19. yüzyılın ünlü kompozitörlerinden Richard Wagner, uzun yıllar üzerinde çalıştıktan sonra 1882 yılında bitirdiği son operası PARZIVAL’ı yazmadan önce, kendi deyişiyle “gerçeklere daha uygun olabilmesi bakımından” bu çevreyi gezip bir güzel incelemiştir. Bu yapıtın esin kaynağı, 13. yüzyıl başlarının Bavyeralı ozanı Wolfram von Eschenbach’ın aynı adı taşıyan, 1196-1216 yılları arasında yazılmış 25 bin dizelik destanıdır. Eschenbach’ın yapıtlarında, İbranî ve Hıristiyan kökenli bir kültür ile Kelt kültürünün bağdaştırılmış olduğu dikkati çeker.
Richard Wagner, Tapınak Şövalyelerinin ünlü -belki de varsayımsal- hazinesinin buralarda bir yerde gömülü olduğuna ilişkin sezdirmelerde bulunur.
Bu operanın Almanya’da 1940’lı yıllarda yeniden sahneye konup oynanmasından kısa bir süre sonra, birtakım Almanlar (Naziler) bu bölgede kazılar yapmış, bir şeyler aramıştır.
Oralarda çok kişiyi öldürdükleri biliniyor ama bir şey bulup bulmadıkları bilinmiyor.
Almanların aramış oldukları şey acaba yalnızca özdeksel değer taşıyan bir hazine miydi, yoksa yüzyıllar boyunca hakkında birçok romantik öykü anlatılmış, efsaneler yaratılmış olan, en sonunda Tapınak Şövalyelerinin eline geçmiş olduğu da söylenen “Kutsal Kâse” mi?
Yalnızca hazine bile olsa, bunun salt maddi değer taşıyan altın ve değerli taşlardan mı oluştuğu, yoksa birtakım başka şeyleri de mi kapsadığı hep sorulagelmiştir. Şimdi bu konudaki çeşitli spekülâsyonlardan birini kısaca gözden geçirelim:
«Filistinliler 66 yılında Roma İmparatorluğu’na baş kaldırıp bağımsızlıklarını ilân etmeye kalkıştıklarında, İmparator Titus Filistin’i yerle bir edivermişti. Ele geçirdiği tüm hazineleri toplayıp Roma’ya götürmüştü. Yahudilerin üçüncü mabedi olan Herod Mabedi’nin “Kutsalların Kutsalı” (Sanctum Sanctorum) bölmesinde bulunan “Ahit Sandığı” ile çok kutsal sayılan “Yedi Kollu Altın Şamdan” da bunların arasında bulunuyordu. Vizigotlar Roma’yı ele geçirdiği zaman bu hazine deniz yoluyla Narbonne’a kaçırılmış, sonra da içerilere taşınarak Languedoc bölgesinde bir yere gömülmüştü.»
Bir de az önce değinmiş olduğum şu “Kutsal Kâse” sorunu var. Tarihte bununla ilgili olmak üzere yazılmış ve anlatılmış sayısız romantik ya da efsanesel öykü yer alır.
Kimilerine göre bu nesne, İsa ile havarilerinin o ünlü “son yemek” sırasında içmek için ortaklaşa kullanmış oldukları kaptır.
Kimilerinin benimseyişine göre, İsa çarmıha gerildiği zaman Arimatealı Yusuf bu kâseyi kullanarak İsa’nın akan kanını toplamıştır.
Kimine göre de her ikisi birden olmuştur.
Bu öykülerden çoğu, 1180’li yıllarda, Champagne kontuyla yakınlığı olduğu bilinen Chrétien de Troyes tarafından yazılmıştır. İçerdikleri anlatımlardan birçoğu Katolik Kilisesi’nin dogmalarıyla çelişkilidir. Nitekim Katolik Kilisesi bunların okunmasını ve kopyalanmasını yasaklamıştır.
12. ve 13. yüzyıllarda bu öykülerin birçok değişik türü ve benzerleri anlatılmıştır. Derken, Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın ortadan kaldırılışıyla birlikte bu öykülerin de ardı arkası kesilivermiştir.
1170 yılında Sir Thomas Malory, Britanya’nın ünlü krallından Arthur’un yaşam öyküsünü konu alarak yazdığı destanıyla bu konuyu yeniden sanatçıların gündemine getirmiştir.
Wolfram von Eschenbach’ın ünlü yapıtının kahramanı Parzival, “bir dul kadının oğlu”dur. Arimatealı Yusuf’un soyundan gelmedir. “Kutsal Kâse” ailesinden ona bir hatıra olarak kalmıştır. Anlatıldığına göre, bu salt “kutsallık” yakıştırılmış sıradan bir kâse değildir; birçok ruhsal dönüşümleri, doğaüstü işleri sağlamaya yarayan olağanüstü bir gereçtir. “Alâaddin’in Sihirli Lambası” gibi bir şeydir. Eschenbach bunun aslında bir kâse bile değil, bir “taş” olduğunu da belirtir. Kimi yerde buna “Cennet taşı” ya da “Cennetten gelen taş” da denir. Bu varsayımsal taş, giderek Alşimistlerin “Filozof taşı” ile de özdeşleştirilir.
“Taş” konusu üzerinde biraz daha spekülâsyon yapabiliriz.
Hani Hz. Yakup’un bir gece dağ başında uyurken göğün yedi katına doğru uzanan merdivenden çıkıp inen melekleri gördüğü, bu sırada yastık gibi başını dayamış olduğu anlatılan taş var ya!...
Süleyman Tapınağı’nın yapımcıları duvarlarda kullanacakları taşları yontarken bir türlü beğenmeyip ellerinden attığı, sonra da tapınağın kubbesini bağlamak üzere uygun bir taş aradıklarında yine onu bulup tıpatıp yerine oturttukları, tapınağın yıkılması sırasında da yerinden düşüp toprağa gömülerek yitirilen bir “kilit taşı” söz konusudur.
İşte “Kutsal Kâse” tüm bu varsayımsal taşlarla özdeşleştirilmiştir.
Önemli sayılan şudur: Meryem Ana, Müjdeci Aziz Yahya (Yuhanna) ile birlikte geldiği Efes yakınlarında, “Bülbül Dağı” üzerinde yerleştiği evinde öldükten sonra, yıllarca orada onunla birlikte yaşayan Arimatealı Yusuf, Aziz Lazarus (Lazar) ve İsa’nın karısı Magdalena bir gemiye binerek Akdeniz’in doğusuna doğru yol almışlar. Marsilya’da karaya çıkmışlar. Sonra Languedoc bölgesine gitmiş, orada yerleşmişler. “Kutsal Kâse” de yanlarındaymış.
İşin ilginç olgularından biri, Nazilerden birçoğunun böyle bir nesnenin gerçekten de varlığına, bu konudaki öykülerin hiç olmazsa bir bölümünün doğruluğuna inanmış olmaları.
Zaten –çok kez söylediğim gibi- asıl sorun da tüm bu efsanesel öykülerin ve söylencelerin gerçek olup olmadığı değildir. Birçok insanın bunlara inanmış, sonra da bu inanışların tarihsel olayları etkilemiş hatta tarihin akışına yön vermiş olmasındadır.
İnsanlık ve uygarlık tarihi, bu tür inançların, saplantıların, umutların çevresinde dönmüştür.
Her olayı ve olguyu bilim, akıl ve bilgelikle inceleyerek değerlendirmeleri beklenen masonların bunu kavraması çok önemlidir ama kavramış olup olmadıkları da sorgulanabilir.
Ancak tarihsel olaylar bu kadarla kalmıyor. Her ne kadar bundan sonrası bağlamında yine itirazlar olacaksa da, ben en azından bir “varsayım” niteliği taşımak üzere anlatmaya devam edeceğim.
Şimdi yine «Tüm bunların Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti ile ne ilgisi var diye soranlar olacak. Ben de diyeceğim ki «Sabırlı olun. Tümden gelim değil, tüme varım yöntemini kullanmakta olduğum için adım adım ona yaklaşacağız.»