Masonlar.org - Harici Forumu

Masonluk Bilgidir. Bilimdir. Ilimdir. => Tarih => Milletler Tarihi => Konuyu başlatan: ADAM - Mayıs 04, 2010, 08:42:41 öö

Başlık: ORTA ÇAĞDA AVRUPA - 3
Gönderen: ADAM - Mayıs 04, 2010, 08:42:41 öö




Orta Çağ’da Toplumsal Tutum


Hıristiyan Orta Çağı Helen-Roma İlk Çağını birbirlerinden ayıran başlıca özellik, İlk Çağın kültür ve din çeşitliliğinin yerini tek bir Hıristiyan kültürünün alması, dolayısıyla İlk Çağın kısmi dinsel özgürlüğünün Hıristiyan tekelciliği tarafından ortadan kaldırılmış olmasıdır.

Orta Çağ dünyası, Antik Çağın tam tersine bir tutumla ve Hıristiyanlığın sürekli baskısı altında dine karşı tolerans sorununu hep ters yönde çözmeye uğraşmış, bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştu. Bugün, Orta Çağın özelliklerini ortaya koyarken tek bir Hıristiyan kültüründen söz ediyoruz ama bu kültürün öyle kendi başına yerden bitmediğini, gökten de inmediğini, yüzyıllar süren bir uğraşı ve biçimlenme sonucunda ortaya çıktığını da bilmeliyiz.

Bu kültürün; gerek kendi içinde ikide bir patlak veren ve “sapkın” olarak nitelenen akımlara gerekse henüz Hıristiyanlığı kabul etmemiş ve “barbar” olarak adlandırılan uluslara, sonra da Hıristiyanlığa meydan okuyan yeni bir evrensel dine yani İslâm’a karşı açılan sürekli savaşlar sonucunda, bu savaşları kazanarak Batı dünyasına egemen olduğunu bilmek gerek.

Avrupa’nın Hıristiyanlaştırılması işi çok uzun sürdü; ancak 13. yüzyılda sona erebildi. Papalığın, gerek İmparatorluk gerek sapkınlık üzerindeki kesin zaferi de aynı döneme rastlar. Dolayısıyla, “tek Hıristiyan kültürü”nün tam anlamıyla kurulması, Orta Çağın neredeyse sonlarına denk düşüyor demektir. Orta Çağ, bir bakıma Hıristiyan İlk Çağın uzunca süren bir devamı gibidir.

Orta Çağ ile Pagan İlk Çağı birbirlerinden ayıran önemli özelliklerden biri de özgürlük sorunu karşısındaki tutum ve davranışlarıdır. Helen-Roma İlk Çağı, bu sorunu, tam özgürlükle bağımlılık arasında bir ara durum sayılabilecek toleransla çözmüştü. İlk Çağ toleransının tek kusuru, özgürlük sorununu kökünden çözmeyişi yani uzlaşmadan öteye geçemeyişi idi.

Tolerans, toplumsal bir yaşama ilkesi olarak ancak her bakımdan kendine güvenen toplumların göze alabileceği bir olgudur. Hüseyin Batuhan,  “Batı’da Tolerans Fikrinin Gelişmesi” adlı kitabında toplumsal düzenin tolerans ilkesi üzerine kurulabilmesi için, toplum içindeki çeşitli dünya görüşlerinin, din ve inanç sistemlerinin çelişik denecek kadar birbirlerine aykırı olmaması gerektiğini belirtiyor. Doğru!

Nitekim Yahudilik ile Hıristiyanlık bir yana bırakılırsa, “Pax Romana” diye anılan Roma Barışı’ndan pay alan tüm dinler, devletin gösterdiği toleransa hak kazanacak kadar kendi aralarında da toleranslıydı. Pax Romana, “Roma için iyi olan tüm dünya için iyidir.” anlayışı üzerine kuruluydu. Kendi beğendiği ilkeleri ya dayatmayla ya da işine gelirse toleransla, buyruğu altındaki uluslara kabul ettirmekteydi.

İleride apayrı bir başlık altında uzun uzun sözünü etmeye niyetlendiğim Aziz Augustinus’tan sonra, Avrupa’da tolerans ilkesine tümüyle sırt çevrildiğini hatta “tek devlette tek din” ilkesinin zamanla “dünyada tek din” doğrultusunda geliştiğini görürüz. Hıristiyanlık bu çağa damgasını öyle güçlü bir biçimde vurmuştur ki; aslında iki ayrı otorite kaynağı olan devlet ile Kilise, aralarında çeşitli nedenlerle ikide bir patlak veren kavga ve çatışmalara karşın doğru inancı desteklemek ve korumak konusunda hiçbir zaman anlaşmazlığa düşmemişlerdir.

Papalığın imparatorları bile aforoz etmeye kadar varan manevî gücü, aslında Kilise otoritesinin, dolayısıyla Hıristiyanlığın tüm Batı dünyası üzerinde kurduğu egemenliğin yansıyışıdır. Papalık, en azından 6 kralı tahtından indirmiş ya da indirmekle tehdit etmiş, ayrıca 10’dan fazla imparator ya da kralı da resmen aforoz etmiştir. Dolayısıyla Kilise devletin içinde değil, devlet Kilise’nin içindedir. Böylece, her toplumun her üyesi, yurttaş olmadan önce dindaştır. Yurttaşlığa daha çok zaman vardır.

Devlet, din birliğini tehdit eden her tehlike karşısında Kilise’nin buyruklarını yerine getirmekte bir an bile duraksamaz hatta bazen Kilise’nin uyarısını beklemeden harekete geçer. Dogma ve din birliğinin toplumsal birliğin de temeli olduğu kanısı, Orta Çağ dünyasında öylesine kökleşmiştir ki; ne sonradan doğan ulusçuluk akımı ne de Orta Çağın din birliğini uygulamada parçalayan Reform eylemi bu kanıyı söküp atabilmiştir. Dahası, Hıristiyanlığın kuruluş günlerinde sapkınlıkla savaşta Kilise’ye parola olan Pavlus’un “bir Tanrı, bir iman, bir vaftiz” biçimindeki deyişi, Yeni Çağın başlangıcında yeni bir görünüm altında belirmiştir: “Bir inanç, bir yasa, bir kral”.

Bu nedenle de Orta Çağın, -içerdiği öğeler bakımından aslında neredeyse 19. yüzyılın ortalarına kadar sürdüğünün ileri sürülmesi  pek de yanlış sayılmaz.