Masonlar.org - Harici Forumu

Masonluk Bilgidir. Bilimdir. Ilimdir. => Felsefe => Dini Felsefe => Konuyu başlatan: ADAM - Eylül 08, 2009, 03:12:28 ös

Başlık: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 08, 2009, 03:12:28 ös

DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - I


Emile Durkheim’a göre din, kutsal kavramlarla ilgili inançlardan ve tapınma yöntemlerinden oluşan ortak bir sistemdir. Bu inançlar ve tapınma yöntemleri, bunları benimsemiş olanları tek ve aynı tinsel (manevî) toplulukta birleştirir.

Durkheim’a göre; burada “kutsal kavram” dediğimiz şeyin kökeni sosyaldir; kutsal kavram duygusunun doğmasına toplum yol açar. Bu nedenle, dinin temel öğesi olan Tanrı inancı bireysel olabilir ama din bireysel değil toplumsal bir olgudur.

En ilkelinden en gelişmiş sayılana kadar her din, özgür düşüncenin ve inanç toleransının yeşeremediği dönemlerde, bireylerle toplumun karşılıklı ilişkilerini düzenlemiştir. Din, toplumsal sorunları çözümleyen, insanın yaşamını düzenleyen, doğanın bunların üzerindeki etkisini ayarlayan bir tasarım ve inançlar toplamı olmuştur.

İnsan genellikle yaşamında ve doğada İkicilik (Düalizm) oluşumunu benimseyen bir eğilim güder. Bu eğilimin bir öğesi insanın kendisidir. Diğeri ise insanın kendiliğinin dışındaki, onu kuşatan olay ve olgular evrenidir. Dinler de genellikle bir “yaratan” bir de “yaratılan” kabul eder. Ayrıca dinler, insanın edim ve eylemlerini “iyi ve kötü”, “helâl ve haram”, “sevap ve günah” gibi birbirine karşıt değerlerle ölçer. Böylelikle dinler, insanın İkiciliğe olan eğilimini hem derinleştirir hem de güçlendirir.

Bu ikicilik çerçevesi içinde dinin bir gereği olan tapınma, aslında dinin kendinden gelme değil insanın bir gereksinmesidir. İnsan, kendi yaşamının da bağlı olduğu evrenin engin gerçeğini her zaman tanımaya çalışmıştır. Tapınma gereksinimi de doğa ile karşı karşıya gelen insanın doğayı kendisine karşıt sayışından doğan bir doygunluk özleminin sonucudur.

İnsan doğayı anlayıp, onun kendisini etkilediği gibi kendisinin de onu etkilemesini istemiştir. Yaşamını güçleştiren tehlikelerden korunabilmek için doğanın bilgisine sahip olmak gerektiğini kavramıştır. Bu korunma eğilimi, insanın “ölüm” gerçeğine karşı bir direniş içine girmesidir.

Aslında insanın en çok çekindiği olay özdeksel bir ölüm değildir; yok oluştur. İnsan kendisini diğer tüm canlı ve cansız varlıklar arasında bir “üstün yaratık” olarak nitelendirir. Bunun için de yok oluş düşünüsünü aşağılayıcı bulur ve reddeder.

Doğanın bilgisini ararken insana yol gösteren bilim, ölüm gerçeği karşısında güçsüzdür; buna ne bir çare ne de doyurucu bir açıklama getirebilmektedir. Buna karşılık dinlerin büyük çoğunluğu varlığın tümünün ya da bir bölümünün ölümden sonra da yaşayacağını ileri sürmektedir. Böylelikle insanın korku ve kaygılarını gidermektedirler. Dolayısıyla insan bilimi bir yana bırakıp dine sarılır.

Diğer hayvanlardan farklı olarak insanın kendine özgü bu ilkel eğilimi daha vardır: Yalnızca öğrenmiş olmak için öğrenme tutkusu yani merak… Gerçi bazı hayvanlarda da merak duygusu vardır ama bu insandan pek farklı olarak yaşamın bir gerekliliğidir. İnsan ise, yaşamı için gerekli olmayan şeyleri de öğrenmek eğilimindedir.

Bilim buna çözüm getirmektedir ama çok uzun zaman almaktadır. Din ise insanın bu ilkel eğilimine hem kısa hem kolay yoldan bir doygunluk aşaması sağlayabilmektedir. İnsana evreni tanıdığını, onu olabildiğince en engin gerçeğinde anladığını, bundan ötesine ulaşma olanağının bulunmadığını, hiçbir zaman da bulunamayacağını söylemektedir. Böylelikle insan evrenin tüm gerçeğini dinin içeriğinde arar ve orada bulacağına inanır.

Bu aşamadan sonra insan doğaya, onun yaratıcısına, bu sonsuz güç, ahenk ve enerjiye sevgiyle bağlanır. Bu sevgi ve bağlılık, korunma içgüdüsü ve merak ile birleşip topluma yaygın bir biçime geldiğinde, din oluşur.

Kimileriyse sevgiyle pekişen bağlılığı sonlu varlıkların üzerinden aşırtarak sonsuz varlıkla birleştirmeye yönelir. Bu yönelim dinin diğer iki öğesinin önemini azaltır ve Mistisizm oluşur. Fakat mistisizm, dine oranla bir yaygınlık, bir egemenlik kazanamamıştı

(Devam edeceğim.)


Başlık: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - II
Gönderen: ADAM - Eylül 10, 2009, 12:25:30 ös


Tarih boyunca toplumlar belirgin olarak iki sınıfa ayrılmıştır: Yönetenler ve yönetilenler.

Yönetici sınıf, yönetilen sınıf üzerinde otorite kurmak ve bu otoriteye sürdürmek için çeşitli kaynaklardan güç almıştır. Bu kaynaklardan en önemlisi genellikle din olmuştur. Devleti dinle yönetmeyi öngörenler de, dinsel kurumları, dogmaları ve tapınışları sürekli olarak dünya işlerini düzenleme ve halkı boyun eğmeye yöneltme amacıyla kullanmışlardır.

Böylelikle din, bir kutsal inanç konusu olmaktan çıkarak bir politik egemenlik ülküsü olmaya dönüşmüştür.

Din adamlarına ya da rahipler sınıfına büyük yetkiler ve ayrıcalıklar tanınmıştır. Bu da aynı politik egemenlik tutkusunun bir yöntemidir.

Din adamları ve rahipler, kendi yetki ve ayrıcalıklarını kendileri genişleterek Tanrı istediği için var olduklarını, onun namına çalıştıklarını ileri sürmüşlerdir. İnsanları “inananlar” ve “inanmayanlar” diye ikiye bölmüş, bu iki zümreye eşit haklar tanımamışlardır. Adalet, sadece inananlar için geçerli sayılmıştır.

İnançların bu yolda kullanılması, insanları, din adamlarının amaçladıklarını ileri sürdükleri barış ve mutluluğa ulaştırmak şöyle dursun, her türlü trajik olaya sürüklemiştir.

Tanrı’yı kendi mevki güçlerinin ve çıkar tutkularının bir aracı yapmış olan din adamları, gene de kendilerini adaletten ayrılmayan, en yüksek töresel erdemlere sahip, her türlü tutum ve davranışlarında haklı bir doğruluğu tekellerinde tutan örnek kişiler olarak tanıtmışlardır.

Uzak Doğu ülkelerinde ise durum biraz farklıdır: Burada doğa güçleri kişileştirilerek kutsal sayılmış ama Tanrı inancından ayrı tutulmuştur. İnsanların günlük ve toplumsal yaşamları inançlardan soyutlanmış, buna karşılık uygulamaya dönük töresel ve adaleti sağlayıcı kurallar konmuştur. Sonuç hemen hemen aynıdır; çünkü bu kurallar dinin temelini oluşturmuştur. Tek fark, Tanrı kavramının soyutlanmış olmasındadır.

Dinlerin birçoğunda başka inançları hor gören, toleranstan olasıya yoksun bir bağnazlık oluşturulmuştur. Bu bağnazlık, dinlerin kendi özlerini bile yıkıp dağıtma eğilimi gösterir.

Genellikle dinlerin birbirleriyle bağdaşamayışlarının en başta gelen nedeni, mutlak gerçeğe tek başına sahip çıkma olgusudur.

Bu iddia, her dinin kendi inançlıları arasında bir üstünlük kompleksi yaratır. Bu kompleks, pasif kaldığı sürece zararsızdır fakat bu üstünlüğün başka inançları olanlara da kabul ettirilmesi girişimi, toplu inanç saldırılarının başlangıcıdır.

Bazı dinler, kendilikleri bakımından belirli bir topluma bağlıdır yani evrensel değil, ulusal ya da zümreseldir. Bu dinler de, uluslar ya da kavimler arasında başka nedenlerden doğmuş anlaşmazlıklara araç edilmiştir.

Din adamları “Tanrı böyle istiyor.” diyerek, diğer ulusun ya da kavmin insanlarının öldürülmesini, onlara acı çektirilmesini haklı göstermeye çalışmışlardır.

Her ulusal ya da zümresel din, bir “sürü gururu” ve bir “toplum kendini beğenmişliği” yaratır. Bu duygu da diğer insanlarla savaşa, varlığın yok edilmesine yol açar.

Bu eylem “din uğruna” yapılmaktadır. Oysa hiçbir din, özünde, insan öldürmeyi öngörmez.

20. yüzyıl başlarının Fransız düşünürlerinden Henri Bergson bu oluşumu şöyle değerlendiriyor: «Savaş halindeki uluslar Tanrı’nın kendilerinden yana olduğunu ileri sürmektedir. Böylece bu Tanrı, putperestliğin ulusal tanrısı durumuna dönüştürülmüş olmaktadır. Oysa onları sözünü ettiklerini sandıkları Tanrı, bütün insanlar için ortak olmalıdır. Tanrı adına savaştıklarını savunanlar bu gerçeği gördükleri anda böyle bir savaşın hemen ortadan kalkması gerekir.»

Bu konuya bir örnek vermek isterim. Ancak burada herhangi bir dine karşı çıkmakta bir inanç saldırısı amacında olmadığımı da öncelikle ve özellikle belirtmek istiyorum.

İsrail sözcüğü, “savaşan tanrı” ya da “Tanrı’ya karşı güçlü” anlamına gelmektedir. İbranî sözcüğü “öte yanın insanları” anlamına gelen “hibrî” kökeninden türetilmiştir. İsrailoğullarının ulusal savaşları “Yehova Savaşları” olarak anılır.

Böylelikle ulusun düşmanları, ulusun tanrısının düşmanları sayılmıştır. İsrailli savaşçılar, Yehova’nın yardımcılarıdır. Ulusal tanrı, kendinden olanları, ne yaparlarsa yapsınlar kendinden olmayanlara karşı terk etmez. İsrailli, öteki ulusal tanrılara karşı çok daha güçlü olan kendi tanrısının, onu yabancı ülkelerde de koruduğu ve gözettiği inancındadır.

Burada bir özelliğe dikkat etmek gerekir. İsrailli için tek olan ve diğer sıfatları arasında öncelikle Yehova olarak anılan (ancak bu inanç uyarınca bu adı dile getirilmeyen ve gerektiği zaman Adonai denilen) tanrı, evrendeki “Tek Tanrı” olarak nitelendirilmemektedir. Başka ulusların tek ya da çok tanrıları, İsraillilerin dışında onlarındır. İsraillilerin savaşları, tanrıların savaşlarıdır; kazanan ya da yenilen de tanrılar olacaktır.

Dünyanın her bir yanına dağılmış olan Yahudiler, bu nedenden kaynaklanan görüşlerle her yerde ve her zaman hor görülmüş, baskı altında tutulmuş, zulme uğramışlardır.

Örneğin Hıristiyanlar Yahudileri İsa’yı çarmıha gererek Tanrı’yı öldürmekle suçlamıştır.

Günümüze kadar süregelen Yahudi karşıtlığını bir yandan ekonomik nedenler, diğer yandan ırkçı ön yargılar, bir başka yandan jeopolitik sorunlar oluşturur gibi görünmekteyse de, hepsinin temelinde tek yanlı olmayan dinsel bağnazlık yatar.

Dinlerin asıl amacı yalnızca tanrısal birliğe iman ve ona tapınmayı sağlamak değildir. Dinler insanlara Tanrı ve ahiret korkusu değil, Tanrı ve insan sevgisi veremedikleri sürece kendi inançlılarının başkalarına saldırmak için birer silah olmaktan kurtaramaz.

Dinler, insanlar arasında doğal ve evrensel bir eşitlik bilincini yayamadıkları sürece, kendi inançlılarına vaat ettikleri mutluluğu da yıkar ve insanların birbirleriyle boğuşmalarının en öncül temel kaynağı olurlar.

Tarih boyunca dünya sahnesinde oynanan oyun budur; özellikle gelişkin, tektanrıcı  dinler ortaya çıktıktan sonra… Oysa çok daha ilkel dönemlerde de her kavmin kendi tanrısı vardı. Bur kavim şu ya da bir diğerine saydırır, onunla savaşır, şayet galip gelirse, onun tanrısını alıp kendi ülkesine götürürdü. Ne kadar çok tanrı toplarsa kavminin o kadar güçleneceğine inanırdı.

Buna karşılık sonrakiler, kendi tanrılarının gücünü sağlayabilmek uğruna ötekinin tanrısını öldürme, yok etme yolunu tuttu. Kendi savaşlarına Tanrı’yı alet etmeye çalıştılar.

(Devam edeceğim.)
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: Prenses Isabella - Eylül 10, 2009, 07:42:15 ös
Çok güzel bir Paylaşım olmuş. Devam etmenizi sabırsızlıkla bekliyorum.
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 11, 2009, 06:02:52 ös

Öncekinin devamı...



Din yalnızca uluslar ve kavimler arasında değil bireyin kendi benliğinde de savaşımlar yaratmıştır. İnsanı büyük yoksulluk ve düşkünlükler içinde mutlu, bolluk ve zenginlikleri içinde mutsuz kılmıştır. Dinin bu gücü, inançların bilgiden daha güçlü, daha etkileyici olmasındandır.

Dinlerin insanlık tarihini hep olumsuz yönde etkilediğini söylemek de doğru olmaz. Çeşitli toplumlarda, örneğin Eski Mısır ve Mezopotamya’da din, bilimsel araştırmalara âdeta önder olmuştur.

Günümüzden birkaç bin yıl önce Asya’nın batısında yerleşmiş olan toplumlardaki düşünce ve tasarımlar hep dinsel bir plan üzerine kurulmuştu. Bir süre sonra bu tasarımlar genişleyerek mitolojik aşamalardan geçip, evrenin oluşumuna ve doğanın işleyişine ilişkin açıklamalar yapmaya doğru yürümüştü.

Temelini oluşturduğu bilimin gelişmesine karşılık kendisi olduğu yerde sayan din, bilime sahip çıkınca kendini ortaya noksansız bir gerçek olarak koymuştur. Yalnızca Tanrı üzerine değil, evren üzerine, doğa üzerine, insanlık üzerine erişilebilecek tüm gerçeklerin dinin içeriğinde bulunduğu ileri sürülmüştür. Daha sonra insan, kendisine gerçek diye gösterileni olduğu gibi kabul etmeye zorlanmıştır.

Böylelikle din bilimden ayrılmış ve uzaklaşmış, ikisi arasında tüm bağlantıyı koparan bir uçurum oluşmuştur.

Ne var ki, din adamlarının hükümdarlık boyutuna varan otoritelerine karşın, zorla inandırma yolu çoğu kez beklenildiği kadar etkili ve başarılı değildir. Bunun üzerine dinin gerçeklerine ters düşen görüş ve düşünceleri değiştirmek üzere kaba güç kullanmak gereği duyulmuştur.

Dinin kendi gerçeği ile çelişkili bir başka gerçeğin varlığına toleransı yoktur. Dolayısıyla bireyin de bu gerçeğin karşısında yanlışı seçme, yanlış yapma özgürlüğü yoktur; olmamalıdır.

Dolayısıyla zihinlere egemen olmak isteyen din otoriteleri, elde edebilecekleri her türlü gücü kendilerinden yana kullanmak üzere toplumların yönetimini ve geleceklerini ellerinde tutanlara yanaşmışlardır. Bu yanaşma, din adamları ile monarşik yöneticiler ve yandaşlarını bir çıkar birliğinde buluşturmuştur.

Dinin güçlüden yana çıkışı, adaletin gereği hatta kendisi gibi gösterilmiştir. Din, kavramsal yüce anlam ve amacını yitirmiş, insanın mevki tutkularının, ekonomik savaşımın bir oyuncağı durumuna düşmüştür.

Bu gerçek ise, her zaman ve her ortamda insanlığın çoğunluğunu oluşturan ve bilgisizliklere tutsak edilmiş olan halklardan başarıyla saklanmıştır. Kamuoyunun gözünde din, her şeyin üstünde olan saygınlığını sürdürmüştür.

Bütün bu oluşumlar, çağımıza oranla en ilkel dönemlerden en uygar dönemlere kadar, en ilkel dinden en gelişkin sayılanlarına kadar aynı ya da benzer özelliği korumuştur.

Eski çağların ilkel dinlerinde insan, bireyler arasında eşitlik ve gerçek mutluluğun bu dünyada sağlanamayacağına inandırılmıştır. Daha sonraki gelişmiş dinler de benzer görüşü, insanları ölümden sonraki yaşamın mutluluğuna ulaşmak umuduna kaptırarak savunmuştur.

Kaynakça: Hatırlamıyorum. Adnan Adıvar'ın "Tarih Boyunca Bilim ve Din" adlı kitabı olabilir mi?

Devam edeceğim.


Sevgiler,






Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: Prenses Isabella - Eylül 11, 2009, 07:38:39 ös
Eski çağların ilkel dinlerinde insan, bireyler arasında eşitlik ve gerçek mutluluğun bu dünyada sağlanamayacağına inandırılmıştır. Daha sonraki gelişmiş dinler de benzer görüşü, insanları ölümden sonraki yaşamın mutluluğuna ulaşmak umuduna kaptırarak savunmuştur.

Haksız da değil ama sonuçta gerçek mutluluğu bu dünyada yaşayamıyoruz Saygıdeğer Hocam; maalesef.

Inanç olayı çok farklı bir durum. Inancı yüksek tutmak için yeterli bir Imana sahip olmak lazım. Bunun için de bir Umut kaynağı. Sonrasında ise Tekamül denilen bir ilerleyiş ve gelişim süreci içersinde yola devam..

Ölümden sonraki yaşam biçimini bir sonraki boyutlarda yer alan bedenlerimize geçiş olarak nitelendirmemiz Sizce de uygun mudur?

Saygılarımla  
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 12, 2009, 08:35:20 öö
Sayın Isabell,

O dediğiniz konuya girersek ben altından kalkamam diye düşünürüm. Hem neresinden başlayacağız? Zaten bu forum ortamında Teizm, Deizm, Panteizm gibi konular üzerinde sanırım yeterince durulmuştur. En kritiği de konuyu Hıristiyan felsefesine getirdiğimizde ortaya çıkar. Hele durun bakalım, belki bir gün....

Önce şu din üzerine düşünceler konusunu biraz daha ilerleteyim.

Sevgiler,
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: Prenses Isabella - Eylül 12, 2009, 10:14:00 öö
Sayın Isabell,

O dediğiniz konuya girersek ben altından kalkamam diye düşünürüm. Hem neresinden başlayacağız? Zaten bu forum ortamında Teizm, Deizm, Panteizm gibi konular üzerinde sanırım yeterince durulmuştur. En kritiği de konuyu Hıristiyan felsefesine getirdiğimizde ortaya çıkar. Hele durun bakalım, belki bir gün....

Önce şu din üzerine düşünceler konusunu biraz daha ilerleteyim.

Sevgiler,


Anlıyorum, elbette. Ne zaman Kendinizi rahat hissettiğiniz anda paylaşırsanız buna daha çok Sevinirim.

Saygı ve Sevgilerimle
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 12, 2009, 04:54:47 ös

Devam...

Günümüzden yaklaşık üç bin yıl öncesine kadar dinler hep çoktanrıcıdır. Eski Mısır’da ve sonra İsrailoğullarında bile öyledir. Tanrılar, insanların her gün karşı karşıya oldukları doğal güç ve gereksinmeleri temsil eder. Fakat insan doğada “üstün yaratık” olduğundan, tanrılar da insan niteliğindedir. Dolayısıyla bu tanrıların kendi aralarındaki ilişkileri de insanların duygu, tutku ve düşüncelerinin paralelinde biraz abartılmış olarak düzenlenir.

İlkel toplumlarda, Toprak Ana başta olmak üzere dişi tanrı öncelikli iken, toplum içinde erkeğin kadına oranla daha üstün sayılmasına başlanınca güneş ve yıldızların temsil ettiği erkek tanrılar öne geçmiştir.

Fakat evrenin oluşumuna ilişkin açıklamalardaki ilerleme, gene de bütün bu tanrıları “Tek Tanrı” düşünüsünde birleştirmeye yol açmıştır.

Birbirlerinden ayrılmış olan din ile bilim, bu noktada son bir kez birleşmiş sayılabilir. Belki de ilkel çağlardan yakın çağımıza gelinceye kadar dinin bilime değil de bilimin dine yön vermiş olduğu tek zaman dilimi budur.

Çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa geçiş, çoğu kez, ikinci-üçüncü derecede önemli sayılan tanrıların yerine “Mutlak Güç”ün hizmetçiliğini yapanların alışı biçiminde gerçekleşmiştir. Nitekim birçok tek tanrıcı dinde peygamber hatta din adamlarına tanrısal nitelikler verilmesi, bu geçişin henüz etkisini yitirmemiş izleridir.

Tektanrıcılığın başlangıcında, inanç toleransının çok güzel bir örneği görülmüştür. Öyle ki, çoktanrıcılığın bir biçimi olan “tek tanrıya tapınma ve diğerlerine saygı gösterme” ilkesini benimseyen toplumlar, başka toplumların kendi öz tanrıları olduğunu ve kendilerininkinden bir başkasına tapınma özgürlüklerinin bulunduğunu kabul etmişlerdir. Fakat ardından her toplum yavaş yavaş kendi tanrısının bütün insanlığın tanrısı olduğunu düşünmeye, bu düşünüsünü savunmaya, hele de başka inançları olanlara zorla kabul ettirmeye girişince, durum değişmiş, toleransın yerini çatışma almaya başlamıştır.

Öte yandan “doğaya egemen Tek Tanrı” düşüncesi üzerinde din ile uyum içinde olan bilim, olumlu yönde gelişerek, ardından gemi azıya alıp dinden ayrılmaya başlayınca, din kendi güç ve geçerliğini koruyabilmek için bilimin ilerlemesine karşı çıkmaya başlamıştır.

Aslında burada dini suçlamak da doğru olmaz. “Din adamları” desem daha yerinde. Sorun kurumdan değil kişilerden kaynaklanıyor.

Nitekim Uzak Doğu’da ve Eski Yunan uygarlıklarında din bir “din adamları sınıfı”nın elinde olmadığı için, bu toplumlarda din ile bilim arasında büyük savaşımlar olmamıştır. Fakat din bağnazlığı, dinsel toleransın en yaygın olduğu toplumların örneği olarak gösterilebilecek Antik Yunan’da bile, yeşeren bir ağacı kurutucu özelliğini göstermiştir.

Abderalı Protogoras, düşüncelerini daha gözüpeklikle anlatabilmek için tanrılara ilişkin bir yapıt kaleme alır. Zamanın yerel geleneği uyarınca da bu çalışmasını dostu Euripidies’in evinde düzenlenen bir toplantıda okur. Bunun üzerine bu toplantıyı izleyen bir politikacı, Protogoras’a karşı dinsizlik davası açar; tıpkı Sokrates’e karşı açılan dava gibi. Davanın amacı, toplum düzenini bozmaya kalkışan bu yapıtı ve yazarını suçlu bulmaktır. Davanın sonunda Protogoras suçlu bulunarak, kitabın yakılmasına karar verilir. Protogoras kaçar; yolda geçirdiği bir kaza sonucunda ölür. Kitap yakılır ama her nasılsa önsözün bir sayfası kurtulur.

Bu sayfada Protogoras şöyle demektedir: «Tanrılara ilişkin olmak üzere onların ne var olduklarını, ne var olmadıklarını ne de şekillerini belirtmeye gücüm yeter. Bunu bilmeyi birçok şey engelliyor; özellikle karşımızdaki bu sorunun karanlığı ve insan ömrünün kısalığı…»

Protogoras’ın öyküsü, tarihte görülmüş bu gibi olayların ne ilkidir ne de sonuncusu… Dinsel kurumların organize olmadığı bir ülkede bile din, akıl yolunu benimsediği için dogmalarıyla çelişkiye düşün bir evrimsel düşünceyi boğuvermiştir.

Aynı toplumda atomun babası sayılan Demokritos, “ruh” kavramına bir açıklık getirmeye çalışmış ve ortaya şöyle bir hipotez atmıştır: «Atomlardan meydana gelmiş olan bir ruh, insanın bedenini mekanik bir şekilde hareket ettirir.»

Demokritos’un açıklaması yanlıştır. Çağımızın bilimcileri “ruh” olgusunu kuantum fiziği ile dalgalar ve manyetik alanlar mekaniğini kullanarak açıklamaya çalışıyor. Fakat Demokritos’un hipotezine karşı çıkan Aritoteles’in tutumu çok daha yanlıştır. «Demokritos’un hareketi açıklaması, güya hareketli bir Venüs heykelinin içine Daedalus cıva dolduracak olursa, heykelin hareket etmesini sağlamasına benzer.» der. Böylelikle Aristoteles, kendi mantığının ön yargıları bakımından kendisine ters geldiği için dinsel inançlarla da çelişkili olan bu hipotezin baştan reddedilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.

Aristoteles’in kesinci ve değişmezci felsefesi, sonraki yüzyıllarda Avrupa insanını din boyunduruğu altına alacak olanların temel dayanaklarından biri olarak kullanılmıştır. Öyle ki, 3. yüzyıl öncesinde Hıristiyanlar kendilerine tolerans gösterilmesini bekler, bunun zorunluluğunu savunurken, 4. yüzyıldan sonra Hıristiyanlık dışında hiçbir dini tanımaz olmuşlardır.

Şu son dediğime katılmayanlar olabilir. Tasarlamış olduğum konunun şöyle bir panorama boyutunda kalmasını öngördüğüm için ayrıntılara girmiyorum. İstenirse girebilirim.

Sevgiler,

Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: Prenses Isabella - Eylül 13, 2009, 01:43:34 ös

Şu son dediğime katılmayanlar olabilir. Tasarlamış olduğum konunun şöyle bir panorama boyutunda kalmasını öngördüğüm için ayrıntılara girmiyorum. İstenirse girebilirim.


Lütfen, rica etsem:)
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 13, 2009, 02:00:22 ös
Sayın Isabell,

Elbette, memnuniyetle. Ancak bu Hıristiyanlığın doğuş sonrasındaki geniş bir bölümü incelemeyi gerektirecektir. En azından Aquinolu Tommaso ile Origen'den söz etmeliyiz. Yoksa anlamsız kaçar. Dilerseniz, bunu ilerideki bir aşamada başlı başına bir diğer konu olarak ele alalım. Hem siz sadece sordunuz. Belki bu görüşe karşı çıkanlar da olabilir bu arada.

Sevgiler,
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: Prenses Isabella - Eylül 13, 2009, 02:05:22 ös
Sayın Isabell,

Elbette, memnuniyetle. Ancak bu Hıristiyanlığın doğuş sonrasındaki geniş bir bölümü incelemeyi gerektirecektir. En azından Aquinolu Tommaso ile Origen'den söz etmeliyiz. Yoksa anlamsız kaçar. Dilerseniz, bunu ilerideki bir aşamada başlı başına bir diğer konu olarak ele alalım. Hem siz sadece sordunuz. Belki bu görüşe karşı çıkanlar da olabilir bu arada.

Sevgiler,

Sizi gayet iyi anlıyorum. Takdir Sizindir. Bir sonraki Konu paylaşımında buna karşı çıkanlarla ortak olarak fikir beraberliğine gitmemiz durumunda bazı karışıklıklara en azından daha iyi çözümler sunabileceğinizi düşünüyorum. Bizler için aslında çok faydalı Bilgiler üretiyorsunuz. Elbetteki edindiğiniz Bilgilere kendi yorumlarınızı da eklemeniz paylaşılan Konuları daha da derinleştirmeye ve bir o kadar da zenginleştirdiği için Size katılmamak ya da hak vermemek elde değil. Çünkü Paylaşımlarınız benim için büyük önem taşıyor. Size ne kadar Teşekkür etsem azdır. Bilgi veren her kim olursa olsun deyim yerindeyse baş tacıdır.

Saygı ve Sevgilerimle,
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 14, 2009, 06:57:52 ös

Din üzerindeki düşüncelerime devam ediyorum…

Buraya kadar dinin ve dinler tarihinde insanlığın yaşam ve evrimini, dolayısıyla dinin insanlık tarihini neden etkilediğini pek özet olarak ve küçük spotlarla incelemiş olduk.

İnsanlık tarihi hep dinlerin çevresinde dönmüştür. Günümüzden sonra bu değişeceğe benzer ama geçmişte öyle.

Ancak görüyoruz ki burada söz konusu dinler, öz niteliğini yitirmiş, başkalaşmış, insan tutkularının güdümünde şekilleşmiş olan dinlerdir; özgün dinler değil.

Zaten din özgün olarak kalmamıştır ki!,,, Din adamları onu hep değiştirmiştir. Sonra da insanlar, önlerine konan dinin özgün olduğunu sanmıştır.

Peki, dinler tarihi insanlık tarihini nasıl etkilemiştir? Nasıl olmuş da insanlık tarihi dinler tarihi çevresinde dönmüştür?

Bu sorunun yanıtını örnek vererek göstermek gerekirse, Hıristiyanlığın gelişinden söz etmek elverişli olur sanırım.

Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altındaki ulusların çoğu, hem merkezi devletin hem de birbirlerinin baskısı altında eziliyordu. Bunların arasında yer alan İsrailliler, kendi kurtuluş ve esenliklerini sağlamak için bencil duygulara, çıkarcı tutkulara saplanmıştı. Bu durum onları Musa’nın getirdiği dinin töresel dogmalarına uymaktan uzaklaştırmıştı. Din görevlileri, kendi güç ve yetkilerini koruyabilmek için bağnazlığın her türünü uygulamaktan kaçınmıyordu. Gerek İsraillileri gerekse onlarla birlikte ya da onların yanında yaşayan kavimleri alabildiğine bir ahlâksızlık anarşisi sarmıştı.

İsa, işte böyle bir toplumsal bunalım ortamında doğmuştu. Gençlik çağından sonra, gördüğü ezoterik eğitim,  inanç ve eğilimleri doğrultusunda bir misyon üstlendi. Halkı, zenginlik, hırs ve töre dışı bir yaşam tutkusundan kurtarmak istiyordu. Bunun için, sefil bir yaşam sürmekte olan kitlelere yöneldi; onlara bu yoksul yaşamlarını hoş göstermeye çalıştı.

Aslında İsa’nın savunduğu töresel ilkeler Tevrat’ta ve onu izleyen Talmut’ta da vardı. Fakat bunlar ya unutulmuş ya da umursanmaz olmuştu. İsa kendisini Tanrı’nın oğlu olarak göstermiş, sözlerinin babasından aldığı buyruk ve bildiriler olduğunu savunmuştu. (Bu bağlamda neden öyle dediğini ancak ezoterik acıdan yaklaşarak çözümleyebiliriz.) Halk üzerinde zorlayıcı bir güç olmaya çalışmamıştı; yalnızca öğüt vermekle yetinmişti.

Oluşturduğu ya da önerdiği inanç sisteminde İsa, ne doğa ne de insan ile uğraşmayı öneriyordu. İnancı bilimden, devletten, sosyal yaşamdan soyutlamaya, bunların üzerine çıkarmaya çalışıyordu. İnsanlara şöyle sesleniyordu:

«Çok şeyleri merak ediyor ve düşünüyorsunuz. Oysa düşünülmesi gereken yalnızca Tanrı’dır. Önce Tanrı’nın saltanatını arayın. Başka şeyler size fazlasıyla verilecek.»

Fakat İsa’nın önerdiği inanç sistemi böyle sınırlı bir alanda kalmadı; bırakılmadı. Ondan sonra bir dine dönüştü ki, bu dine de Hıristiyanlık dendi.

Hıristiyanlık, geniş halk kitlelerince benimsenmeye başlayınca, İsa’nın tasarlayıp önerdiği “Tanrı’nın saltanatı”nın yerine doğrudan bu dinin yani “Hıristiyanlığın saltanatı”nın kurulmasına girişildi. Eğer havarîlerin en ünlüsü sayılan Pavlus (St. Paul) Hıristiyanlığı evrensel bir din olarak empoze edip yorumlamasaydı, İsa’nın saf, iyilikçi, alçak gönüllü ve insancı öğütlemelerinden oluşan bu inanç sistemi, Musevî dininin bir yorumu, bir tarikatı olmaktan öteye gidemeyebilirdi.

Hıristiyanlığın tüm dünyaya yaygın ve etkin bir din olabilmesi için, dünyadaki tüm varlıkların dışında, mutlak gücü ve egemenliği olan bir Tanrı’nın varlığı her şeyin üstünde tutuldu. Hıristiyanlıktaki bu Tanrı inancı, Tevrat’ın “Genesis” dediğimiz bölümünü esas alarak evrendeki tüm varlıkların yoktan var edilmiş olduğu ilkesini üzerinde özenle durarak yineledi. Böylelikle Tanrı, evrenin dışında, evreni yaratan, yasalarını kuran, yöneten, her zaman ve her yerde gözü ve kulağı olan bir “Yüce Varlık” olarak tanımlandı. O artık Musevî dininde benimsenen tanrı değil, Hıristiyanlığın tanrısıydı.

Hıristiyanlık, başlangıçta kendini kabul ettirebilmek için hayli zorluk çekti ama bunu aşıp yaygınlaşmaya başladığı yıllardan hemen sonra her türlü politik gücü tekeline almaya girişti. Önce Paganizm ve çok tehlikeli görülen Mitraizm ile savaşıldı, sonra Hıristiyanlığa karşı çıkan tüm kişi ve örgütler sistematik bir şekilde, acımasızca ezildi. Özgür düşünce yasaklandı. Bilim ateşinin bilgi kıvılcımları ateşlenemeden söndürüldü ve küllenmeye bırakıldı.

Bu arada Hıristiyan din adamları, kendi dayanakları olan Kutsal Kitap’ın hiçbir töresel ilkesini benimsemedi. Adı Hıristiyanlık olan bu kör inanç sistemi artık İsa’nın önerdiği inanç biçimi değildi. Bina karşın İsa “Tanrı’nın Bakire Meryem’den doğma oğlu dolayısıyla Tanrı” olarak gösteriliyordu, o ayrı…

Bu din, tüm dünyayı bütün kurum ve gelenekleriyle fethetmeyi amaçlayınca, akıl, bilim ve felsefe ile de bağdaşması gerekli görüldü. Bunun için din, yüzyıllarca önceki çağlarda olduğu gibi hem bilimin hem aklın temelini oluşturmalı, felsefe de buna göre kurulmalıydı.

Önce Hıristiyan dininin Antik Yunan felsefesiyle bağdaştırılmasına girişildi ama bu Kilise babaları ile bilim adamları ve düşünürler arasında bitmez ve sonuç vermez bir tartışma yarattı. Kilise neredeyse bilim ve felsefe karşısında yenik düşmek üzereydi.

Bunun üzerine Aristoteles felsefesine ödün verildi ve bir dinginlik sağlandı. Daha sonra ise bu felsefe dogmalaştırıldı ve bir bataklığa dönüştürüldü. (Bundan çok söz ederim. Bu yüzden hep Aristoteles’i sevmediğimi de söylerim.)

Öte yandan bu dinin inançlıları, gerek bu dünyada gerekse ahretteki esenlikleri bakımından korku ve kaygıya kapılmıştı. Onları ilgilendiren şeyler, dinin ortaya attığı günah, kurtuluş, af gibi konular yani cennet ve cehennem düşünüleriydi.

Din adamları için bundan daha elverişli bir ortam bulunamazdı. Akıl ve bilimi ezmek yerine, bir yandan onlarla uyuşma içindeymiş gibi görünerek diğer yandan da bilgisiz insan kitlelerini içinde bulundukları bilgisizlik ortamına sonsuzcasına tutsak etmek, onları birtakım batıl saplantılara bağlayarak tüm bilgi kaynaklarını kendi tekellerinde tutmak, karanlık amaçlarının başarı anahtarıydı.

İnsanların korku kaynaklı bağlılıklarını pekiştirecek inançlardan biri “Tanrı’nın saltanatının yeryüzüne ineceği kıyamet gününün yakınlığı” idi. Böylelikle insanın bilinçaltından gelme bencil tutkuları kendi aleyhinde kullanıldı. “Kıyamet günü” bir türlü gelmeyince, onan yarın değilse de pek uzak olmadığı ileri sürülerek, akılların canlanması önlendi.

Hıristiyanlığı benimseyen geniş halk kitleleri, yaşamlarının, kendilerine ahirette esenlik sağlanmak için bir araç, bir sınav evresi olduğuna inandı. Zaten inanılması gereken şeyler, Kutsal Kitap’ın sözleri ile Kilise babalarının bu sözler üzerinde üstün bir otoriteyle yaptıkları açıklama ve yorumlardan ibaretti.

Doğanın oluşumunun berisinde güncel yaşamın en basit konularına kadar giren bu yorumlar, kesin, değişmez, üstün, tartışılamaz ve eleştirilemezdi.

Bu konuya bir sonraki aşamada devam edeceğim. Bu noktaya kadar olan görüş ve değerlendirmelerim eleştirilebilir; yanlışlarım düzeltilebilir.

Sevgiler,

Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: seteney - Eylül 15, 2009, 01:28:59 öö
Devamını bekliyorum Sayın Adam,
 emeğinize teşekkür ederim ,çok anlaşılr bir şekilde özetliyorsunuz.

Saygılar.
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ceycet - Eylül 15, 2009, 12:30:35 ös

Bence,"Din"ler birer haritadır.Haritaların çizim kaideleri,şekilleri,estetik unsurları,tasvir ettikleri "yol"un vasıflarını ve istikametini belirleseler de,varılması öngörülen "hedef"in,"son nokta"nın barındırdığı belirgin özellikleri etkilemeyecektir.

Bu kapsamda,tercih ettiğimiz araç ile mevcut yol da yaptığımız seyahatlerde,seyretiğimiz manzaranın ihtişamına fazlaca kapılmadan varacağımız nokta da bizleri bekleyen "davet"e odaklanmalıyız,diye düşünüyorum.


Saygılarımla
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 15, 2009, 02:29:41 ös
"Harita" güzel bir benzetme olabilir.

Elimizde bir doğal harita olduğunu varsayalım. Biz bu harita üzerinde neredeyiz ve nereye gitmeliyiz?

Birileri çıkıyor ve bize diyor ki «Bak sen işte buradasın.» ve bir başka nokta daha işaret edip «Buraya gideceksin.» diyor. Doğru mu dediği, uyduruyor mu belli değil.

İnanıyoruz. Sonra da soruyoruz «Peki ama nasıl?»

Harita üzerine bir yol çiziyor. «İşte buradan gideceksin.» diyor. Acaba o yol doğru mu? En iyi yol mu? Başka bir yoldan gidilemez mi?

Ona göre hayır. Tek ve doğru yol budur. Bizi zorluyor o yoldan gitmeye.

O yolu çok kişi aşındırmış. Nereye gittikleri belli değil. Gidip gidemedikleri bile belli değil.

Acaba doğru yolda mı oluruz biz de o yola girersek?

Sevgiler,
ADAM
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ceycet - Eylül 15, 2009, 02:57:13 ös

Bence,yolcu sayısı kadar "harita"olabilir.İnsanlar,mevcut haritaları yeterli görmüyorlarsa kendi haritalarını çizebilmelidirler.Dayatma yoluyla tercih edilen haritaların okunması,hiçbirzaman doğru istikameti göstermeyecektir.Pusulasız harita okumaya çalışanlar,"yolun sahibi" oldukları zannıyla hareket ettikleri sürece,kendileri yoldan çıkmaktadırlar.Ne diyelim....Allah "yol"a getirsin!


Saygılarımla
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 15, 2009, 03:13:44 ös
Sayın Ceycet,

Uyuşmamıza az kaldı...

Bence harita tektir. Bu bir doğal haritadır. Bu harita üzerinde ne ülkelerin sınırları görülür ne de insan eliyle sonradan yapılma şeyler. Ancak kimileri bu haritayı yozlaştırmış, başkalaştırmıştır. Harita doğallığını yitirmiştir.

Harita doğallığını korumuş olsa bile, kimileri onun üzerine çıkış ve varış noıktalarını yerleştirmiştir.

Ne çıkış noktasının ne varış noktasının gösterilen yerlerde olduğu kesinlikle doğru değildir. Onlar öyle göstermiştir.

O noktaların da doğru olduğunu varsayalım. Bu iki nokta arasında bir yol çizmişlerdir.

İşte ben diyorum ki; asıl yanlış olabilen bu yoldur. Çok farklı yollar olabilir. Bunların kimisi birbirine yakın düşebilir. Kimisi çok dolambaçlı olabilir. Kimisi kısadır belki ama çok tehlikeli olabilir.

Uyuştuk mu?

Sevgiler,
ADAM



 
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ceycet - Eylül 15, 2009, 03:57:07 ös
Sayın Ceycet,

Uyuşmamıza az kaldı...

Bence harita tektir. Bu bir doğal haritadır. Bu harita üzerinde ne ülkelerin sınırları görülür ne de insan eliyle sonradan yapılma şeyler. Ancak kimileri bu haritayı yozlaştırmış, başkalaştırmıştır. Harita doğallığını yitirmiştir.

Harita doğallığını korumuş olsa bile, kimileri onun üzerine çıkış ve varış noıktalarını yerleştirmiştir.

Ne çıkış noktasının ne varış noktasının gösterilen yerlerde olduğu kesinlikle doğru değildir. Onlar öyle göstermiştir.

O noktaların da doğru olduğunu varsayalım. Bu iki nokta arasında bir yol çizmişlerdir.

İşte ben diyorum ki; asıl yanlış olabilen bu yoldur. Çok farklı yollar olabilir. Bunların kimisi birbirine yakın düşebilir. Kimisi çok dolambaçlı olabilir. Kimisi kısadır belki ama çok tehlikeli olabilir.

Uyuştuk mu?

Sevgiler,
ADAM



 



Tamemen katılıyorum sayın ADAM;uzun zamandır,başta kendime olmak üzere çevreme anlatmaya çalıştığım yegane "kabulüm"budur."Yol"a girememiş beşer,başkalarının telkini, dayatması veya tarifi ile edeceği seyahatin sonun da muhtemelen hüsrana ulaşabilir.İnsanın,insan olma yolunda kendi"ÖZ"üne ulaşabilmesi için özgün deneyimleri olması gerekir.Buyüzden;sık,sık tekrarladığım gibi,insan sayısı kadar ibadet şekli olabilir.Önemli olan uygulayan tarafından kabul görmesi ve işe yaramasıdır.İnsanın gönülden kabul ettiğini,Allah'ta kabul edecektir,diye inanıyorum.


Saygılarımla
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 15, 2009, 04:26:52 ös
Sayın Ceycet,

Sizin bu konular üzerinde çok geniş bilgi sahibi olduğunuzdan kuşku duymuyorum. Uyuşabilmiş olmamıza da pek sevindim. Elbette konu "YOL'a gelince sizin benimseyişiniz ile benimki, bizimkilerle ötekilerininki farklı olabilir. Yeter ki hiç kimse bir diğerine kendi yolunun en iyi ve en doğrusu olduğunu söyleyerek o yoldan gitmesi için baskı yapmasın, onu kandırmaya ya da böylelikle onun sırtından bir şeyler edinmeye girişmesin, onun inancını alaya alıp küçümsemesin ve ona saldırıda bulunmasın.

Yıllar önce bana anlatılmış bir öykü vardı; belki gerçek belki kurgu; İslâm ile bağlantılı. Dağdaki bir çobanın kendine göre kendi kafasından ibadeti üzerine ona birisinin "doğru" ibadetin nasıl olduğunun gösterişi üzerine... Ancak hayal meyal anımsayabiliyorum. Şimdi ben anımsadığım kadarını anlatsam eksik ve belki de yanlış olacak. Biliyorsanız siz anlatır mısınz lütfen?

Sevgiler,
 
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: Genius Loci - Eylül 15, 2009, 04:44:13 ös
Musa ve Çoban

Günün birinde seçilmişlerden Musa
Yürüyordu kırlarda elinde asa
Farkındaydı içindeki varlığın
Peşindeydi yıllarca bu çağrının
“Uyanmışlardansın Musa “ diyordu
Bu ses onu evrenleştiriyordu
Huzurla kucaklarken doğayı
Garipsedi gördüğü bir olayı
Bir çoban çıkıyor önce tepeye
Yuvarlanıyor sonra güle güle
Musa bir anlam veremedi bu işe
Seslendi çobana; “ Evlat bu da ne? “
Çoban; “ İbadetimdir Yaratana
Böylece bedenim değer toprağa
Kavuşur kardeş oluruz onunla
Ben bu yolla ulaşırım Tanrıma”
Musa buna güldü; “ Be şaşkın çoban
İbadet dediğin bu işten utan
Tanrıya böyle ibadet edilmez
Senin gibi şaşkını Tanrı sevmez.
“Biliyorsan sen öğret” dedi çoban
Musa anlattı çobana o zaman
“Ellerini semaya açacaksın
Sonra Tanrımıza yalvaracaksın
Eğilip toprağa kapanacaksın
Yaratanın adını anacaksın
Belki bağışlar seni kim bilir ki
Budur işte ibadetinin şekli”
“Sanırım ki anladım “ dedi çoban
“Çok sağol cahillikmiş benim hatam “
Musa coşkuyla yoluna yürüdü
Tanrısını memnun olmuş düşündü
Önüne bir nehir çıkınca durdu
Elindeki asayı nehre vurdu
Yarıldı nehrin suları duruldu
Musa nehri kolaylıkla geçmişti
Önünde yeni yollar belirmişti
Ancak arkasından bir ses duymuştu
Çoban kendine doğru koşturmuştu
Arada nehir vardı geçemezdi
Artık çoban ona yetişemezdi
O da ne vurdu sopasını çoban
Nehir işte yarılıverdi o an
Birden şaşırdı Musa dondu kaldı
Çoban dedi ki; “Unuttum nasıldı?
Şu ibadeti tekrar anlat bana
Çabuk kavuşurum belki mevlama”
Musa hıçkırdı, derinden sarsıldı
Birden hata yaptığını anladı
Defineler harabede gizlidir
Varlık zaten yaratılmış bilgidir
Söyleyecek şeyi yoktu Musa’nın
Bir dersiydi bu ona Tanrının
“Bildiğin gibi yap” dedi çobana
“Sen bu yolla kavuşmuşsun mevlana”

İstanbul, 06.12.2004 
 
Mustafa Süreyya Sezgin
 ....


Musa ve Çoban öyküsünü nesir şekline dönüştürmüş Sn. Sezgin, bu formatta paylaşayım dedim. Kaynak www.antoloji.com
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ceycet - Eylül 15, 2009, 04:45:09 ös

Sayın ADAM;

bahse konu öyküyü bende hayal,meyal hatırlıyorum;dolayısıyla tam olarak aktarabileceğimi zannetmiyorum.Uyuşma noktamız olan"yol"ların farklılığı konusu,elzem bir saygıyı hakkediyor.Farklı olmak zorunda...Zaten başka türlü olmaz,olamaz.Keza,yolcunun bütün derdi "yol"olmamalı;"yol"un varış noktası olmalı.Seyahat acentaları rant kaygısıyla,yolcunun ilgisini "yol"a çekmeye çalışıyorlar sanırım.


Saygılarımla
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: Genius Loci - Eylül 15, 2009, 04:51:52 ös
Bu da Mesnevi'nin 2. cildindeki Musa ve Çoban oykusu. Hz. Pîr'in anlatımıyla.

"Musa, yolda bir çoban gördü. Çoban, şöyle söylenip duruyordu: “ Ey kerem sahibi Allah! Neredesin ki sana kul, kurban olayım, çarığını dikeyim, saçını tarayayım elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım. Ulu Allah, sana süt ikram edeyim. Elceğizini öpeyim ayacığını ovayım. Uyuma vaktin gelince yerceğizini silip süpüreyim.

Bütün keçilerim sana kurban olsun. Bütün nağmelerim, heyheylerim senin yadınladır Allahm!” o çoban, bu çeşit saçama sapan şeyler söyleyip duruyordu. “Musa kiminle konuşuyorsun?” diye sordu. Çoban, “ bizi yaratanla, bu yeri göğü halk edenle” diye cevap verince, Musa dedi ki: “ vah ,vah, sen sersemlemişsin. Daha Müslüman olmadan kafir oldun, bu ne saçma söz, bu ne küfür, bu ne olmayacak şey? Ağzına pamuk tıka küfrünün pis kokusu dünyayı tuttu. Küfrün, din kumaşını yıprattı. Çarık, dolak,ancak sana yaraşır. Bir güneşe bu çeşit şeylerin ne lüzumu var? Böyle sözlerden ağzını kapamazsan bir ateş gelir, halkı yakar. Zaten ateş gelmedi de bu duman ne?

Can niye kapkara bir hale geldi, ruh merdutlaştı? Allahnın her şeye kadir ve her hususta adil olduğunu biliyorsan nasıl oluyor da bu hezeyanlara, bu küstahlığa cüret ediyorsun? Akılsız dost, zaten düşmandır. Ulu Allah, bu çeşit hizmetlerden ganidir. Sen bunları kime söylüyorsun. Amcana, dayına mı?

Allah sıfatlarında cisim sahibi olmak ve ihtiyaç var mı? Büyüyüp gelişmekte olan süt içer. Ayağı muhtaç olan çarık giyer eğer bu dedikodu, kulu içinse. Allah, onun hakkında da “ o, benim” dedi. Yine beyhude ve batıl. Allah onun hakkında, “ hastalandın da yine halimi hatırımı sormadın. Yalnız o hastalanmadı, ben de hasta oldum” demiştir. Bu çeşit sözler, “ benimle duyar benimle görür” haki katına erişen kişi içinde batıldır.

Allah haslarıyla edepsizce konuşmak gönlü öldürür amel defterini kapkara bir hale koyar. Sen bir erkeğe Fatma desen erkekle kadın hep bir cinsten olmakla beraber imkan bulursa kanına kasteder, isterse hattı zatında halim ve mülayim olsun. Fatma sözü, kadınlar için övünçtür. Fakat erkeğe söylersen kılıç yarası gibi tesir eder.

El ayak bizim için övünç vesilesidir; fakat Allahnın arılığına nispetle kusur. “ Doğmaz, doğurmaz” vasfına layıktır . Babayı da halk eden o, oğlu da doğma, cisim olanın vasfıdır. Doğan, ırmağın bu yüzüne mensuptur. Çünkü doğan kevnü fesat alemindendir aşağılıktır, sonradan olmadır. Elbette onu bir meydana getiren lazım çoban, “ ya Musa ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın” dedi; elbisesini yırtıp yana ,yana bir ah çekti, başını alıp çöle doğru yola düştü.

Musa’ya Allahdan şöyle vahiy geldi: “ Kulumuzu bizden ayırdın. Sen ulaştırmaya mı geldin, yoksa ayırmaya mı? Kaadir oldukça ayrılığa ayak basma. Bence en hoşlanılmayan şey ayrılıktır. Ben, herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah verdim. Ona medih olan söz, sana zemdir, ona göre baldır, sana göre zehir! Bizse temizden de münezzehiz, pisten de. Ağırlıktan da arıyız, çeviklik ve titizlikten de!

Kullara ibadet edin diye emrettimse bir kar, bir fayda elde edeyim diye değil, kullara ihsanlarda bulunayım diye. Hintlilere, Hintlilerin sözleri medihtir. Sintlilere, sintlilerin. Onların beni tespih etmeleriyle münezzeh, mukaddes olmam. Bu tespih incilerini saymakla kendileri temizlenirler.

Biz dile söze bakmayız gönle hale bakarız. Kalp huşu sahibiyse kalbe bakarız, isterse sözünde kulluk ve aşağılık olmasın! Çünkü gönül cevherdir söz söylemekse araz. Bu yüzden araz, ariyettir,maksat cevherdir. Manası gizli kapalı, yahut başka olan bu çeşit laflar ne vakte kadar sürecek? Yanıp yakılmak isterim ben yanıp yakılmak.

O ateşe düş! Canda sevgiden bir ateş tutuşur, düşünceyi sözü, baştanbaşa yakıver! Musa, edep bilenler başka, canı ruhu yanmış aşıklar başka. Aşıklara her nefeste bir yanış var. Yıkık köyden haraç aşar alınmaz. Hatalı söz söylerse bile ona hatalı deme. Kana bulanıp şehit olursa yıkamaya kalkışma. Şehitlere kan, sudan yeğdir. Bu yanlış sözde yüzlerce doğrudan yeğ. Kabe’nin içinde kıbleden eser yoktur dalgıcın ayağında dolak olmazsa ne gam1 yürü, sarhoşlardan kılavuzluk arama. Elbisesi paramparça olana yamadan bahsetme. Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Aşıkların şeriatı da Allah’tır, mezhebi de. Lain, lal olduğunu ispat eden bir damgası olmasa da ne çıkar? Aşk gam denizinde gamlanmaz ki! "
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ceycet - Eylül 15, 2009, 04:53:21 ös

Sayın Skullg'un aktardığı ve özü aynı olan başka versiyonlarının kapsadığı ana tema,konumuzun içeriğini basitçe özetliyor;teşekkür ederim

Saygılarımla
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 15, 2009, 05:04:51 ös
Evet... İşte o öykü. Ben anlatmaya kalkışsaydım yanlış ve eksik olacaktı.

Şimdi sanırım din üzerine düşüncelerime bırakmış olduğum yerden devam edebilirim.

Sayın SkullG ve Sayın Ceycet'e teşekkürler, tüm okuyanlarla sevgiler,   
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ozak1977 - Eylül 15, 2009, 06:23:47 ös
Güzel şiir...
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 15, 2009, 07:10:48 ös

Kusura bakmasın ama Sayın Özak1977'ye katılamam. O bir şiir değil, çok derin bir anlatımdır. Nazım olması bir şey değiyüirmez. Nesir de olabilirdi. Nitekim öylesi de var. O zaman da "güzel bir öykü" deyip geçemeyiz. Kıssadan hizsse almak gerek.

Bunu belirttikten sonra Hıristiyanlık konusuna devam ediyorum…

Birbirleriyle çelişkileri olan çok sayıda İncilin yok edilerek, kabul edilen dört İncilin de türlü biçimlerde yorumlanması ile birlikte Kilise yönetiminin nasıl olacağı konusunda çıkan uzlaşmazlık, Hıristiyanlıkta birbirine karşıt iki büyük mezhebin oluşmasına neden oldu.

Katolik ve Ortodoks mezheplerinin en yüksek din otoriteleri olan papa ve patrikler, Orta Çağın iki büyük devletini paylaştılar. Bu din otoriteleri, yüzyıllarca devletleri sadece din konusunda değil, her konuda denetim altında tutan birer politik güce dönüştü. Ancak Katolik Kilisesi bu bağlamda daha ileriydi çünkü onun tutumu Ortodoks Kiliseleri’nden farklı, tam anlamıyla merkeziyetçiydi. Nitekim bu nedenledir ki sonradan bir Kilise’ye karşı çıkılacak, dogmaları sorgulanacak, tutum eleştirilecekse bu öncelikle Katolik Kilisesi oldu.

Çok zaman sonra insanların dünya ve ahiret mutluluklarını kendi tutku ve buyrultularına göre ayarlayarak yöneten bu iki mezhebe, özellikle de Katolikliğe karşı önemli bir reform hareketi başladı. Luther’in öncülük ettiği, Calvin ile Knox’un sürdürdüğü bu eylemin amacı, bir yandan halkın ekonomik haklarını korumak, diğer yandan da kralların egemenliklerini Kilise etki ve baskısından kurtarmaktı. (Aslında Luther’in bambaşka bir amacı vardı ama ona burada girmeyelim. Luther başlı başına bir inceleme konusu olmalı.)

Fakat ancak sonradan kendi içinde türlere ayrılan ve genelde Protestanlık adını alan birkaç mezhep daha doğdu. Hatta bunun aslında sadece iki ayrı mezhep olduğunu bile söyleyebiliriz: Calvincilik ve Luthercilik. Bunlar da kısa bir süre sonra kendinden öncekilerin yöntemlerini benimseyerek aşağı yukarı aynı yolu tuttu. (Hele Calvinciliğin bağnazlığı Katolik Kilisesi’nin bile bastırır.) Öte yandan İngiltere’de doğan Anglikan Kilisesi olayı da apayrı bir konudur. Ona bir başka başlık altında sırası geldiğinde değineceğim.

Hıristiyanlık, tüm insanlık üzerinde mutlak egemenliğini kurma uğraşısında dil üzerine de bir dogma kondurmuştur. İncil’in ilk yazılışında dilinin Latince olmadığını gizleme olanağı bulunamamıştır. Bunun üzerine dünya yüzündeki ilk ve asal dilin İbranice olduğu gibi yanlış bir iddiada bulunulmuştur. Bunun nedeni İbraniceye ve İbranilere sempati beslenmesi değildir; İncil’in özgün dilini yüceltmeye çalışmaktır.

İleri sürüldüğüne göre bu dil ilk kez Tanrı tarafından Âdem’e öğretilmiştir. Fakat onun soyundan gelenler Babil Kulesi’ni inşa ederek Tanrı’ya karşı küstahça bir eyleme girişince, Tanrı dillerini çoğaltıp karıştırarak onları cezalandırmıştır. Böylece insanlar, dünyada kendi aralarında birlik kuramamaya tutsak edilmiştir. (Tevrat’ta anlatılan öykü.)

Fakat Tanrı, Musa ile de İsa ile de İbrani dilinde konuşmuştur. (Bu iddia, “vahiy” diye bir şeyin olmadığına yönelir ama üzerinde durmayalım.)

Bu dogmayı kanıtlamaya çalışan 17. yüzyıl dilbilimcileri, bunun için akıl almaz yöntemlere başvurmuş, binlerce sayfalık kitaplar yazmışlardır.

Özetle, neresinden tutsanız Hıristiyanlık parçalanıp dökülüyor ama bunu ancak bugün ve özellikle Hıristiyanlığı kötülemek amacıyla değil, tam bir özgür düşünce ve objektif bir tutum ile incelediğimizde söyleyebiliyoruz.

20. yüzyılda bilim, teknoloji, uluslar arası ilişkiler, ekonomik etkileşim ve sosyal değişimler nedeniyle insanın “insan”a ilişkin bilgi ve görüşlerinde epeyce farklılık oluşmuştur.

20. yüzyıl öncesinde Avrupa’ya oranla ilkel denilebilecek bir yaşam sürdüren bir geri kalmış ülkenin yerlileri arasında kısa bir süre için kalan bir Avrupalı, oralarda ne kendi bildiği türden bir tapınak, ne bir papaz ne de bir dinsel ayin görebilince, bu insanları Tanrı düşüncesi bile olmayan zavallılar sanabilirdi. Bu sanı, Hıristiyanlığın daha önceki çağlarda Avrupa insanının düşünce evrenine yapmış olduğu kötülüklerin bir kalıntısıdır.

Hıristiyanlık, insanın değerinin inançlarının türüne göre ölçülmesini gelenekselleştirmiştir.

Bir inanca değer biçmek, ancak o inancın topluma ve insanlığa getirmiş olduğu iyilik ve kötülükleri kavramakla olanaklıdır. Ne yazık ki insanlar çağlar boyunca bu olumlu düşünceden uzaklaştırılmış, saptırılmıştır. Tersine Hıristiyanlık öyle düşünenleri “sapkın” saymıştır.
Dolayısıyla Hıristiyanlığın insanlık tarihini evrimsel doğrultuda etkilemiş olduğu söylenebilir mi?

Burada özenle belirtmek istiyorum: HİÇ KİMSEYE DİN YA DA İNANÇ SALDIRISINDA BULUNMUYORUM. ÖYLE BİR NİYETİM YOK. Eğer sözlerimden öyle bir izlenim çıkıyorsa lütfen beni uyarın. Özür dileyerek yanlışımı düzelteyim.

Bir sonraki aşamada,  Müslüman oluşuma karşın aslında pek az bildiğim İslâm’a değinmek istiyorum.

Sevgiler,


Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ozak1977 - Eylül 15, 2009, 08:50:24 ös
Sayın ADAM,



Çok güzel  bir  anlatım  tarzı , uzun  olmasına karşın bir çırpıda okunuyor. Teşekkürlerimi  sunuyorum...
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 17, 2009, 10:51:12 öö


Dinler tarihinin insanlık tarihini çekip çevirdiği konusu üzerine İslâm dininden söz etmemek olanaksızdır.

Müslümanları öteki toplumlardan ayıran niteliklerden biri, dinlerine yeterince ve gereğince bağlı olmasalar da bağlı görünme tasası ve çabasıdır.

Bu tasa ve çaba, yalnızca dışa, başkalarına karşı değildir. İslâm toplumunun insanları, dinlerinin dogmalarına gerçekten inanmamış ve bağlanmamış olsa da, kendi kendilerini inanmış ve bağlanmış saymışlardır. Örneğin namaz kıldığı görülsün diye namaza duranların yanı sıra, namazı aslında gerçek inanç dışı bir ruh haliyle gerekli görenler de vardır.

Bu kendini kandırışın nedeni, Hıristiyanlıkta olduğunun tersine öteki dünya ile ilgili oluştan çok bu dünya ile ilgilidir. İnancı olmayanların güncel işlerinin yolunda gitmeyeceği benimsenmiştir. Bundan ötürüdür ki, İslâm dinini benimseyen toplumlarda Tanrı’nın adı, yaşamın ana koşulu, insanların nefes almak gibi anlık gereksinmelerinden biri olagelmiştir. Bir başka deyişle İslâm toplumunun insanları, yaşamlarının her anını dinleriyle haşır neşir olarak sürdürmüştür.

Birçok din, -özellikle Hıristiyanlık- yalnızca kendi inançlılarını “kurtuluş”a yöneltme amacını güderek, kendi inançlılarından olmayanları din ve Tanrı düşmanı saymıştır. Buna karşılık Müslümanlık, belirli bir toplumun ve belirli bir zamanın değil, bütün insanların ve bütün zamanların dini olarak önerilmiştir. Müslüman olmayanlara kâfir ya da gâvur yakıştırması, onların aşağılanması İslâm’ın özüne aykırıdır.

Fakat her din gibi Müslümanlık da peygamberinin ülküsünden saptırılmıştır. Bilgisiz ve bilinçsiz imamların elinde türlü tutkulara araç edilmiş, insanları birbirine yabancı ve düşman kitleler halinde bölmüş hatta diğer hiçbir dinde olmayan ölçüde kendi inançlıları arasında küçük görüş farklılıklarının kanlı savaşlara dönüşmesini izlemiş, her bir mezhep asıl ve gerçek Müslümanlığı kendi başına sahiplenmiş, belli bir zaman diliminde bilimin ve felsefenin beşiği olup Avrupa’daki Rönesans’a ışık tutmuş olmasına karşın sonradan o da kendi dogmalarının yanıltılmasını önleyebilmek amacıyla düşünce özgürlüğüne, bilimsel bilginin yaygınlaşmasına ve evrimsel gelişmeye set çekmiştir.

Müslümanlıkta diğer dinlerde olduğundan çok daha fazla mezhep ve tarikat oluşmuştur. Hatta bu nedenle de Hz. Muhammed’in tarikatından pek kimse kalmamış olduğu söylenir.

Bunları da belirttikten sonra bu konuyu sonlandırmaya geçeceğim ama her keresinde olduğu üzere gene eleştirilerinizi bekliyorum.

Sevgiler,
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: Prenses Isabella - Eylül 17, 2009, 07:38:51 ös
Bunları da belirttikten sonra bu konuyu sonlandırmaya geçeceğim ama her keresinde olduğu üzere gene eleştirilerinizi bekliyorum.

Benden herhangi bir eleştiri beklemeyiniz:) öncelikle kendi adıma söyliyeyim, o kadar çok ayrıntılı ve anlaşılır bir şekilde ifade ediyorsunuz ki açıkçası anlatımınızın şekli ve görselliği beni çok etkiledi, diyebilirim.

Dinler ve inanç şekliyle ilgili olarak Sayın Adam; maalesef gördüğüm kadarıyla yeryüzündeki tüm toplumların kendilerine özgü bir inanç ve ibadet şekli oluşturulmuş fakat ne yazıkki hersi de genelinde olması gıyabında söylüyorum sadece şekilde kalmıştır. İşte bu sebepten dolayı da aralarında farklılıklar meydana gelmiş ve kimisi inancı başka şekilde anlamış ve sadece şekilsel ibadetle olayı halledebileceklerini düşünmüş ancak ne yazıkki fayda vermediğini şuanki dünya yaşam formunda pek çoğumuz anlayabilmiş durumdayız. Bazılarımız ise inancı özü itibaiyle kavramış ve kendilerini Bilgi yoluyla geliştirmeye çalışarak ibadetini öğrenme ve bilgi alma yoluyla gerçekleştirmiş haliyle de ortaya Mükemell Insan profilini koyarak aynı zamanda birer örnek teşkil edebilmişlerdir. Yolumuzu açarak bizleri de kendi yollarından ilerlememize yardımcı olarak sahip oldukları Bilgileri Insanlığa sunmuş ve gelişimi de bu sayede sağlamışlardır.

Şimdi şöyle birşey demek istiyorum. Boyut farklılıkları!

Dünyamız bir *** gezegen olduğu için farklı boyutları da bünyesinde barındıran aynı zamanda değişik bilgi yelpazesine açık olduğundan birbirinden bir hayli farklı bilgi hazinesine sahip olanlarımız da mevcuttur.

 Değişik bilgi yelpazesinin açılımı ise, farkı boyutlarda yeralanların dünyamızda bedenlendiğini düşünün, Dünyamıza ne kadar çok farklı açılardan birer katkı sağladıkları da bu sayede anlaşılabilinmektedir. Önemli olan sahip olunan Bilginin doğruluğu ve yararıdır. Akıl ve mantık yoluyla irdelenmeye açık olması zaten vazgeçilmez unsurdur.

Insanlarımız hala ne yazıkki Kiliseye, Camiye giderek ibadetlerini yapmış ve görevlerini yerine getirmiş sanmaktadırlar. Halbuki o dönemleri biz çoktan aştık ve şuanki durumda mümkün olduğunca ruhsal bilgi seviyemizi yeterince yükseltmek, Insanlık Bilgi ve Bilinç seviyesinin yükselmesine yardımcı olabilmektir.

Özde yapılan ibabet şekli ise, daha çok bir kısmımızın farkındalı dediği olayı yaşayarak Evrensel Gerçekleri anlayabilme, kavrayabilme düzeyine gelerek yaptığı aşamaları Insanlığın ve Dünyamızın gelişimi için kullandıkları yol ve yöntemlerdir, diye düşünüyorum.

Saygılarımla       
Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 18, 2009, 10:17:52 öö

Sayın Isabell'in görüşlerine ben katılıyorum.

Katılmayanlar da olabilir.

Kimilerine şekilsel ibadet yeterli gelir.

Kimileri şekilsel ibadet ile duygusal ibadetin bağdaştırılmasını gerekli görür.

Kimileri (özellikle din adamları) duygusal ibadetten hoşlanmaz çünkü onu göremez ve konrol edemezler. Oysa onların derdi, kendileri değil başkalarını kendi denetimleri altına almaktır. Bunun için de ibadetin kendi istedikleri biçimde yapılmasını isterler.

Kimileri şekilsel ibadeti çoktan aşmıştır; onu gereksiz görür.

Kimileri daha da öteye, astoya geçmiş, boyut değiştirme deneyimini yaşamıştır. Artık onun için "Tanrı", "evren", "gerçek" gibi kavramların içeriği bambaşkadır. (Bu konuya girersek kendimizi dağıtırız.) 

Ancak biz şimdilik bu boyutta kalalım. Sanırım diyeceklerim daha bitmedi.

Sevgiler,


Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 18, 2009, 11:53:16 öö

Benden sonra kimse bir şey yazmamış. Ben de bitiriyorum.


Acaba günümüzden yıllarca sonrasında, -diyelim ki yüz yıl sonra- hâlâ insanlık tarihinin dinler tarihi çevresinde döndüğü, bu etkinin yakın tarih için de geçerli olduğu söylenecek mi?

Günümüzde insanların büyük çoğunluğunun dinsel kaygı ve eğilimlerinde geçmişe oranla pek büyük bir değişiklik oluşmuş değil. Ancak çağımızın insanı, -özellikle aydın kesim- giderek dine değilse de dinsel kurumlara olan güven ve bağlılığlını yitiriyor.

Din adamlarının toplum üzerindeki güç ve etkileri giderek zayıflıyor. Artık din adamı, herhangi diğer bir kamu görevlisinden çok daha önemli ve yetkili bir kişi sayılmıyor.

Şimdi insanlık tarihini kendi güdümlerine almak isteyen yeni güçlenmeler var. Bunların başında da ekonomiyi elinde tutanlar geliyor.

Aslında ekonomi, insanlık tarihini yeni yeni etkilemeye başlayan bir faktör değil. Öteden beri vardı; öylesine ki, bilimleri boyunduruğu altına almaya uğraşan dinleri bile ezmişti.

Öyle bir ezmişti ki, Katolik Kilisesi’nin Aristotoles felsefesini kendisine rehber alması ve böylece kendini güçlendirmeye girişmesinin kaynağında da aslında ekonomik nedenler vardı. Kimsen dile getirmeye yüreğinin pek kolay yetmediği nedenler…

Öte yandan hızla gelişen teknoloji ile el ele vermiş olan bilim de artık ön plana çıkmış durumda. Öyle ki, bu dini de etkiliyor ve dinsel kurumlar kendi dogmalarını bilim ile uyuşur, dogmalarla bilimin açıklanması yerine bilimin dogmalarını doğruladığını göstermeye çalışıyor. (Vatikan’ın Darwin kuramı üzerine yaptığı deklarasyon gibi… Onda ise hayli geç kaldı çünkü günümüzün bilim adamları Darwin’in yanılgılarını bilimsel yöntemle ortaya sererek, bu işin henüz kesinleşmeyen ama daha doğru olanını ortaya koyuyor.)

Artık insanlar kimin dinli ya da dinsiz, kimin Tanrı’ya inanır ya da tanrıtanımaz, kimin hangi dine bağlı olduğu ile pek ilgilenmemeye başlıyor. (Bu bağlamda mason localarının tutumundan söz etmekte değilim.)

Aslında bu bakımdan kat edilmesi gereken daha çok yol var ama bir aydınlık ufuk belirtisi görünüyor. İnsan da giderek daha çok aydınlanıyor; atalarının yüzyıllar boyunca kandırıldığını, Kutsal Kitaplar’ın gerçek özüyle karşı karşıya kalamamış olduklarını, inanmış olmak için önce anlamayı gerekli görmeyen atalarının yanılgıya düştüğünü fark ediyor.

İnsanlar ile Tanrı arasında bir perde, bir aracı gibi yer almış, dinin kurallarını istedikleri gibi ve kendi işlerine geldiği tarzda yorumlamış, gerçek dini insanlardan başarıyla saklamış, bu yoldaki gerçekleri arayanları susturmuş hatta yok etmiş, dehşetli soykırımlar bile yaratmış olanlara pek aldırış edilmiyor.

Bu arada gerek dini gerek Tanrı inancını kökünden yok etme amacına yönelen girişimler de var. Salt materyalist doktrinlerin desteğini kazanan bu girişimler, hayli büyük bir güç kaynağı oluşturuyor. Özgür düşünce tam dinsel baskılardan kurtulurken, bir başka tutsaklığa sürüklenme tehlikesinin eşiğinde.

Din ile töre ve adalet arasında sıkı bir ilişki arayan, töre ve adaleti mutlaka dinselleştirmek isteyenler, bilim ve akıldan güç alan laik ve insancı (hümanist) bir tutum önünde geriliyor. Direnmeyi sürdürüyorlar ama eninde sonunda yenilecekler.

Dolayısıyla, insanlık tarihi binlerce yıl boyunca dinlerin peşinden gitmişken, bu gidişin yönü değişmiş gibi… Kim bilir, belki de yıllarca sonra, -diyelim ki yüz yıl sonra- dinler tarihinin bundan böyle insanlık tarihini izleyeceği söylenebilecek.

Kuşkusuz bilim ve akıl yolunun tutulmasını yeğleyip önerenler de var.

Ancak bence bu yolun bundan sonrasının öyle yalnızca bilim ve akıl yolu olması yetmez; Bu yol aynı zamanda insanın insanlığa karşı içten bir sevgi duyduğu, bilginin erdem ile buluşup kaynaştığı bilgelik yolu olmalıdır.

Diyeceklerimi bitirdim.

Sevgilerimle,

Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: Prenses Isabella - Eylül 18, 2009, 04:26:40 ös
 
Sayın Isabell'in görüşlerine ben katılıyorum.

Teşekkür ederim.

Katılmayanlar da olabilir.

Tabiki:) Kişisel görüşler tıpkı zevkler gibi tartışılmaz..


Kimilerine şekilsel ibadet yeterli gelir.

Kimileri şekilsel ibadet ile duygusal ibadetin bağdaştırılmasını gerekli görür.

Kimileri (özellikle din adamları) duygusal ibadetten hoşlanmaz çünkü onu göremez ve konrol edemezler. Oysa onların derdi, kendileri değil başkalarını kendi denetimleri altına almaktır. Bunun için de ibadetin kendi istedikleri biçimde yapılmasını isterler.

Kimileri şekilsel ibadeti çoktan aşmıştır; onu gereksiz görür.

Kimileri daha da öteye, astoya geçmiş, boyut değiştirme deneyimini yaşamıştır. Artık onun için "Tanrı", "evren", "gerçek" gibi kavramların içeriği bambaşkadır. (Bu konuya girersek kendimizi dağıtırız.) 


Olayı çok güzel açıklamışsınız. Teşekkürler. Aynı Fikirdeyim.

Ancak biz şimdilik bu boyutta kalalım. Sanırım diyeceklerim daha bitmedi.

:D Kesinlikle.. Haklısınız, bir de düşünün ki beyin kapasitemizi biraz daha zorlamaya başlasak sanırım sonunda iflas etmiş oluruz:)

Saygı ve Sevgilerimle,

Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: ADAM - Eylül 18, 2009, 05:20:48 ös
Sayın Isabell,

Bir düzeltmeye izin verir misiniz?

Beyin kapasitemizi zorlmamamıza gerek yok. Orada var olan kapasiteyi nasıl kullanabileceğimizi öğrenmeye gereksinmemiz var.

Katılıyor musunuz?

Başlık: Ynt: DİN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Gönderen: Prenses Isabella - Eylül 18, 2009, 05:38:46 ös
Sayın Isabell,

Bir düzeltmeye izin verir misiniz?

Beyin kapasitemizi zorlmamamıza gerek yok. Orada var olan kapasiteyi nasıl kullanabileceğimizi öğrenmeye gereksinmemiz var.

Katılıyor musunuz?


Bağışlayın :) çok çok özürlerimi iletiyorum. Tabiki, memnuniyetle..

Düzeltme yaptığınız için ayrıca Teşekkürler.