Soru her yerde karşılaşılan bir soru. Kadim bir soru. En eskilerin sorusu ve hala güncel.
Beni daha çok sevindiren de buradaki yanıtlar. Herkes soruyu ciddiyetle cevaplamış. Bu da buraya üye olurken beklediğim bir ortamdı. Bu yüzden üyelere teşekkürler.
Burada izin verirseniz, kendi anladığım kadarıyla verilen cevapların ana temalarını özetlemek istiyorum.
Anatolic, "bu dünyanın sonlu olması"nı temel almış. İnsanların kendilerini tanımladıkları yere göre mutluluğu aramaya başladıklarını söylemiş. Doğrudur. İnsanların kendilerini tanımlaması, "insan" mefhumunu tanımlamaktır. Onun ne olduğu, nereden geldiği, niçin var olduğu, nereye gideceği gibi sorulara verilen yanıtlar, insanın kendi yerini tespit için sorduğu sorulardır. Dine inanmak, bu sorulara gayet net yanıtlar verir. Dini, bir spekülasyon veya kesinliği tam olarak bilinmeyen bir şey olarak gören Aydınlanma sonrası filozofları ise, insan tanımındaki bu sorulara tam olarak yanıt vermiş değildir. Daha doğrusu herkesin ve her felsefi akımın kendine uygun bir insan tanımı vardır ve bu tanımdan yola çıkarak bir mutluluk felsefesi oluşturmuşlardır. Ancak bunlar görecelidir. Varoluşçuluk, tüm enerjisini insana yönelttiğinden belki bu konuda biraz daha gelişmiştir diyebiliriz. Ben, bireyciliğe odaklanan seküler felsefelerin, toplumculuğa odaklanandan daha fazla mutluluk getirirdiğini gördüm. Bu nedenle liberalizmin, sosyalizmden daha çok kişisel mutluluk sağladığını söyleyebilirim. Ancak bu mutluluk bazen değişiyor, ve "başkalarının mutsuzluğu pahasına mutluluğa" yani vahşi kapitalizme olanak tanıyabiliyor. Bu nedenle toplumsal adaletin muhakkak sağlanması gerekir.
Meriçcan, mutluluğu "başkalarını mutlu etmekte" görüyor. Ben yukarıda söylediğim gibi, başkalarına odaklanan "toplumsal" felsefelerin mutluluk getirmediğini görüyorum. Bu çeşit mutluluk anlayışı, biraz daha sistemleştirilip, bir siyaset felsefesi haline geldiğinde mutluluğu bırakın, mutsuzluk getiriyor. Bence insan, kendini mutlu etmeye uğraşmalı, bunun metodlarını saptamalı, ancak bu arada kesinlikle başkalarına zarar vermemelidir. Bu nedenle bu düşüncenin "etik felsefesi"nde kalması ve kesinlikle siyaset felsefesine girmemesi gerekir. Örneğin, lösemili çocukları birey, kendisi isterse sevindirmelidir. Fakirlere yardıma bireyin kendisi karar vermelidir. Ancak şöyle bir tehlike var; Bu düşünce biraz ilerletilip "yahu hepimiz rastgele yardım edeceğimize biz devlete vergi ödeyelim, devletimiz de lösemililere ve fakirlere yardım etsin" denilebilir ve böyle oluyor da. Bu hiçbir şekilde mutluluk sağlamaz. Sosyal yardımlaşma kişiye vicdani tatmin sağlar. Ben de bunu savunurum. Ancak bu yardımlaşma sivil toplumun eliyle olmalı. Devlet tekeli olmamalı.
Ceycet, mutlu olmak için hayatın sonlu olduğuna inanmamak gerektiğini söylemiş. Ben de buna kişisel olarak katılıyorum. Ancak günümüz ana akım seküler felsefeleri, hayatın sonlu olduğu konusunda bir görüş birliği içindeler. Bu, gerçekten mutluluğu alıp götüren bir şey. Ama yanılıyor olabilirim. Çünkü hayatın sonlu olduğuna inanan ateist arkadaşlarım var, ve izlenimlediğim kadarıyla gerçekten mutlular. Peki bunun sırrı ne? Bunun yanıtını Hiram adlı üye vermiş; "Başarı". Evet, bir ateist, ancak başarılıysa mutlu olabiliyor. Başarısızsa, bir ateistin mutlu olması mantıksal olarak düşünülemez. Siz de dikkat edin, bir insan ateistse ve aynı zamanda başarılıysa, o insan mutlu olabiliyor. Ancak bu başarının getirdiği geçici tatmin duygusu mu? Yoksa huzur mu? MASON arkadaşımız da bu konunun önemine vurgu yapmış. Dünyanın sonlu olduğuna inanan ateist mutlu olabilir, ama nihayetinde onu bir huzursuzluk bekler. O, bu huzursuzluğu hissetmemek için, sürekli başarmak, sürekli koşmak, sürekli pedala basmak zorundadır. Bir anlık durgunluk, ateistte bir bunalım yaratır. Bence kendileri, zorunlu olarak durgunluk dönemine girecekleri hayatlarının son çeyreğinde bu gerçeği anlayacaklar.
Oasis her olasılığı düşünmüş;
1. Kişi ateistse, kendine ve başkalarına yardım ederek mutlu olur.
2. Kişi Yaradana inanıyorsa, onun varlığının gereklerine uyarak ve onun varlığının farkında olarak mutlu olabilir.
Oasis, bence bu iki varlık düşüncesinde de ortak olan bir tema bulmuş; "karşılıksız vermek". Bu da birinci maddeyi sosyalist felsefeye ikincisini de altruist (özgeci) din felsefesine karşılık getiriyor.
Ben ikinci maddeye katılıyorum. Ancak birinci olasılıkta, "kişi kendini geliştirmeli" ve "başkalarına vermeli" anlayışının sonuncusuna pek katılmıyorum. Eğer ben ateizme inanabilseydim, evvela kendime odaklanırdım. Tabii ki başkalarına da verirdim. Ancak Oasis'den farklı olarak "karşılıklı olmak kaydıyla" verirdim. Çalışmayan, hak etmeyen, asalak olarak yaşayan bir tembele, ancak hak ettiği kadarını verirdim.
Barış, mutlu olmak için "sonluluk" duygusundan uzaklaşmamız gerektiğini ima etmiş. Ben buna katılmıyorum. Bu aslında seküler bir görüştür, ve Epikürcü bir anlayıştır. Epikür de ölüm kaygısının insanı sürekli mutsuzlaştıracağını söylemiş, mutlu olmak için bu kaygının atlatılması gerektiğini belirtmiş ve bu kaygının gereksizliği için şöyle demişti "Ben varken ölüm yok, ölüm geldiğinde de ben yokum (ölümü ve ölmüş olduğumu hissetmeyeceğim, artık "hiç" olduğumu dahi bilmeyeceğim)".
Bir insan kendini buna inandırabiliyorsa ne ala, ben kendimi buna inandıramıyorum. Ölüm bir realitedir ve insan ölüm düşüncesini görmezden gelerek hayatını kuramaz. Kursa bile hayat enerjisinin kaybolacağı yaşlılık zamanında bu kaygı kendini iyiden iyiye belli edecektir.
Barış, daha sonra yazısının son iki paragrafında Hiram adlı üyenin dediğinin benzerini söylemiş. Ailevi ilişkilerde, toplumsal ilişkilerde, iş ilişkilerinde, akademik ilişkide bütünüyle "iyi ve erdemli" olabilmek. Bunun adı zaten Hiram'ın sözünü ettiği "başarı"dır. Bu insana mutluluk verir. Ancak dediğim gibi, bunun mutluluk vermesi için sürekli başarmak ve sürekli koşuşturmak gerekir. İnsan hayatının durgunlaşacağı son dönemde, veya başa gelen bir kazadan sonra örneğin ellerin kesilmesi gerektiği bir durumda, "başarı" temasıyla yola çıkan insan artık mutlu olamaz. Kilit nokta Mason'un dediği Huzurdur aslında. Yanlış anlaşılmak istemem.Başarmak çok mühim bir iştir. Bunu kesinlikle küçümsemiyorum. Benim söylediğim sadece şu; "sürekli mutluluk (huzur) için başarmak bir gerekliliktir. Ancak yeterli değildir"
Martı ve Alaaddin, özünde aynı şeyi söylemiş "Başkaları için yaşa ve mutlu ol". Bumerang metaforuyla da anlatılmak istenen iyi teşbihlenmiş. Bu, defalarca söylediğim bir sosyalist mutluluk anlayışıdır. Başkaları için yaşamak, çok müphem bir kavram. Başkalarına, eğer bana bir katkı sağlayacaksa vermek gerekir. Bu görüşümü burada çok iyi anlatamadım. Ama benim özünde "altruist (özgeci) düşünce"ye karşı olduğumu söyleyebilirm. Altruistler, "ne olursa olsun, kendine çalışma, başkalarına çalış. Kendine çalışırsan bencil olursun, bencillik de kötüdür" derler. Bu kişinin kendini intihar etmesine benzer. Bu düşünceyi ilerde başka bir başlık altında açıklayabilrim.
Isabell, "beklentilere" odaklanmış. Beklentileri aza indirmek gerektiğini söylemiş. Ama bu, sonu kinizme varan ve her başarısızlıkta beklentiyi aşağıya çekip, Sinoplu Diyojen gibi bir fıçı içinde yaşamaktan mutluluk duyduracak bir yaşama vardırır. Bilmiyorum, belki mutluluk veriyordur. Ama bu bir tükeniş felsefesi. İnsan üretmelidir, başarmalıdır. Ancak bu sayede "hak edene" yardım edecek bir potansiyele kavuşmuş olur. Sinoplu Diyojen, muhtemelen bir kadını mutlu edemeyeceği için hiç evlenmemişti de. Böyle bir yaşama tam olarak yaşam denir mi? İnsan beklentilerine kavuşmak için çaba sarfetmelidir. Çaba sarfetmekten kaçınarak, beklentileri azaltmak, bence tozu halının altına süpürerek mutlu olmaya benzer. Kendimizi kandırmayalım, bence böyle bir mutluluk, tam olarak mutluluk sayılmaz.
Ben kendi mutluluk anlayışımı sanırım burada özetledim. Ama toparlamak isterim.
Bence mutluluk, insanın kendi koyduğu hedeflere ulaştığında duyduğu bir olumluluk duygusudur. Mutluluk, oturduğun yerde elde edilemez. Bunun için çalışmak, çabalamak, gelişmek lazımdır. Ancak sadece bu da yetmez. Huzur için, evrendeki sistemin kendi kendine olmadığını dürüstçe itiraf etmek, ve bir yaratıcının varlığını inkardan uzaklaşmak gerekir.