Sayin Uyeler,
Bir Kardesimin ozetini cikarmis oldugu kitap asagida yayinlanmistir.
Saygilarimla
DAHA İYİ BİR DÜNYA ARAYIŞI
Karl R. Popper
Özet Niteliğinde Bir Önsöz
Tüm canlılar daha iyi bir dünya arayışındadırlar.
İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, hatta tek hücreliler, hepsi her zaman aktiftirler. Durumlarını iyileştirmek ya da en azından olası bir kötüleşmeden kaçınmak için çaba harcarlar.
En etkin problem çözenler, arayanlar ve bulanlar, yeni dünyaları ve yaşam biçimlerini keşfedenler, sanırım Darwin’in doğal seçme yöntemiyle bir bir ortaya çıkmıştır.
Bütün organizmalar, iç yaşam koşullarını ve kişiliklerini ayakta tutabilmek için çaba harcar -bu, biyologların “psikolojik denge” (Homöostase) diye adlandırdıkları bir aktivitedir.
Bizler de kendimizi, insanoğluna özgü dili bulmakla yaratmışız. Darwin’in de söylediği gibi insan dilinin kullanılması ve geliştirilmesi “aklı etkiler”. Her şeye, hatta birçok başarısızlığa karşın, bizler, Batılı demokrasilerin vatandaşları, tarihsel deneyimlerden gördüğümüz herhangi bir düzenden daha adil ve daha iyi bir toplum düzeni içerisinde yaşıyoruz. Daha fazla iyileştirmeler artık ivedilik kazanmıştır.
İyileştirdiğimiz iki şeye kısaca değinmek istiyorum.
Bunlardan en önemlisi, henüz çocukluğumda ve gençliğimde yaşadığım korkunç kitlesel sefaletlerin artık yok olmasıdır.
Diğeri ise, ceza hukukunda ele aldığımız reformlardır. Başlangıçta, cezaların hafifleştirilmesiyle herhalde suç eğilimlerinde de azalma olabileceğini umuyorduk. Fakat her şey sandığımızdan farklı gelişince, diğerleriyle bir arada sürdürdüğümüz yaşamda suçlara, rüşvete, cinayetlere, ispiyonculuğa, terörizme katlanmaya razı olduk; oysa ki zorla, bunların önüne geçip, suçsuzların kurban edilmesine engel olabilirdir. (Ne var ki bunlardan tümüyle kaçınmak oldukça zordur.)
Bazı eleştirmenler, toplumumuzun ahlaken bozuk olduğunu ileri sürerler, gerçi rüşvetçiliğin bazen cezalandırıldığını da itiraf ederler (Watergate). Belki de diğer alternatifi göremiyorlar.
Belki de bu kararla başka değerleri de benimsemiş olabiliriz; bilinçsizce, Sokrates’in o muhteşem felsefesini hayata da geçirmiş olabiliriz: “Haksızlığa uğramak, haksızlık etmekten daha iyidir.”
K.R.P.
Kenley, İlkbahar 1989
BİLGİ HAKKINDA
BİLGİ VE GERÇEĞİN BİÇİMLENMESİ: DAHA İYİ BİR DÜNYA ARAYIŞI
Bilgi
Bilgi, doğru arayıştır –yani nesnel açıdan doğru olan ve açıklama getirebilen kuramların arayışıdır.
Bilgi, kesinliğin arayışı değildir. Hatasız kul olmaz: İnsanoğlunun sahip olduğu (insansal) bilgi yanlış olabilir, bu nedenle de kesin olamaz. Bu da, doğru ile kesinlik arasında keskin bir ayrım yapmamız gerektiği anlamına gelir. Hatalarla ya da yanılgılarla mücadele etmek, nesnel doğruyu aramak ve yanlışları bulup onları elemek için elden gelen her şeyi yapmak demektir. O halde şunu söyleyebiliriz: Bilim insanı olarak amacımız, nesnel doğruya ulaşmaktır; daha doğruya, daha ilginç doğruya, daha iyi anlaşılır doğruya.
Demek ki bilimsel bilgi, her zaman varsayımsal bilgidir: Tahmini bilgidir. Bilimsel bilginin yöntemi de, eleştirel yöntemdir: Yanlışın aranması yöntemi ve doğru arayışıdır, yani doğruyu bulmak için hataların ayıklanması yöntemidir.
Şimdi birileri kuşkusuz bana, Kant’ın deyimiyle “bir zamanların ünlü sorusunu” yöneltecektir: “Nedir doğru (hakikat)?” Kant, (884 sayfalık) başyapıtında bu soruya, doğru, “bilginin nesnesiyle özdeşliğidir” şeklinde yanıt vermekle yetinir.
Görelilik, aydınların işlediği birçok suçtan sadece biridir; akla ve insanlığa ihanettir.
Bilime beslediğim o büyük hayranlığa karşın, ben bilimci değilimdir. Çünkü bilimci, bilimin otoritesine doğmatik açıdan inanır; oysa ben, hiçbir otoriteye inanmamakla birlikte, her seferinde doğmacılığa karşı mücadele etmişimdir ve hala da bunun mücadelesini özellikle de bilimde vermeye devam ediyorum.
Gerçek
Bir hücrenin üç şekli vardır; bunlardan biri, ölüm; diğeri parçalanma; üçüncüsü de füzyondur: Bir hücrenin, hemen hemen her seferinde parçalanmasını sağlayan, diğeriyle kaynaşması ya da birleşmesi özelliğidir. Ne parçalanma ne de birleşme ölüm anlamına gelir: Bu çoğalma, yaşayan tek bir hücrenin, tıpatıp aynı yaşayan iki hücreye dönüşmesidir: Her ikisi de, asıl hücrenin yaşayan devamıdır. Milyarlarca yüzyıl öncesinde asıl hücre yaşama başlamış ve trilyonlarca hücre biçiminde hayatta kalmayı sürdürmüştür. Halen de, günümüzde yaşayan tüm hücrelerin içinde yaşamaya devam etmektedir. Yaşamın tümü, bugüne kadar yaşamış ve bugün de yaşayan her şey, işte bu asıl hücrenin parçalanmasının sonucudur ve bu nedenle de hala hayattadır. Bu, bugüne kadar hiçbir biyoloğun yadsıyamadığı ve bundan böyle de yadsıyamayacağı bir gerçektir.
Eğer yaşam ve çevre arasında bir mücadele olduysa, kazanan yaşam olmuştur.
Yaşamın ve bilincin bence şimdiye kadar yaptığı en olağanüstü buluş da insansal dildir. Sanırım insan olmak budur.
İnsansal dil, yalnızca ifade (1) ve iletişim (2) değildir: Bu tür özelliklere hayvanlar da sahiptir. İnsansal dil, işaretler sistematiği de değildir; bu ve hatta ayinler, hayvanlarda da gözlenmektedir. Önceden kestirilemeyecek biçimde bilincin böylesi gelişmesine yol açan asıl evrim, betimsel önermelerin (3), Karl Bühler’in ifadesiyle, betimsel işlevlerin bulunmasıdır. Yani nesnel bir durumu betimleyen, gerçek olgularla örtüşebilen veya örtüşmeyen önermelerin, kısaca, doğru ya da yanlış olabilen önermelerin ortaya atılmasıdır. İşte insansal dile bambaşka bir boyut kazandıran en büyük yenilik budur.
Hayvansal dilden farklı yanı da zaten budur. Zaten konuşmamın “Bilgi” diye adlandırılan başlığının çıkış noktası da budur: İnsansal bilgi. Rasyonel eleştiri, gerçeğin eleştirel sorgulanması olmazsa, bilgi de olmaz. Hayvanlarda bu anlamda bir bilgi yoktur. Elbette onlar da her şeyi tanırlar- örneğin köpek, sahibini tanır. Fakat bizim bilgi diye kastettiğimiz en önemli şey, bilimsel bilgidir; bu da rasyonel eleştiriden kaynağını alır. İşte doğru ve yanlış önermelerin buluşuna götüren bu adım, en can alıcı adımdır.
En büyük tehlike, siyasi bir ütopyaya duyulan inançtır. Bunun nedeni (bence), daha iyi bir dünya arayışının, çevre incelemesi gibi, en eski ve en önemli yaşam içgüdülerinden biri olmasıdır. Haklı olarak, dünyamızın iyileştirilmesine katkı getirmemiz gerektiğine inanırız. Fakat planlarımızın ve eylemlerimizin sonuçlarını, önceden kestirebiliri düşüncesiyle kendimizi kandırmamalıyız. Özellikle de (uç durumlarda kendimiz dışında) başka insanları kurban olarak seçmemeliyiz. Kendilerini kurban etme konusunda başkalarını güdülemeye ya da onları ikna etmeye de hakkımız yoktur. – (bilgisizliğimizden dolayı haksız yere) bize tümüyle inandırıcı gelen bir kuram, bir düşünce olsa bile.
Sonuç olarak daha iyi bir dünya arayışı, başka insanların, bir düşünce uğruna yaşamlarını istemeyerek feda etmeyeceği bir dünya arayışı olmalıdır.
Günümüzde halen yaygın olan yarı-sert eleştirinin, aklın gelişmesinde geçici aşamalar kaydedebileceği kanısındayım.
Sosyal çevremizi, şiddetten uzak ve barışçıl bir biçimde yapılandırma arzusu, bir düş değildir. Bu, insanlık için ihtimal dahilinde olan ve biyolojik bakış açısından bakıldığında, kuşkusuz gerekli bir hedeftir.
BİLGİ VE BİLGİSİZLİK HAKKINDA
Platon’un Apologia’sı, Sokrates’in savunmasına ve kısa da olsa yargılanmasına yer verir. Ben, savunmasını özgün buluyorum. Sokrates savunmasında, “Sokrates’ten daha bilge bir kişi var mıdır?” biçimindeki cüretkar bir soruya Delphoi kahininin verdiği, “hiç kimse ondan daha bilge değildir” yanıtını duyduğunda, ne kadar hayrete ve şaşkına düştüğünü anlatır. Sokrates, “bunu duyduğumda, kendime şu soruyu sordum: Tanrı böyle diyerek acaba ne demek istemiş olabilir? Çünkü bilge olmadığımı biliyorum, ne daha fazla ne de daha az” biçiminde ifade eder. Sokrates, bu kehanetine hiçbir anlam veremediğinden, tanrının yalanını çıkarmaya çalışır.
Sokrates gibi Platon da, devlet adamının bilge olması gerektiği koşulunu ileri sürer. Fakat bu koşul her ikisinde tamamen başka bir anlam taşır. Sokrates’e göre devlet adamının, aşikar bilgisizliğinin bilincinde olması gerekir; yani Sokrates, entelektüel alçak gönüllülüğünü savunur. “Kendini tanı!” sloganı ona göre, “Ne kadar az bildiğinin bilincine var!” anlamına gelir.
Buna karşın Platon, devlet adamının bilge olmasını- bilgeler hakimiyeti- sofizm için şart koşar. Ona göre, yalnızca iyi öğrenimli bir diyalektikçi, aydın bir filozof, devleti yönetebilir. İşte, filozofların kral, kralların da iyi öğrenim görmüş filozof olması gerekir, biçimindeki ünlü Plantoncu eğilimin altında yatan budur. Burada, herhalde krallardan çok filozoflar kazançlı çıkmıştır.
Sokrates, “doğru hiçbir şeyi”, ya da bire bir çevirecek olursak, “güzel ve iyi hiçbir şeyi” (Apologia 21 D) bilmediğimizi ifade ederken, acaba ne düşünmüş olabilir? Sokrates’in aklında başka etik vardı. Etik bilgiyi, olanaksız diye ifade etmekten hep kaçınmıştı; tersine etik bilgiyi hep temellendirmeye çalıştı. Bunu yaparken, başvurduğu yöntem de eleştiriydi: Kendisine ve diğerlerine kesin gibi görünen şeyleri hep eleştirdi. Kendisini hatta yapabilirliğe, kendisinin ve diğerlerinin, etik konusunda hiçbir bilgiye sahip olmadığı bilincine sürükleyen, işte bu eleştirel yöntemdi. Ama her şeye karşın, etik alanında yeni bir çığır açan yine Sokrates oldu. “Haksızlığa uğramak, haksızlık yapmaktan daha iyidir” diye bilinen bu önemli yaşam felsefesi, Sokrates ve çağdaşı Demokritos’un bir sloganıdır.
“Saf doğabilimler nasıl olanaklı olabilir?” sorusuna Kant’ın verdiği yanıt şöyleydi:
“Akıl, yasaları (Doğa yasalarını) doğada bulmaz, tam tersine doğaya dikte eder.”
Başka bir deyişle; Newton yasaları, doğadan çıkartılmış değildir; onlar Newton’un eseridir, aklının ürünüdür, kendi buluşudur: İnsan aklı, doğa yasalarını bulur.
Kant’ın bu özgün bilgikuramsal yaklaşımı, kendisi tarafından, bilgi kuramında Kopernikçi dönüm noktası olarak tanımlanır. Newton’ın bilimi, Kant’a göre klasik anlamda bilgiydi: doğru, güvenilir ve yeterince temellendirilmiş bilgi.
Doğru, güvenilir ve yeterince temellendirilmiş bilgi olarak görülen klasik anlamdaki bilim düşüncesi, günümüzde de halen geçerliliğini korumaktadır. Ancak altmış yıl önce, Einstein’ın devrimiyle yenilenmiştir: Einstein’ın kuramı, doğru ya da yanlış olsun, bu kuram, klasik anlamdaki bilginin, güvenilir bilginin, kesinliğin olanaksız olduğunu göstermiştir. Demek ki Kant haklıydı: Kuramlarımız, özgür aklın eserleridir; biz de bunları doğaya dikte ettiririz. Fakat doğruya erişmek, neredeyse olanaksızdır ve ulaşıp ulaşmadığımız konusunda hiçbir zaman emin olamayız. Sadece tahmini bilgiyle yetinmek zorundayız.
Newton ve Einstein’ın kuramları, mantıksal açıdan birbirlerine tamamen zıt kuramlardır: Bazı yargıları eleştirmek olanaksızdır; yani her iki kuramın doğru olması mümkün değildir.
Bilim, doğru arayışıdır; ve kuramlarımızdan bazıları gerçekten de doğru olma olasılığı elbette vardır. Ancak doğru olsalar da, bunu hiçbir zaman kesin olarak bilemeyiz.
Tüm büyük doğa bilimciler, entelektüel açıdan alçakgönüllü kişilerdi. Newton, “Dünyanın beni nasıl gördüğünü bilmiyorum, Kendimi, deniz kenarında oynayan küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Uçsuz bucaksız doğrular denizi, bilinmez olarak önümde dururken, şurada ve burada daha düzgün çakıl taşlarını ya da daha güzel midye kabuklarını toplamakla yetiniyorum.” Dediğinde herkes adına konuşur; Einstein da, genel görelilik kuramını kısa ömürlü bir kuram olarak niteler.
Aynı biçimde, tüm büyük bilim adamları, bilimsel bir soruya bulunan her bir çözümün, yeni çözümsüz sorunlar doğuracağını da biliyordu. Dünya hakkında ne kadar çok şey öğrenirsek, çözümsüz sorunlara ilişkin bilgimiz, bilgisizliğimize ilişkin Sokratesçi bilgimiz, o denli bilinçli, ayrıntılı ve kesin olacaktır. Bilimsel araştırma, gerçekten de kendimizi ve bilgisizliğimizi aydınlatacak en iyi yöntemdir. Fakat bu sonsuz bilgisizlik alemi içerisinde hepimiz eşitizdir.
Goethe’nin şeytanın diline doladığı sözler ortadadır.
Bırakırsan artık, akıl ve bilimi,
İnsanoğlunun sahip olduğu en yüce gücü...
Mutlak benim olursun!
BİLGİNİN KAYNAKLARI HAKKINDA
İşte, Platon’un “Kim yönetecek?” sorusu yerine, kendimize daha iyi ve alçakgönüllü bir soru yönelttiğimizde, yani kan dökmeden ve düzene uygun yollarla, acımasız ya da benzeri kötü yönetimlerden kurtulmayı sağlayacak bir yönetim biçiminin nasıl olması gerektiğini sorguladığımızda, yanıtın, 2500 yıl önce “demokrasi” diye nitelenen yönetim biçimiyle Atina’da çoktan verilmiş olduğunu görürüz. Sözü edilen demokrasi sonsuza dek despotizmi ortadan kaldıracaktı.
Ne var ki “demokrasi” (“halk egemenliğinin” Yunanca karşılığı) akılları karıştıran bir nitelemedir. Çünkü yöneten halk değildir; zaten yönetmemelidir de, çünkü bir çoğunluk hakimiyeti, kolayca en kötü despotizme dönüşebilir. Fakat her şeye karşın “demokrasilerde” asıl amaç, pratik sorunların baskısı altında, adalet, insanlık ve özellikle de yasallık çerçevesi içerisinde, özgürlük düşüncelerini –tamamıyla olmasa da- büyük oranda hayata geçirecek anayasal düzenlemeleri geliştirmek olmuştur. En azından despotizm, anayasal düzenlemelerle her zaman başarıyla olmasa da engellenmeye çalışılmıştır.
Xenophanes, yaklaşık MÖ. 500’de, bilgi diye tanımladığımız şeyin, fikir yürütmekten ya da tahminden başka bir şey olmadığını –episteme değil doxa olduğunu- biliyordu:
Açmadılar başından tanrılar her şeyi ölümlülere,
Ama bizler zamanla buluruz arayarak daha iyiyi.
Ulaşamadı hiç kimse, tanrılar ve sözünü ettiğim
Tüm şeyler hakkındaki kesin doğruya, ulaşamaz da.
Açıklayabilse de biri, bu kusursuz doğruyu,
Asla bilmeyecektir: her şey sanılarla dokunmuştur.
“Yanılgıları bulma ve ortadan kaldırmayı nasıl gerçekleştirebiliriz?” biçimindeki soruma verebileceğimiz doğru yanıt, bence şu olabilir: “Kuramları ve bunlara ilişkin yürütülen tahminleri, -hatta kendimizi bu konuda eğitebilirsek- kendi kuramlarımızı ve spekülatif çözüm girişimlerini eleştirerek.”
Bu yanıt, “eleştirel akılcılık” diye tanımlayabileceğimiz bir yaklaşımı ortaya koyar. Bu, aslında Yunanlılar’a borçlu olduğumuz bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, Descartes’ın ve okulunun ortaya attığı “entelektüalizm” ya da “akılcılık” öğretisinden, hatta Kant’ın bilgi öğretisinden tamamen farklı bir öğretidir.
Bilginin en son kaynakları yoktur. Her kaynağa, her dürtüye kapımız açıktır; yeter ki kaynakların ve dürtülerin her biri, eleştirel sınamalarımızın da malzemesi olsun. Konumuz tarihsel sorular olmadığı sürece, yapmamız gereken, bilgilerimizin kaynağını araştırmaktan çok, ileri sürülen olguları bizzat sınamaktır.
Bilgi hiçbir şeyle-tabula rasa ile- başlayamayacağı gibi gözlemlerden de hareket edemez. Bilgimizde gelişme, modifikasyonla, daha önceki bilgilerde yapılan düzeltmelerle sağlanır. Tabii ki, gözlem ya da rastlantısal buluşlar, bizleri bazen bir adım daha öteye götürebilir; ama bunların önemli olup olmayışı, genelde, var olan kuramları düzeltmek için girişimde bulunup bulunmayışımıza bağlıdır.
Dünya hakkında ne kadar çok şey öğrenirsek, bilgimizi ne kadar derinleştirirsek, neyi bilmediğimiz konusundaki bilgimiz, yani bilgisizliğe ilişkin bilgimiz, daha bilinçli, daha açık ve daha sağlam olacaktır. Bilgisizliğimizin temel kaynağı, bilgimizin sınırlı, bilgisizliğimizin ise sınırsız olabileceği bilincidir.
Yıldızlar aleminin sonsuzluğunu izlediğimizde, bilgisizliğimizin ne kadar sonsuz olduğunu anlarız. Sadece kainatın büyüklüğü değildir bilgisizliğimizi açığa çıkaran, ama nedenlerden biridir.
Bence, her ne kadar araştırmalar sonucunda, ne kadar az bildiğimiz bilgisine ulaşsak da, dünya hakkında daha fazla bilgi edinmek her türlü zahmete değer.
Her ne kadar bilinmezlik içerisinde yol kat etmiş olsak da, bilgi alanımızın tümünde, eleştiriden daha üstün hiçbir otoritenin olmadığı bilincine varırsak, doğmacılık tehlikesine düşmeden, doğrunun ve doğruluk düşüncesinin, aslında insan yetkesinin ötesinde olduğu savına sımsıkı sarılabiliriz; hatta sarılmalıyız da. Çünkü bu olmazsa, bilimsel araştırmanın nesnel ölçütleri, çözüm girişimlerinde eleştiri, bilinmeyene dokunma ve bilgiye ulaşma da olmaz.
BİLİM VE ELEŞTİRİ
Bilimsel eleştiri, yani rasyonel eleştiri, kuramları olan bir doğru düşüncesinden hareket eder. Bilimsel kuramlarımızın haklılığını hiçbir zaman savunamayız, çünkü belki de ileride, yanlış olarak ortaya çıkabileceklerdir. Fakat onları eleştirel sınamalardan geçirebiliriz. İşte burada esas olan, haklılıklarını savunma değil, rasyonel eleştiridir. Hayal gücünü bağlamayan ama onu dizginleyen eleştiridir.
İşte sanat, söylen ya da bilim olsun, hepsinin yaratıcılığında hayal gücü ortak bir rol oynarken, bilimde asıl olan, doğruluk düşüncesinden hareket eden rasyonel eleştiridir. Yaklaşık 40 yıl önceki durum da henüz şöyleydi: Üç okul vardı. Birincisi, Bertrand Russell’ın öncüğünde, Viyana’da da Hans Hahn ve Rudolf Carnap’ın öncülük ettiği matematiğin mantığa dayandırılabilir olduğunu savlayan mantıkçılar okulu. İkincisi, kümeler kuramını mantıktan türeterek değil de, aynı Öklit geometrisi gibi, biçimsel bir belitler dizgesi olarak yerleştirmek isteyen belitçiler, daha sonraki adıyla biçimselciler; bu yaklaşımın temsilcileri olarak Zermelo, Fraenkel, Hilbert, Bernays, Ackermann, Gentzen ve Von Neumann’ı sayabiliriz. Üçüncü grup ise, önceleri Poincare ve Brouwer gibi isimlerin, sonraları da Hermann Weyl ve Heyting’in yer aldığı sezgicilerdi.
Bugünkü durum ise, her ne kadar sürekli değişiklikler kaydedilse de, şu biçimde özetlenebilir:
Russell’cı indirgeme savı, yani matematiğin mantığa dayandırılabilir olduğu iddiası, artık geçerliliğini yitirmiştir. Çünkü matematik tümüyle mantığa indirgenemez; tersine matematik mantığın daha da kolaylaştırılmasına, hatta mantığın eleştirel düzeltilmesine yaramıştır: eleştirel yaklaşımla mantıksal sezgilerimizin düzeltilmesine ve mantıksal sezgilerimizin tek başına yeterli olmadığı anlayışına götürmüştür. Bununla birlikte, eleştirel sezgilerimizin ne denli önemli ve gelişmeye elverişli olduğu da anlaşılmıştır. Yaratıcı düşüncelerin çoğu sezgiyle kazanılmıştır; bu biçimde kazanılmış olmayanlar da sezgisel düşüncelerin eleştirel çürütülmesinin sonucudur.
Şimdi, genel bir hatırlatmanın tam yeridir. Genelde, bilimsel buluşlar tarihinin, tamamıyla yeni cihazların teknolojik keşiflerine bağlı olduğu ileri sürülür. Oysa ben, bilim tarihinin “düşünceler” tarihi olduğu kanısındayım. Büyüteçler, Galilei bunları astronomik bir teleskop içerisine yerleştirmeden önce de vardı. Radyogram da, bilindiği gibi, Heinrich Hertz’e kadar uzanan Maxwell kuramının bir uygulamasıydı.
Evrenbilim, en azından Newton’dan beri fiziğin bir dalı olmuştur ve Kant, Mach, Einstein, Eddington ve diğerleri tarafından da fiziğin bir dalı olarak görülmeye devam etmiştir.
Bildiğim kadarıyla, genetik kodlamanın var olabileceği öngörüsü, ilk olarak Alpbach’la bütünleşen Erwin Schrödinger tarafından ileri sürülmüştü. Schrödinger şöyle yazmıştı: “Mikroskop altında aslında kromozom diye gördüğümüz, şifre biçiminde, bireyin tüm gelişim planını ve olgunluk dönemindeki işlev planını içeren kromozomlardır ya da onların eksenel bir iskeletidir.”
Schrödinger’in bu varsayımı, sonraki otuz yıl içerisinde inanılmaz bir biçimde gelişmiş ve sağlanmıştı; moleküler genetik şifre de artık çözülmüştü.
Watson ve Crick’in kuramı sayesinde bu bilimsel mucize, Schrödinger’in son yıllarında gerçekleşmiş, ölümünden kısa bir süre sonra da şifre tamamıyla çözülmüştü. Bir zamanlar Schrödinger’in tahmin yürüterek varsaydığı dilin alfabesi, sözcük dağarcığı, sözdizimi ve anlambilimi (yani anlam öğretisi) artık bugün herkesçe biliniyor.
Bayanlar Baylar; son olarak bir de şunu eklemek istiyorum: En eskiye ait inanılmaz sonuçlara bakarak, bilimin geleceği hakkında öngörülerde bulunamayız. Bilimsel araştırmaları zemin oluşturan yeni dev kuruluşların, bilim için ciddi bir tehlike oluşturduğunu düşünüyorum. O büyük bilim adamları, eleştirel yaklaşan müstesna insanlardı. Bu sözler, kuşkusuz Schrödinger ve Gödel için olduğu kadar, Watson ve Crick içinde geçerliydi.
Ne var ki bu bilimsel ruh, araştırmanın kurumsallaşmasıyla değişti. Tüm ümidim, böylesi müstesna insanların hep olmasıdır.
SOSYAL BİLİMLERDEKİ MANTIK
Sosyal bilimlerdeki mantık konulu konuşmamı, bilgi ve bilgisizlik hakkında iki sav ortaya atarak başlatmak istiyorum.
Birinci sav: Birçok şey biliyoruz –ve bu bildiklerimiz, yalnızca ikilemli entelektüel meraklarımızla ilgili ayrıntılar değil, aynı zamanda hem bizler için uygulamada fazlasıyla önem taşıyan, hem de bizlere kuramsal derinlikler ve inanılmaz bir dünya anlayışı kazandıracak şeylerdir.
İkinci sav: Bilgisizliğimizin sınırı yoktur ve peşinde olduğumuz hayalleri boşa çıkartabilir. Evet, her seferinde, özellikle de doğabilimler alanında, bilgisizliğimizi yeniden gözler önüne seren, (birinci savla ima ettiğim) doğabilimlerdeki o inanılmaz gelişmedir.
Üçüncü Sav: Bilgi kuramının en önemli görevini, hatta belki de belirleyici bir ölçütünü, her iki savı benimsemesi ve sürekli artan o inanılmaz bilgimizle, hiçbir şey bilmediğimiz konusunda gittikçe büyüyen anlayış arasındaki ilişkiyi aydınlatmak oluşturur.
Dördüncü sav: Eğer bilim ya da bilginin bir başlangıç noktası olduğunu varsayarsak şu geçerli olur: Bilginin çıkış yeri, algılar ya da gözlemler, veri birikimi veya olgular değil, problemlerdir. Sorunlar olmadan bilgi de olmaz –ama kuskusuz, bilgi olmadan sorun da olmaz.
Beşinci sav: Diğer bilimlerde olduğu gibi sosyal bilimlerde de, başarılar veya başarısızlıklar, ilginçlikler ya da yavanlıklar, verimlilikler veya verimsizlikler, doğrudan önemi ya da yararı doğrultusunda uğraşılan problemler, söz konusudur; ve yine bu problemler, doğal olarak, dürüstlük, tutarlılık ve yalınlık çerçevesinde incelenir.
Demek ki bilgimizin çıkış noktası her zaman problemdir; gözlemler ise, ancak sorunları açıkça ortaya çıkardığında, hareket noktası olarak değerlendirilebilir; yani bizleri şaşırttığında; bilgimizdeki, beklentilerimizdeki ya da kuramlarımızdaki tersliği gözler önüne serdiğinde.
Nihayet altı diye tanımlayabileceğim asıl savıma geldim.
Altıncı sav (Asıl sav):
a) İster sosyal bilimler olsun, isterse doğa bilimler, uygulanan yöntem şudur: Problemlerinin –hareket noktası olarak belirlenen problemlerin-çözümü için girişimlerde bulunmak.
b) Getirilen çözüm nesnel eleştiriye açıksa, çürütülmeye çalışılır: Çünkü bilimsel eleştiri dediğimiz, kuramı çürütme girişimidir.
Yedinci sav: Bilgi ve bilgisizlik arasındaki ikilem, sorunlara ve çözüm girişimlerine götürür. Fakat bu ikilem hiçbir zaman ortadan kaldırılamaz.
Sekizinci sav: Daha İkinci Dünya Savaşı’ndan önce sosyoloji, genel kuramsal sosyal bilimler –bunu biri bakıma kuramsal fizikle karşılaştırabiliriz-, sosyal antropoloji de, belirli, daha doğrusu, ilkel toplumlara uyarlanmış sosyoloji olarak algılanırken, bu anlayış, günümüzde tümüyle tersine dönmüştür. Sözün kısası, sosyoloji ve antropoloji, birbirlerinin yerine geçmiştir. Sosyal antropoloji, uygulamalı özel bir bilimden temel bilimlere; antropolog da, alçak gönüllü ve pek de uzağı göremeyen fieldworker’lıktan, ileriyi gören ve derin düşünen sosyal kuramcılığa ve sosyal-derinliklere inen psikologluğa terfi etmiştir.
Dokuzuncu sav: Bilimsel bir alan, yalnızca sınırlandırılmış ve yapılandırılmış sorunlar ve öneriler yığınıdır. Fakat gerçekten var olan, sorunlar ve bilimsel geleneklerdir.
Onuncu sav: Antropolojinin zaferi, sözde gözlem yapan, sözde betimleyen ve sözde tümevarımla genelleştirmeler yapan yöntembilimin, diğerlerine göre daha nesnel olduğu sanılan ve bu nedenle de doğabilimsel olduğu düşünülen bir yöntemin zaferidir: adeta bir Pyrrhos zaferidir; ve böyle bir zaferi bir daha yaşayacak olursak, vay halimize –artık antropoloji ve sosyolojiyi unutabiliriz.
İtiraf etmeliyim ki, ileri sürdüğüm bu onuncu sav biraz fazla sert ifade edilmiştir. Ama şunu da eklemeden edemeyeceğim Sosyal antropoloji, aslında çok ilginç ve önemli şeyler ortaya çıkarmış ve sosyal bilimlerin en başarılı alanı haline gelmiştir.
On birinci sav: Bilimdeki nesnelliğin, bilim adamının nesnelliğine bağlı olduğu düşüncesi tamamen yanlıştır. Doğabilimcinin sosyalbilimciden daha nesnel olduğu kanısı da, yine büyük bir yanılgıdır. Doğabilimci de diğer tüm insanlar gibi taraflıdır; hele kendi düşünceleri karşısında –eğer sürekli yeni düşünce üreten o azınlıktan değilse-, ne yazık ki fazlasıyla olumlu bir taraflılık sergiler.
On ikinci sav: Bilimsel nesnelliğin altında yatan tek şey, eleştirme geleneğidir; yani tüm karşı olumlara karşın var olan bir doğmayı eleştirebilme geleneğidir. Başka bir deyişle, bilimdeki nesnellik, farklı farklı bilim adamlarının bireysel meseleleri değil, karşılıklı eleştiriye, aralarında yaptıkları dost-düşman işbölümüne, birlikte ve ayrı çalışmaya dayalı sosyal bir meseledir. Böyle olduğundan da bu ortak çalışma, büyük oranda, eleştiriyi biçimlendirecek toplumsal ve siyasi ilişkilere bağlıdır.
On üçüncü sav: Nesnelliği, farklı bilim adamlarının davranışında gören ve nesnel olmamayı bilimcilerin sosyal konumlarına göre açıklayan bilgi sosyolojisi, bu önemli noktayı yani nesnelliğin yalnız ve yalnız eleştiriyle sağlanabildiği konusunu –tamamen gözden kaçırmıştır.
On dördüncü sav: Eleştirel tartışmalarda şu sorular karşımıza çıkar: (1) İddianın doğru olup olmayacağı sorusu; önemli olup olmayacağı sorusu, ele aldığımız problemler karşısında, iddianın konuya yarar sağlayıp sağlamayacağı ve anlamlı olup olmayacağı sorusu. (2) Örneğin sosyal refah sorunu veya milli savunma ya da milli saldırı politikası ya da endüstriyel gelişme veya kişisel çıkar gibi, tümüyle farklı bilimdışı problemler karşısında iddianın, önemli, yararlı ve anlamlı olup almayacağı sorusu.
Başka bir deyişle ifade edecek olursak, salt bilimsel olan değerler ve değersizlikler vardır, bir de bilimdışı olan değerler ve değersizlikler vardır. Bilimsel çalışmayı, bilimdışı uygulamalardan ve değerlendirmelerden uzak tutmak olanaksız olsa da, bilimsel eleştirilerde ve tartışmalarda yapılması gereken işlerden biri, biriken değerlere engel olmak ve özellikle de bilimdışı değerlendirmeleri, doğruluk sorgulamasının dışında tutmaktır. Bilim adamının taraflılığını, insanlığını elinden almadan yok edemeyiz. Onu, insan ve bilim adamı olarak bozmadan, ne değerlendirmelerine yasak koyabilir ne de tahrip edebiliriz. Nesnel ve özgür değerlere sahip bilim adamı, aradığımız ideal bilimci değildir. Tutku olmadan hiçbir şey olmaz, hele saf bilimde hiç olmaz. Bu nedenle , “doğruluk aşkı”, öylesine bir benzetme değildir. O halde, farklı değerleri ortaya koyma, bunlar arasında da, doğruluk, önemlilik, yalınlık vb. niteliklere göre, salt bilimsel olanlarla bilimdışı olanlar arasında kesin bir ayrım yapma işi, yine bilimsel eleştirinin görevidir.
On beşinci sav: Salt tümdengelimsel mantığın en önemli işlevi, eleştiri Organon’unu sağlamaktır.
On altıncı sav: Tümdengelimsel mantık, mantıksal çıkarımların ya da mantıksal neden-sonuç ilişkisinin geçerliliği kuramıdır. Mantıksal bir neden-sonuç ilişkisinin geçerliliği için gerekli ve önemli koşul şudur: Geçerli bir çıkarımın öncülleri eğer doğruysa, vargısı da doğru olmak zorundadır.
On yedinci sav: Eğer öncüller doğru, çıkarım da geçerli ise, vargının da doğru olması gerekir. Bu nedenle, geçerli bir çıkarımda vargı yanlış ise, tüm öncüllerin doğru olması mümkün değildir.
On sekizinci sav: Böylece tümdengelimsel mantık rasyonel eleştiri kuramına dönüşür. Çünkü rasyonel olarak ele alınan tüm eleştiriler, eleştirilecek önermede tutarsızlıkların arayışı biçiminde gelişir. Herhangi bir önermeden, mantıksal yollarla türetilen tutarsız çıkarımlar, o önermeyi çürütür.
On dokuzuncu sav: Bilimde kuramlarla çalışırız, yani tüm dengelimsel sistemlerle. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, bir kuram ya da tümdengelimsel sistem, açıklama girişimidir ve bu nedenle, bilimsel bir problemi çözme girişimidir. İkincisi, kuram, yani tümdengelimsel sistem, çıkarımlarıyla rasyoneli açıdan eleştirilebilir bir önermedir; yani rasyonel eleştiriden geçen bir çözüm önerisidir.
Yirminci sav: Doğruluk kavramı, burada ortaya koyduğum eleştiricilik için vazgeçilmez bir kavramdır. Eleştirdiğimiz şey, doğruluk iddiasıdır.
Bir önerme, gerçeklerle örtüştüğü ya da uyuştuğu sürece ya da olaylar, önermenin betimlediği biçimde geliştiği sürece, “doğrudur”. İşte sözünü ettiğimiz ve herkesin kullandığı mutlak ya da nesnel doğruluk kavramı budur. Zaten modern mantığın en önemli sonuçlarından biri de, bu mutlak doğruluk kavramını büyük bir başarıyla ıslah etmiş olmasıdır.
Yirmi birinci sav: Sırf gözlem yapan bilim yoktur; yalnızca az ya da çok bilinçli ve eleştirel kuramlar getiren bilimler vardır. Bu, sosyal bilimler için de geçerlidir.
Yirmi ikinci sav: Psikoloji sosyal bilimdir, çünkü düşüncelerimiz ve davranışlarımız büyük oranda sosyal ilişkilerin etkisindedir. Kuşkusuz a) taklit, b) dil, c) aile gibi kategoriler, sosyal kategorilerdir; ve bu sosyal kategorilerden biri olmadan, öğrenme ve düşünme psikolojisinden ve hatta sözgelimi psikanalizden söz edemeyeceğimiz açıktır. Bu da, psikolojinin toplumsal kavramları gerektirdiğinin göstergesidir. Buradan şu sonuç çıkar: Toplumu olduğu gibi psikolojik açıdan açıklamak ya da psikolojiye dayandırmak olanaksızdır. Bu nedenle de psikoloji, sosyal bilimlerin temel bilimi olarak görülemez.
Yirmi üçüncü sav: Sosyoloji, psikolojiden geniş ölçüde bağımsız olabilmesi ve de olmak zorunda olması nedeniyle özerktir. Bu psikolojinin bağımlı olması dışında, sosyolojinin insan davranışının istenmeyen ve beklenmeyen sonuçlarını hep açıklamak zorunda olduğu gerçeğinden de kaynaklanmaktadır.
Yirmi dördüncü sav: Sosyoloji, “anlaşılır sosyoloji” olarak nitelenen diğer anlamıyla da özerktir.
Yirmi beşinci sav: Ulusal ekonomi yöntemlerinin mantıksal boyutu incelenmesi, toplum bilimlerinin tümüne uygulanabilir bir sonuç ortaya çıkarır. Bu sonuç bize sosyal bilimlerde, nesnel-anlaşılır bir yöntem ya da durum mantığı diye tanımlanabilen, salt nesnel bir yöntemin olduğunu gösterir.
Yirmi altıncı sav: Durum mantığına ilişkin burada getirdiğim açıklamalar, rasyonel, kurumsal yeni yapılandırmalardır. Bunlar, basit ötesi ve şema ötesidir ve bu nedenle de genelde yanlıştır.
Yirmi yedinci sav: Durum mantığı, genelde davranışlarımızın yer aldığı fiziksel bir dünyayı göz önünde bulundurur. Bu dünya içerisinde, örneğin bizlere sunulan ve bir şeyler öğrenmemizi sağlayan fiziksel çareler ve yine bir şeyler (fakat daha az) öğrenmemizi sağlayan fiziksel tepkiler yer alır.
Son olarak bir açıklama daha yapmak istiyorum. Bana göre bilgi kuramı, yalnızca tek tek bilimler için değil, felsefe için de büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, hepimizi bugün meşgul eden, dini ve felsefi sıkıntılar, büyük oranda bilgi-felsefesinin verdiği sıkıntıdır. Nietzsche bunu, Avrupa nihilizmi olarak, Benda ise, aydınların ihaneti olarak nitelemişti. Ben bunu, hiçbir şey bölmediğimiz biçimindeki Sokratesçi buluşun, yani kuramlarımızı hiçbir zaman rasyonel açıdan savunamayacağımız yaklaşımının bir sonucu olarak betimlemek istiyorum.
Fakat birçok olumsuzluk arasında varoluşçuluğu da ortaya çıkaran bu önemli buluş, yalnızca yarım bir buluştur; nihilizmin üstesinden de gelinebilir. Çünkü, belki kuramlarımızı rasyonel açıdan savunamayabilir, hatta olasılı olarak da niteleyemeyebiliriz, ama rasyonel açıdan eleştirmek ve daha iyilerini kötülerden ayırt etmek her zaman mümkün olacaktır.
Ve bunu, Sokrates’ten de önce, yaşlı Xenophanes şu dizeleri yazarken biliyordu.
Açmadılar başından tanrılar her şeyi ölümlülere;
Ama bizler zamanla buluruz arayarak daha iyiyi.
BÜYÜK SÖZLERE KARŞI SÖZLER
(Yayımlanması bir zamanlar düşünülmemiş bir mektup)
Sosyalist gençliğimde edindiğim birçok düşünce ve ideali, daha sonraki yaşlarıma da taşıdım. Özellikle de şunları:
Her aydının özel bir sorumluluğu vardır; öğrenim görme ayrıcalığına ve olanağına sahiptir. Bunun karşılığında çevresine (ya da “toplumuna”) öğrendiklerini, en basit, en açık ve en alçakgönüllü biçimde açıklamakla yükümlüdür. En kötüsü, aydınların peygamberler gibi ortaya çıkıp, insanları kehanetleriyle kandırmalarıdır –tanrıya karşı işlenen büyük bir günahtır. O halde, basit ve açık biçimde kendini ifade edemeyen susmalı, kendini açık biçimde ifade edebilene kadar çalışmaya devam etmelidir.
Felsefi çalışmalarımın tümü, felsefi olmayan sorunlarla ilişkilidir. Bu konuda 1952’de yazmıştım. (bkz. Conjectures and Refutations, s.72)
“Gerçek felsefi sorunların kökü her zaman, felsefeye ait olmayan alanlardaki önemli sorunlara dayanır. Kök yok olduğunda, onlar da çürüyüp gider.” Problemlerin kök saldığı alanlara örnek olarak da, siyaset, sosyal toplu yaşam, din, evrenbilim, matematik, doğabilimler ve tarihten söz etmiştim.
Felsefecileri eleştirme konusuna pek fazla girmek istemem. Bir keresinde dostum Karl Menger, “onları eleştirmek, adeta, onlara karşı çektiğimiz kılıçla, kendi kendilerine zaten batacakları bataklığa, arkalarından atlamak demektir”, biçiminde bir ifade kullanmıştı.
Adorno ve Habermas’ın Positivismusstreit’ta dayandıkları temel sav, sosyolojide, gerçek bilginin ve değerlerin birbirinden çözülemeyecek kadar içi içe olduğu (Mannheim’ın) iddiasıdır.
Ben, sözcükler üzerinde tartışmam. Fakat Habermas’ın bu bilimsel tartışmaya getirdiği, “olguculuk” ve “yeni-olguculuk” ifadelerinin neredeyse gülünç bir geçmişi vardır.
(a) Olguculuk, Bu ifade Comte tarafından getirilmişti. O zamanlar taşıdığı bilgikuramsal anlam şuydu: Pozitif, yani varsayımsal olmayan bilgi vardır. Çıkış noktasını ve dayanakları oluşturan, bu pozitif bilgidir.
(b) Ahlaki ve hukuksal olguculuk. Hegel’in eleştirmenleri (örneğin ben de Open Society’de), Hegel’in “Akılcı olan, gerçektir” biçiminde ileri sürdüğü savın, olgucu bir eğilim gösterdiğini öne sürmüşlerdir: ahlaki ve hukuksal değerler (sözgelimi adalet), pozitif olgularla (mevcut töreler ve hukukla) açıklanır. (İşte, Habermas’ın hala içinde dolaşan ruh, bu Hegelci değerler ve olgular birikintisidir: Normatif ve fiili olanı ayırt etmesini engelleyen, bu olguculuğun kalıntılarıdır.)