacak gerekli aletler elde edebilmek için onlara madenleri işlemeyi öğretmeyi ve ateşi vermeyi düşündü.
İçi baştan başa oyuk fakat tutuşabilir bir özle kapalı olan Ferule “Şeytantersi ağacı” denilen ağaçtan eline bir dal aldı ve Lemnos adasına gitti. Hephaistos’un alevler fışkıran ocağına yaklaştı. Madenleri eriten kızgın ateşinden bir kıvılcım çaldı. Elindeki sopanın özünün içine sakladı ve onu ilahi bir armağan olarak insanlara götürdü.
O günden beri insanlar ateşin yardımıyla daha iyi yaşamaya başladılar. Yiyeceklerini pişiriyorlar, soğuk havalarda ısınıyorlar, karanlık mağaralarda çıralı odunları yakarak birbirlerinin yüzlerini görüyorlardı. Fakat zavallılıklarını unutarak gurura kapıldılar, kendilerini Tanrılarla eşit tuttular. Onlara karşı olan ödevlerini unuttular. Zeus bu şımarık mahlûkların böyle yapacaklarını bildiği için kutsal ateşten onları mahrum bırakmıştı. Kendi haberi olmadan ateşi çalarak insana verdiği ve insanı şımarttığı için Zeus, Prometheus’a kızdı, onu Kafkas dağlarının en yüksek tepesine gönderdi. Yanardağların, ateşin, sanayinin Tanrısı Hephaistos’u çağırarak bu saygısız Titan’ı yalçın bir kayaya çaktırdı. İlahi demirci istemeyerek Zeus’un buyruğuna boyun eğdi.
- “Ey Prometheus dedi. Bu çekiçleri, zincirleri, bağları görüyor musun? Bunlar senin bahtsızlığını; benim sonsuz üzüntülerimi hazırlayacak. Seni bu vahşi kayaya çivileyeceğim. Artık sen buradan hiç insan sesi işitmeyeceksin, teselli ve acımak sana yüzünü göstermeyecek, güneşin kızgın şualarıyla kuruyarak; vücut çiçeğinin solduğunu göreceksin. Çok sonra gece yıldızlı mantosunun altında, gündüzü sağlamak için gelecek ve yine çok sonra güneş doğarak gecenin titrek elinin bitkiler üzerine serptiği parlak kırağıyı eritecek. Kalbinde bitmez acılar bulunan, keder nöbetçisi olarak sen, bu korkunç yerde dinlenmeden, uyku nedir bilmeden, dizlerini bükemeden, yalnız başına kalacaksın. İniltilerini insafsız kayalar dinleyecek, feryatların korkunç vadilerde uğuldayacak. Fakat sen boş yere inleyecek, boş yere feryat edeceksin.”
Bunları söyleyerek Hephaistos, bahtsız Prometheus’un ayaklarına, kollarına kırılmaz zinciri geçirdi ve onları sağlamca kayaya çaktı.
Onun bahtsızlığı bununla bitmedi. Her sabah, kocaman bir kartal kanatlarını açarak süzülüyor ve gelip Prometheus’un ciğerlerini yiyordu. Bu müthiş hayvan tırnaklarını insafsızca onun göğsüne batırıyor ve korkunç gagası ile ciğerlerini didikliyordu. Akşama kadar onun yediği ciğer, gece sabaha kadar yeniden bitiyor, çoğalıyor, eski haline geliyordu. Fakat otuz sene sonra Zeus bu günahkâra acıdı. Onu affetti ve ölmezler arasına aldı.
Anatole France’ın bahsettiği bir miti de buraya almadan geçemeyeceğim:
Rivayete göre Prometheus, heykel yapmasını bilen bir Titandı, o yalnız bir insanın heykelini yapmamıştı. Bir çok heykeller yapmış, onlara can vermişti. İnsanlarda görülen kusurları şuna atfediyorlar: Bir gün Prometheus atölyesinde çalışıyordu. Çamurdan, insanlara ait bir çok kollar, bacaklar, kafalar, kalpler yapmıştı. Yaptığı uzuvları birbirine ekleyerek tamamladığı küçük heykelleri raflara diziyordu. Fakat daha işini bitirmemişti. O sırada Şarap Tanrısı Dionysos atölyeye geldi. (Prometheus, çok çalıştın, yoruldun, haydi biraz gezelim, eğlenelim,) dedi. Gezdiler; eğlendiler, şarap içtiler. Prometheus atölyesine döndüğü zaman azıcık sarhoştu. Bu yüzden bazı hatalar yaptı. Küçük bir gövdeye büyük bir baş taktı, büyük bir gövdeye mahsus olan uzun kolları küçük bir gövdeye iliştirdi. Hayatta kocaman başların, uzun bacakların yahut gayri mütenasip gövdelerin oluşunun sebebi bu imiş.
Voltaire de Felsefe Sözlüğü’nün insan bahsinde şöyle bir mit'den bahsediyor:
İnsan yaratıldıktan sonra yaşayacağı zamanın, yani ömrün tespiti meselesi kaldı. Zeus, İnsanın, normal olarak 25 sene yaşamasını kâfi görüyordu. İnsan sızlandı. 25 senede ne yapabilecekti? Aşağı yukarı bunun yarısı uyku ile geçecekti. Çocukluk devrini de çıkarınca geriye bir şey kalmayacaktı. Zeus “ne yapayım; en son yaratıldığım için güçlü olmak, hızlı uçmak, çok uzakları görmek, iyi koku almak vasıfları gibi uzun ömür de diğer mahlûklara dağıtıldı.” dedi. İnsan ağlayarak yalvarmasına devam etti. O sırada onun yanında şu altı hayvan bulunuyordu. “Tırtıl, Kelebek, Tavus, Beygir, Tilki, Maymun.” Hayatı tatlı bularak çok yaşamak için çırpınan insan, Zeus’e bu hayvanları göstererek, bunların ömürlerinden al bana ver, ben üstün bir mahlûkum, benim çok yaşamam lazım, onlar yaşamasalar da olur.” dedi. Baş Tanrı bunun haksızlık olacağını, Tanrıların nazarında her mahlûkun eşit olduğunu ileri sürerek, İnsanın ömrünün belirli zamanlarında o hayvanların hayatını yaşamasını, yani o hayvanlar gibi ömür sürmesini şart koşarak hayatı uzattı. Bu sebeptendir ki, yeni doğan bir insan yavrusu evvelce “Tırtıl gibi yerde sürünür, emekler, bu bebeklik devridir. Sonra kelebek gibi neşe ile koşar, oynar bu çocukluk çağıdır. Zaman geçince bilhassa on beşinden sonra gençlik çağı başlar. Bu devrede insan tavus hayatını yaşar., onun gibi gururlanır. 25 – 30 yaşından sonra ev bark sahibi olunca üzüntüler, kederler başlar; o zaman beygir gibi hayatın yükünü çekmek icap eder. İnsan kırkından sonra tecrübe sahibi olur, olgunlaşır, bu devrede Tilki gibi kurnaz olur, ellisinden, altmışından sonra da insan maymun gibi çirkinleşir.
Saygılarımla.