Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Sümerler'de Gelişim  (Okunma sayısı 5395 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mayıs 13, 2015, 11:52:42 ös
  • Ziyaretçi

Mezopotamya'da yaşamış olan Akkad İmparatorluğu ile ilgili kazı çalışmalarında elde edilen metinlerdeki en büyük bulgu, Asurbanipal tarafından Ninova'da biraraya getirilen bir kütüphanenin kalıntılarıydı; Sir Austen Henry Layard ve meslektaşları sit alanından 25.000 tablet çıkardı, bunların birçoğu kadim kâtipler tarafından "eski metinlerin" kopyalan olarak tarif edilmişlerdi. Yirmi üç tabletten oluşan bir grup şu cümleyle bitiyordu: "23. tablet: Şumer dili değişmemiştir." Bir başka metin ise Asurbanipal'in ağzından aktarılan şu muammalı ifadeyi taşıyordu:

Kâtiplerin tanrısı, bana sanatının bilgisini lütfedip hediye etti.
Yazının gizlerine inisiye edildim.
Şumerce yazılmış olan çetrefilli tabletleri bile okuyabilirim,
Tufandan önceki günlerin taş yontularındaki muammalı sözleri anlıyorum.

Asurbanipal'in "Şumerce" çetrefilli tabletleri okuyabildiği ve "Tufandan önceki günler"den kalan tabletlerde yazılanları anlayabildiği iddiası, gizeme gizem katmıştı sadece. Ama 1869 yılının Ocağında Jules Oppert, Fransız Numismatik ve Arkeoloji Derneğine, Akkad öncesi bir dil ve halkın varlığını tanıma önerisinde bulundu. Mezopotamya'nın ilk hükümdarlarının, yasallıklarını ilân etmek için "Sümer ve Akkad'ın Kralı" unvanını aldıklarına işaret ederek, bu halkın "Sümerliler" ve ülkelerinin de "Sümer" diye anılmasını önerdi.

Adın yanlış telâffuzu dışında (zira Şumer olmalıydı, Sümer değil) Oppert haklıydı. Sümer gizemli, uzak bir diyar değildi, güney Mezopotamya'nın ilk adıydı, tıpkı Tekvin Kitabının açıkça belirttiği gibi: Babil ve Akkad ve Erek, hepsi de "Şinar diyarındaydı"lar. (Şinar, Sümer'in İncil'deki adıydı.)

Bilginler bu çıkarımları kabul eder etmez, âdeta baraj kapakları açılıverdi. Akkad metinlerinde geçen "eski metinler" sözü anlamlı hâle geldi ve bilginler kısa süre içinde şunu fark ettiler: Uzun sütunlar hâlindeki kelimelerden oluşan tabletler aslında Akkad-Sümer dilleri için sözlüklerdi, ilk yazılı dil olan Sümerceyi çalışabilmeleri için Asur ve Babil'de hazırlanmıştı bu sözlükler .

Bu çok zaman öncesinin sözlükleri olmasaydı, Sümerceyi okuyabilmekten çok uzak olurduk hâlâ. Onların yardımı ile engin bir edebî ve kültürel hazine açılıverdi. Ayrıca, esasen piktografık ve dikey sütunlar hâlinde taşa kazman türde olan Sümer yazısının daha sonra yatay hâle geçtiği ve daha sonraları Akkadlar, Babilliler, Asurlular ve kadim Yakın Doğu'daki diğer uluslar tarafından benimsenen çivi yazısı hâline gelecek biçimde yumuşak kil tabletler üzerine yazılabilecek şekilde stilize edilmiş olduğu netleşti.


Sümer dilinin ve yazısının deşifresi, Sümerlilerin ve kültürlerinin Akkad- Babil-Asur gelişmişliğinin pınar başı olduğunun idrakiyle birlikte, güney Mezopotamya'daki arkeolojik araştırmalar hızlandı. Artık tüm kanıtlar, başlangıcın orada olduğunu göstermekteydi.

Bir Sümer sit alanındaki ilk önemli kazı çalışması, 1877'de Fransız arkeologlar tarafından başlatıldı ve bu tek kazı alanından çıkanlar o kadar çoktu ki, diğer ekipler tarafından devam ettirilen kazılar 1933'e kadar sürdü ama yine de tamamlanamadı.

Yerliler tarafından Tello ("höyük") olarak adlandırılan sit alanının erken bir Sümer şehri, Akkadlı Sargon'un fethettiği için pek övündüğü Lagaş şehri olduğu ortaya çıktı. Bu, gerçekten de hükümdarlarının Sargon'un benimsediği unvanı taşıdığı şehirdi ama tek farkla, bu unvan Sümer dilindeydi: EN.Sİ ("adil hükümdar"). Hanedanları M.Ö. 2900'lerde başlamış ve yaklaşık olarak 650 yıl sürmüştü. Bu süre zarfında, kırk üç ensi, hiç aralıksız Lagaş'ta hüküm sürmüştü: Adları, soy kütükleri ve hükmetme süreleri dikkatlice kaydedilmişti.

Yazılar çokça bilgi sağlamıştı. Tanrılara "hasat için tahıl fidelerinin büyümesine sebep olmaları... sulanan bitkilerin tahıl vermelerine sebep olmaları" için yakarışlar, tarım ve sulamanın mevcudiyetine işaret etmekteydi. "Ambarların gözeticisi" olan bir tanrıçanın onuruna yapılmış bir kadeh, tahılların depolandığını, ölçüldüğünü ve ticaretinin yapıldığını belirtmekteydi.


Eannatum adında bir ensi, bir kil tablete Sümer hükümdarlarının tahta ancak tanrıların onayı ile geçebileceğini netleştiren bir yazı bırakmıştı. Ayrıca bir başka şehrin ele geçirilmesinden de söz ediyordu; bu da M.Ö. üç binlerin başında Sümer'de diğer şehir devletlerin mevcudiyetini bize açıklamaktadır.

Eannatum'un ardından gelen Entemena; bir tapınak inşa edip onu altın ve gümüş ile süslemekten, bahçeler dikip, tuğla ile kaplı duvarları genişletmekten söz eder. Gözetleme kuleleri ve gemilerin yanaşması için tesisleri olan bir kale diktiğini anlatır gururla.

Lagaş'ın daha iyi tanınan hükümdarlarından biri de Gudea'dır. Çok sayıda heykelciğini yaptırmıştır, hepsi de onu tanrılarına dua ederken göstermektedir. Bu, göstermelik değildir; Gudea gerçekten de kendisini başlıca ilâhı olan Ningirsu'ya tapmaya ve tapınakların defalarca inşasına adamıştır.

Birçok yazıtından anlaşıldığı üzere, özel inşaat malzemeleri ararken Afrika ve Anadolu'dan altın, Toros dağlarından gümüş, Lübnan'dan sedir ağaçları, Ağrı'dan diğer nadir keresteler, Zagros dağlarından bakır, Mısır'dan yeşiltaş, Etiyopya'dan kırmızı akik ve bilginler tarafından henüz tanımlanamayan ülkelerden diğer malzemeler elde etmiştir.

Musa, çölde Rab Tanrı için bir "Mesken" yaptığında, bunu Rab tarafından sağlanan çok detaylı talimatlara göre yapmıştı. Kral Süleyman Kudüs'teki ilk Tapınağı, Rab ona "bilgelik verdikten" sonra kurmuştu. Peygamber Hezekiel'e "tanrısal bir vizyonda", "görünüşü tunç görünüşü gibi ve elinde keten bir ip ve bir ölçü kamışı olan bir adam" tarafından ikinci tapınak için çok detaylı plânlar gösterildi. Ur'un yöneticisi Ur-Nammu ise bin yıl kadar önce tanrısının ona kendisi için bir tapınak inşa etme emrini ve eline bir ölçü kamışı ve ip yumağı tutuşturarak ilgili talimatları nasıl verdiğini anlatmıştı.


Musa'dan 1200 yıl kadar önce Gudea da aynı iddiada bulunmuştu. Çok uzun bir yazıta kaydettiği talimatlar, bir vizyon sırasında ona verilmişti. "Gökler gibi parıldayan bir adam", yanı başında "ilâhî bir kuş" durmaktaydı, "bana tapınağını inşa etme emrini verdi." Bu "adam", "başındaki taca göre bir tanrı olduğu aşikârdı", daha sonra tanrı Ningirsu olarak tanımlanmıştır. Beraberinde "göklerdeki en sevdiği yıldızın tabletini tutan" bir tanrıça vardı, diğer elinde ise "kutsal bir asa" tutmaktaydı, bununla Gudea'ya "en sevdiği gezegeni" işaret ediyordu. Yine bir tanrı olan üçüncü bir adam ise elinde değerli taştan bir tablet tutuyordu; "içinde bir tapınağın plânı vardı". Gudea'nın heykellerinden biri onu oturmuş, tablet dizlerinin üstünde, ilâhî çizim açıkça görülebilecek şekilde göstermektedir.


Zeki olmasına zekidir Gudea ama bu mimarî talimatlardan dolayı şaşkındır ve ilâhî mesajları yorumlayabilecek bir tanrıçanın yardımına başvurur. Tanrıça ona talimatların anlamını, kullanılacak tuğlaların boyutunu ve biçimini izah eder. Daha sonra Gudea, tanrının tapınağının kurulmasını istediği, şehrin dışındaki yeri saptaması için bir erkek "falcı, karar alıcı" ve bir kadın "gizler arayıcısı"nı görevlendirir. Daha sonra inşaat için 216.000 kişiyi işe koşar.

Gudea'nın şaşkınlığı kolayca anlaşılabilmektedir zira basit görünüşlü zemin plânı, ona yedi kat yükselen karmaşık bir zigurat inşa etmek için gereken bilgiyi vermektedir. 1900'de Der Alte Orient'te (Eski Doğu) yazan A. Billerbeck, ilâhî mimarî talimatların en azından bir kısmını deşifre edebilmiştir. Bu kadim çizime, kısmen hasarlı heykelcikle bile, üst kısmında aralarındaki mesafe arttıkça sayısı azalan dikey çizgiler eşlik etmektedir. Öyle görünmektedir ki, ilâhî mimarlar, yedi değişken ölçekte tek bir zemin plânı ile yedi katlı bir tapınak için tam talimatları verebilmişlerdi.


Denir ki, savaşlar insanı bilimsel ve maddi sıçrayışlara sevk etmektedir. Görünen o ki, kadim Sümer'de halkı ve yöneticilerini daha büyük teknolojik başarılara sevk eden şey tapınak inşasıydı. Hazırlanmış mimarî plânlara göre büyük inşa işlerini yürütme, büyük bir iş gücünü örgütleme ve doyurma, toprağı düzleştirme ve tepeler oluşturma, tuğlaları kalıplama ve taşları nakletme, uzaklardan nadir metalleri ve diğer malzemeleri getirme, metalleri eritme ve araç gereç ve süslemeler olarak biçimlendirme becerisi; tüm bunlar M.Ö. üçüncü bin yılda çoktan gelişmiş olan yüksek bir uygarlık demektir.

En erken Sümer tapınakları bile usta işiydi ama insanoğlunun bildiği ilk büyük uygarlığın maddî gelişiminin zenginliği ve ölçeği açısından temsil ettikleri şey buzdağının ancak ucuydu.

Bir yüksek uygarlığın ortaya çıkabilmesi için şart olan yazının icadı ve gelişimine ek olarak, Sümerliler matbaayı da icat etmişlerdi. Johann Gutenberg'in hareketli tipini kullanarak matbaayı "icat etmesinden" binlerce yıl önce Sümerli kâtipler çeşitli piktografik işaretlerin hazır "tipo"larını yapmışlar ve bunları şimdi bizim ıstampayı kullandığımız gibi, ıslak kil üstüne istenen işaret sıralamasını bastırmak için kullanmışlardı.

Ayrıca rotatif baskı makinelerimizin ilk tipini de icat etmişlerdi: silindir mühürler. Son derece sert taştan yapılan küçük bir silindire istenen mesaj veya desen tersten kazınmaktaydı; mühür ıslak kil üzerinde ne zaman yuvarlansa, izi kil üzerinde "pozitif' olarak çıkıyordu. Mühürler ayrıca belgelerin otantikliği konusunda teminat da sağlıyordu; belgedeki eski izle karşılaştırmak için hemen yeni bir iz yapılabilmekteydi.


Birçok Sümer ve Mezopotamya yazılı kayıtları sadece ilâhî veya ruhsal meselelerle değil, tahılları kaydetmek, tarlaları ölçmek, fiyatları hesaplamak gibi gündelik görevlerle de ilgilidirler. Gerçekten de, paralel gelişmişlikte bir matematik sistem olmaksızın yüksek bir uygarlığın varlığı düşünülemez.

Altmışlık denilen Sümer sistemi, dünyasal bir 10 ile "göksel" bir 6'yı, temel rakam 60'ı elde etmek üzere birleştirmiştir. Bu sistem bazı bakımlardan günümüzde kullandığımız sistemden üstündür, ama her halükarda, kendisinden sonra gelen Grek ve Roma sistemlerinden tartışmasız biçimde üstündür. Bu sistem Sümerlilerin kesirlere bölmesine ve milyonlarla çarpmasına, kökleri hesaplamalarına veya sayıların üssünü almalarına olanak vermiştir. Bu sistem bilinebilen ilk matematik sistem olmakla kalmaz, ayrıca bize "hane" kavramını da verir: Tıpkı onlu sistemde olduğu gibi, 2, 2 veya 20 veya 200 olabilir, bu o rakamın bulunduğu haneye bağlıdır, yani bir Sümer 2'si, 2 veya 120 (2x60) olabilir.


360 derecelik daire ve birer birim olarak türetilen bir ayak ve bir düzine; Sümer matematiğinin günlük yaşamımızda hâlâ var olan kalıntılarından birkaç örnektir.

Kendi ekonomik ve toplumsal sistemimizin, yani kitaplarımızın, mahkeme ve vergi kayıtlarımızın, ticarî anlaşmalarımızın, evlilik cüzdanlarımızın kâğıda bağımlı olması gibi, Sümer/Mezopotamya yaşamı da kile bağımlıydı. Tapınaklar, mahkemeler ve ticarethaneler kâtiplerinin kararları, anlaşmaları, mektupları yazmaları veya fiyatları, ücretleri, bir tarlanın alanını veya bir inşaata gereken tuğla sayısını hesaplamaları için hazırda ıslak kil tabletler bulundurmaktaydı.

Kil ayrıca hammadde olarak günlük kullanım için gereken araç gerecin üretimi ve malların saklanması veya taşınmasında kullanılan kaplar için de son derece önemliydi. Ayrıca tuğlaları yapmakta da kullanılmaktaydı; bu da bir başka Sümer "ilk"idir; halk için evlerin, krallar için sarayların ve tanrılar için tapınakların yapılmasını mümkün kılmıştır.

Sümerliler ayrıca tüm kil ürünlerinin hafifliğini ve sağlamlığını birleştirmeyi mümkün kılan iki teknolojik hamleyi de gerçekleştirmişlerdir: takviye ve fırınlama. Modern mimarlar, son derece güçlü bir inşa malzemesi olan betonarmenin, içinde demir çubuklar olan kalıplara beton dökülerek yaratılabileceğini bulmuştu; ama onlardan çok önce Sümerliler ıslak kili, doğranmış saman veya sazla karıştırarak tuğlalarına büyük sağlamlık vermişlerdir. Ayrıca bir ocakta fırınlayarak kil araç gereçlerine sağlamlık ve dayanıklılık verebileceklerini de biliyorlardı. Dünyanın ilk yüksek binaları ve kemerleri, dayanıklı seramik eşyalar gibi, bu teknolojik hamleler sayesinde mümkün olabildi.

Fırının icadı, yani ürünlerin toz veya küller tarafından kirletilmesi riski olmaksızın yoğun fakat kontrol edilebilir ısıların elde edilebildiği bir ocağın icadı, çok daha büyük bir teknolojik ilerlemeyi mümkün kıldı: Metal Çağı'nı.

İnsanın "yumuşak taşları", yani doğal olarak oluşan bakır ve gümüş alaşımları gibi altın yumrularını da yararlı ve hoş şekiller hâline gelecek biçimde tokmaklayabileceğini M.Ö. 6000'lerde keşfettiği varsayılmaktadır. İlk şekil verilmiş metal yapıtlar, Zagros ve Toros dağlarının yaylalarında bulunmuştur. Ancak, R.J. Forbes'in [The Birthplace of Old World Metallurgy (Eski Dünya Metalürjisinin Doğum Yeri)] işaret ettiği gibi "kadim Yakın Doğu'da yerli bakır çabucak tükenmişti ve madenciler cevherlere dönmek zorunda kaldılar." Bu, cevherleri bulma ve çıkarma, onları ezme ve daha sonra eritme ve arıtma bilgisi ve becerisini gerektirmekteydi; yani fırın-tipi ocaklar ve genelde ileri bir teknoloji olmaksızın yürütülemeyecek işlemleri.

Metalürji sanatı kısa süre içinde bakırı diğer metallerle karıştırma becerisini de kapsadı; böylece tunç dediğimiz kalıba dökülebilir, sert ama işlenebilir bir metal elde edildi. Tunç Devri, yani ilk metalürjik çağımız da Mezopotamya'nın modern dünyaya bir katkısıdır. Kadim ticaretin büyük bir bölümü metallerin ticaretine ayrılmıştı; bu durum ayrıca Mezopotamya'da bankacılığın gelişmesinin ve ilk paranın, yani gümüş şekel'in ("tartılmış külçe") temelini de oluşturdu.

Birçok değişik metal ve alaşım için Sümer ve Akkad dillerinde bulunan adlar ve yaygın teknolojik terminoloji, kadim Mezopotamya'daki metalürjinin yüksek seviyesini işaret etmektedir. Bu durum bilginleri bir süre şaşırtmıştı zira Sümer, metal cevherlerinden yoksun olmasına karşın, metalürjinin orada başlamış olduğu kesindi.

Cevap, enerjiydi. Eritme, arıtma, kalıba dökme ve alaşım; ocakları ve fırınları yakacak bol miktarda yakıt olmaksızın yapılamazdı. Mezopotamya'da cevher olmayabilirdi ama yakıt çok boldu. Böylece cevherler yakıtın olduğu yere getirildiler; bu, maden cevherlerinin uzaklardan getirilişini tarif eden birçok erken dönem yazıtı da açıklamaktadır.

Sümer'i teknolojik anlamda üstün yapan yakıtlar, zift ve asfalttı, bunlar Mezopotamya'nın birçok yerinde doğal olarak toprak düzeyine sızan petrol ürünleriydi. R.J. Forbes [Bitumen and Petroleum in Antiquity (Antik Devirlerde Zift ve Petrol)], Mezopotamya’nın yüzey birikintilerinin ilk çağlardan Roma dönemine dek kadim dünyanın ana yakıt kaynağı olduğunu göstermektedir. Vardığı sonuçlara göre bu petrol ürünlerinin teknolojik kullanımı M.Ö. 3.500'lerde Sümer'de başlamıştır; gerçekten de, yakıtların ve özelliklerinin kullanımı ve bilgisinin Sümer zamanında, daha sonraki uygarlıklara göre çok daha büyük olduğunu göstermiştir.

Sümerlilerin bu petrol ürünlerini kullanımları, sadece yakıt olarak değil aynı zamanda yol yapım malzemesi, su yalıtımı, kapı ve pencere kenarlarını tıkamak, boya, yapıştırma ve kalıplama dâhil, o kadar yaygındı ki, arkeologlar kadim Ur şehrini ararlarken, şehri yöredeki Arapların "Zift Höyüğü" adını verdikleri bir tepenin altına gömülü buldular. Forbes, Sümer dilinin Mezopotamya’da bulunan zift benzeri maddelerin her türü ve türevi için terimlere sahip olduğunu göstermektedir. Aslında, Akkad, İbrani, Mısır, Kıptî, Grek, Lâtin ve Sanskrit dillerindeki zift ve petrol türevi maddelerin adlarının kökeni Sümer diline kadar sürülebilir; örneğin, petrol için kullanılan en bildik kelime olan naphta, napatu ("tutuşan taşlar") kelimesinden türemiştir.

Sümerlilerin petrol ürünlerini kullanmaları, ayrıca ileri kimya için de bir temeldi. Sümer bilgisinin yüksek seviyesini, sadece kullanılan boya ve pigmentlerden, sırlama işleminden değil, lapis lazuli yerine geçecek bir taş dahil yarı değerli taşların kayda değer biçimde yapay olarak üretilmesinden de ölçebiliriz.

Ziftler ayrıca Sümer tıbbında da kullanılmaktaydı, bu da standartların etkileyici biçimde yüksek olduğu bir başka alandı. Bulunan yüzlerce Akkad metni, Sümer tıp terimlerini ve deyimlerini bolca kullanmaktadır; bu da tüm Mezopotamya tıbbının kökeni olarak Sümer'i işaret etmektedir.

Ninova'daki Asurbanipal'in kütüphanesinde bir de tıp bölümü vardı. Metinler üç gruba ayrılmıştı: bultitu ("terapi"), şipir bel bnti ("cerrahî") ve urti tnaşmaşşe ("talimatlar ve efsunlar"). En eski kanunlar, başarılı ameliyatlar için cerrahlara verilecek ücretler ve başarısızlık durumunda verilecek cezalarla ilgili bölümler içeriyordu: Bir hastanın şakağını açmak için bir kama kullanan cerrah, eğer hastanın gözünü kaza eseri tahrip ederse, elini kaybederdi.

Mezopotamya mezarlarında bulunan bazı iskeletler, beyin ameliyatlarının tartışılmaz işaretlerini taşımaktadırlar. Kısmen kırılmış tıbbî bir metin "bir adamın gözünü kapayan gölgenin" cerrahî yolla çıkartılmasından söz eder; muhtemelen bir katarakt. Bir diğeri ise bir kesici aracın kullanımından söz eder ve "Eğer hastalık kemiğin içine ulaşmışsa, kazıyıp çıkartmalısın." diye belirtir.

Sümer zamanında hasta kişiler bir A.ZU ("su doktoru") ve bir İA.ZU ("yağ doktoru") arasında seçim yapabilmekteydiler. Ur'da çıkartılan, yaklaşık 5000 yıllık bir tablet, "doktor Lulu" diye bir tıp pratisyeninin adını belirtmektedir. Veterinerler de vardı ve bunlar "öküzlerin doktoru" veya "eşeklerin doktoru" diye bilinirlerdi.

Lagaş'ta bulunan ve "doktor Urlugaledina"ya ait olan çok eski bir silindir mühür üstünde bir cerrahî cımbız resmedilmiştir. Mühür ayrıca bir ağaçtaki yılanı da göstermektedir ki yılan bugüne kadar gelen bir tıp sembolüdür. Ebeler tarafından göbek bağını kesmek için kullanılan bir araç da sık sık resmedilmiştir.


Sümer tıp metinleri, teşhis ve reçetelerle ilgilidirler. Bunlar Sümer doktorlarının asla büyü veya sihirbazlığa sığınmadıklarının kanıtlarıdırlar. Doktor temizlenmeyi ve yıkanmayı, sıcak su ve minerallerden oluşan banyolara girmeyi, sebze türevlerinin uygulanmasını, petrol karışımlarıyla ovmayı tavsiye etmektedir.

İlâçlar, bitki ve mineral bileşiklerinden yapılıyor ve uygulama metoduna uygun sıvı veya eriyiklerle karıştırılıyordu. Eğer ağızdan alınacaksa, tozlar şaraba, biraya veya bala; eğer "anüsten içeri dökülecekse", yani bir lavman şeklinde uygulanacaksa, bitki veya sebze yağlarıyla karıştırılıyordu. Cerrahî dezenfekte işleminde önemli bir rol oynayan ve birçok ilâç için baz oluşturan alkol ise, kullandığımız dile Akkadcadaki kuhlu'dan gelen Arapça kohl kelimesi yoluyla gelmiştir.

Karaciğer modelleri, tıp okullarında insan organlarının kilden modellerinin yardımı ile tıp öğretildiğini göstermektedir. Anatomi ileri bir bilim olmalıdır zira tapınak ayinleri, kurbanlık hayvanların son derece ayrıntılı biçimde kesilmelerini gerektirmekteydi; bu da insan anatomisi bilgisine kıyasla bir adım gerisi demektir.

Silindir mühürler veya kil tabletlerdeki birçok resim, insanları bir tür ameliyat masası üzerinde yatar ve etrafları tanrılar veya insanlardan oluşan ekiplerce çevrili biçimde göstermektedir. Destanlardan ve diğer kahramanlık metinlerinden biliyoruz ki, Sümerliler ve onların Mezopotamya'daki takipçileri yaşam, hastalık ve ölüm meseleleri ile yakından ilgilenmekteydiler. Erek'in kralı Gılgamış gibi insanlar ebedî gençlik sağlayabilen "Hayat Ağacı" veya bazı mineralleri (bir "taş") aramışlardır. Ayrıca ölüleri, eğer bilhassa tanrılardan ise, yaşama döndürme gayretlerine atıflar vardır:

Cesedin üstüne, direkten sarkan,
Nabız ve Işıltıyı yönelttiler;
Altmış kez Yaşam Suyu,
Altmış kez Yaşam Besini,
serptiler üzerine; ve
İnanna ayağa kalktı.

Böylesi yaşama döndürme çabalarında bilinen ve kullanılan, haklarında sadece spekülasyonda bulunabileceğimiz bazı ultramodern metotlar var mıydı? Radyoaktif maddelerin bilindiği ve belirli hastalıkları tedavi etmek üzere kullanıldığı, Sümer uygarlığının ilk zamanlarına ait bir silindir mühür üstünde resmedilen bir tıbbî tedavi sahnesi sayesinde kesin biçimde anlaşılmaktadır. Şüpheye yer bırakmayacak biçimde, özel bir yatakta yatan bir adamı göstermektedir; yüzü bir maske ile korunmakta ve bir tür ışınıma maruz bırakılmaktadır.


Sümer'in en eski maddî başarılarından biri de tekstil ve giyim endüstrilerinin gelişimidir.

Bizim Sanayi Devrimimizin, 1760'larda İngiltere'de kullanıma sunulan eğirme ve örme makineleri ile başladığı düşünülür. Gelişmekte olan ülkeler, o zamandan beri sanayileşmeye doğru ilk adım olarak bir tekstil endüstrisi geliştirmeyi hedeflerler. Kanıtların gösterdiğine göre, süreç sadece on sekizinci yüzyıldan değil, ta insanın ilk büyük uygarlığından beri bu şekildedir. İnsan, kendisine keten sağlayan tarımda ve yün kaynağı yaratan hayvanların evcilleştirilmesinde gelişim göstermeden, dokunmuş kumaşlar yapamazdı. Grace M. Crowfoot [Textiles, Basketry and Mats in Antiquity (Eski Çağlarda Tekstil, Sepetçilik ve Kilimler)] kumaş dokumacılığının M.Ö. 3800'Ierde ilk olarak Mezopotamya’da ortaya çıktığını belirtirken, bilginlerin ortaklaşa vardığı sonucu da ifade etmektedir.

Dahası Sümer, kadim zamanlarda sadece dokuma kumaşlarıyla değil, onların görünüşü ile de ünlüydü. Yeşu Kitabı (Bap 7:21), Eriha'nın yerle bir edilişi sırasında, belirli bir kişinin şehirde bulduğu "Şinar'ın güzel bir kaftanı"nı saklamaya, cezası ölüm olsa da, karşı koyamadığını bildirir. Şinar'ın (Sümer'in) giysileri öylesine değerliydi ki, insanlar onları elde edebilmek için yaşamlarını riske atabiliyorlardı.

Daha Sümer zamanlarında hem giyim kuşamı hem de onların yapımcılarını tarif etmeye yarayan zengin bir terminoloji mevcuttu. En temel giysiye TUG deniyordu; hiç şüphesiz, hem stil hem de isim olarak Roma toga'larının (eski Roma'da hür erkek vatandaşların sarındıkları uzun ve dikişsiz beyaz çarşaf) bir öncülüydü. Böylesi giysilere TUG.TU.ŞE deniyordu ve Sümerce "sarılarak giyilen elbise" anlamına geliyordu.


Kadim betimlemeler sadece giysiler konusunda şaşırtıcı bir çeşitlilik ve bolluk sergilemekle kalmaz, ayrıca o sıralarda hüküm süren giysi, saç modeli ve mücevherat arasındaki uyum, zevk sahibi oluş ve zarafeti de açığa vurmaktadır.


Bir diğer büyük Sümer başarısı da ziraat idi. Sadece mevsim yağmurlarının yağdığı bir ülkede, nehirler sulama kanallarından oluşan geniş bir sistem sayesinde yıl boyunca ekinleri sulamaktaydı.

Mezopotamya -İki Nehir Arasındaki Diyar- kadim zamanlarda gerçek bir yiyecek sepetiydi. İspanyolcası damasco ("Şam ağacı") olan kayısı ağacının Latince adı olan armeniaca, Akkad dilindeki armanu'dan ödünç alınma bir kelimeydi, Grekçe kerasos, Almanca Kirsche olan kiraz, Akkad dilindeki karshu kökenlidir. Tüm kanıtlar, bu ve diğer meyve ve sebzelerin Avrupa'ya Mezopotamya'dan geldiğini göstermektedir. Safran kelimesi Akkad dilindeki ampiranu'dan; sarı çiğdem (İng. crocus), kurkanu'dan (Grekçe krokos yoluyla), kimyon, kantanu'dan, zufa otu, zupu'dan, mür, murru'dan gelir. Liste uzundur; birçok durumda Grek ülkesi, diyarın bu ürünlerinin Avrupa'ya ulaştığı fiziksel ve etimolojik köprüyü sağlamaktadır. Soğanlar, pırasalar, fasulyeler, salatalıklar, lahana ve marul Sümer yiyecekleri içinde sıkça görülür.

Bir diğer etkileyici olan şey, kadim Mezopotamya yiyecek hazırlama metotlarının, yani mutfaklarının zenginliği ve çeşitliliğidir. Metinler ve resimler, yetiştirilen tahılları una dönüştürme, undan ise mayalı ve mayasız ekmek çeşitleri, pastalar, kekler, bisküviler yapma ile ilgili Sümer bilgisini onaylamaktadır. Arpa da bira üretmek üzere mayalanmaktaydı; metinler arasında, bira üretimi için kullanılan "teknik bilgiler" bulunmuştur. Üzümlerden ve hurmalardan şarap sağlanmaktaydı. Süt ise koyunlardan, keçilerden ve ineklerden sağılmaktaydı; bir içecek olarak, yemek pişirmek ve yoğurt, kaymak, tereyağ ve peynire dönüştürmek için kullanılmaktaydı. Balık, besinlerinin sık görülen bir parçasıydı. Koyun eti zaten mevcuttu ve Sümerlilerin büyük sürüler hâlinde güttükleri domuzların eti, gerçek bir nefaset olarak düşünülmekteydi. Kazlar ve ördekler, tanrıların sofralarına saklanıyor olmalıydı.

Kadim metinler, kadim Mezopotamya mutfağının, tapınaklarda ve tanrılara hizmet sırasında geliştiğine hiç şüphe bırakmıyor. Bir metin, tanrılara "arpa ekmeği somunlarının... buğday ekmeği somunlarının; bal ve kaymaklı bir hamurun; hurmalar, pastalar... bira, şarap, süt... sedir ağacı suyu ve kaymak" sunulmasını tarif etmektedir. Kızartılmış et, "iyi bira, şarap ve sütün tanrılar şerefine yere dökülmesi eşliğinde sunulurdu. Bir boğanın belirli bir kısmının kesin bir reçeteye göre hazırlanması, "ince un... su, iyi bira ve şarap ile hamur yapılır," ve hayvani yağlarla karıştırılıp, "bitkilerin göbeklerinden yapılma aromalarla", fındıklar, maya ve baharatla karıştırılmasını gerektirmekteydi. "Uruk şehrinin tanrılarına günlük kurbanlar" için getirilen talimatlar, yemeklerle birlikte beş ayrı içeceğin sunulmasını, "mutfaktaki öğütücülerin" ve "yoğurmada çalışan şefin" ne yapması gerektiğini anlatmaktaydı.

Sümer mutfak sanatına duyduğumuz hayranlık, iyi yiyeceklere övgüler düzen şiirlere rastladığımızda kesinlikle artıyor. Gerçekten de, insan "şarapta ördek" için bu bin yıllık tarifi okurken ne diyebilir ki:

İçilen şarapta,
Kokulu suda,
Mukaddes yağda,
Bu kuşu pişirdim,
ve yedim.

Büyüyen bir ekonomi, böylesine yaygın maddî girişimleri ile bir toplum etkin bir taşımacılık sistemi olmaksızın gelişemezdi. Sümerliler, halkın, malların ve davarların su yoluyla taşınması için iki büyük nehirlerini ve yapay kanal şebekelerini kullandılar. En eski resimlemelerden bazıları, hiç şüphesiz dünyanın ilk gemilerini göstermekteydiler.
Birçok eski metinden de bildiğimiz gibi, Sümerliler, Sümer’de bulunmayan metalleri, nadir tahta ve taşları ve diğer malzemeleri bulmak üzere uzaklardaki ülkelere ulaşabilmek için birçok gemiler kullanarak derin deniz taşımacılığına da girişmişlerdi. Sümer dilindeki bir Akkad sözlüğünde, boyutları, varış yerleri veya amaçlarına göre (kargo, yolcular veya belirli tanrılara mahsus kullanım için) çeşitli gemiler için 105 Sümer terimini sıralayan gemicilik ile ilgili bir bölüm bulunmuştur. Gemilerin tayfaları ve inşası ile bağlantılı diğer 69 Sümer terimi de Akkad diline çevrilmiştir. Ancak uzun bir denizcilik geleneği, böylesine özelleşmiş tekneler ve teknik terminoloji üretebilirdi.

Kara taşımacılığında, tekerlek ilk kez Sümer'de kullanıldı. Tekerleğin icadı ve günlük kullanıma girişi; el arabalarından atlı arabalara kadar birçok çeşitli aracın yapılmasına olanak sağladı ve hiç şüphe yok ki, Sümer'e bir de hareket için "beygir gücü" kadar "öküz gücü"nü ilk uygulayan uygarlık olma ayrıcalığını sağladı.


1956'da zamanımızın en büyük Sümerologlarından biri olan Profesör Samuel N. Kramer, Sümer höyüklerinin altında bulunan edebi mirası gözden geçirdi. From the Tablets of Sümer (Sümer Tabletlerinden) adlı kitabın içindekiler bölümü bile başlı başına bir cevherdir, zira yirmi beş bölüm bir Sümer "ilk"ini anlatmaktadır; ilkokullar, ilk iki kamaralı meclis, ilk tarihçi, ilâçların birleşimlerini ve hazırlanışlarını anlatan ilk kitap, ilk "çiftçi takvimi", ilk kozmogoni ve kozmoloji, ilk "Eyüp", ilk atasözleri ve deyişler, ilk edebî tartışmalar, ilk "Nuh", ilk kütüphane kataloğu ve insanoğlunun ilk Kahramanlık Çağı, ilk kanunları ve toplumsal reformları, ilk tıbbı, ziraatı ve dünya barışı ve uyumunu arayışı.

Abartmıyoruz.

İlk okullar, yazının icadı ve kullanılmasının doğrudan büyümesi ile Sümer'de kuruldu. Kanıtlar (gerçek okul binaları gibi arkeolojik ve egzersiz tabletler gibi yazılı kanıtlar) M.Ö. üçüncü binyılın başlarında resmî bir eğitim sisteminin mevcudiyetini işaret etmektedir. Sümer'de genç kâtiplerden yüksek kâtiplere, kraliyet kâtiplerine, tapınak kâtiplerine ve yüksek devlet görevi alan kâtiplere kadar binlerce kâtip vardı. Bazıları okullarda öğretmenlik yapıyordu ve onların okullarda yazdıkları denemeleri, hedeflerini ve amaçlarını, müfredat programlarını ve öğretim metotlarını hâlâ okuyabiliyoruz.

Okullar sadece lisan ve yazıyı değil, günün bilimlerini, yani botanik, zooloji, coğrafya, matematik ve ilahiyat da öğretiyordu. Geçmişe ait edebî eserler çalışılıyor ve kopyalanıyor ve yenileri oluşturuluyordu.

Okulların başında ummia ("uzman profesör") vardı ve fakültelerde değişmez bir şekilde sadece bir "çizimden sorumlu adam" ve bir "Sümerceden sorumlu adam" değil, ayrıca bir "kırbaçtan sorumlu adam" da bulunuyordu. Anlaşılan o ki, disiplin katıydı; bir okul mezunu, dersi kaçırdığı, yeterli derecede düzenli olmadığı, aylaklık yaptığı, sessiz durmadığı, yaramazlık yaptığı ve hatta güzel bir el yazısı olmadığı için kamçıyla nasıl dövüldüğünü kil bir tablette tarif etmiştir.

Erek'in tarihi ile ilgili bir destan, Erek ve Kiş şehirleri arasındaki rekabetle ilgilidir. Destan metni Kiş'in elçilerinin Erek'e gelişini, kavgalarının barışçıl biçimde çözümlenmesi için anlaşma önerdiklerini anlatır. Fakat o sıralar Erek'in hükümdarı olan Gılgamış, anlaşmaktan ve karşılıklı görüşmelerden ziyade kavgayı tercih etmektedir, ilginç olan, meseleyi Yaşlılar Meclisine, yerel "Senato"ya oylaması için sunmasıdır:

Efendi Gılgamış,
şehrin Yaşlılarına sundu meseleyi,
şu kararı dilerdi:
"Kiş evine boyun eğmeyelim,
onu silâhlarımızla yerle bir edelim."

Ancak Yaşlılar Meclisi karşılıklı görüşmelerden yanaydı. Yılmayan Gılgamış, meseleyi daha genç olan, Savaşan Erkekler Meclisine götürdü; savaş için oy kullandılar. Hikâyenin önemi, 5.000 yıl kadar önce bir Sümer hükümdarının savaş veya barış meselesini, ilk iki kamaralı kongreye sunmak zorunda olduğunu açığa çıkarmasında yatıyor.

Kramer tarafından İlk Tarihçi unvanı, komşusu Umma ile yaptığı savaşı kil silindirlere kaydeden Lagaş kralı Entemena'ya verilmiştir. Diğer metinler konusu tarihsel olaylar olan edebî eserler veya destan şiirleri iken, Entemena tarafından yazılanlar, tamamen tarihin olgusal bir kaydı olarak yazılmış düz yazı halindeydi.

Asur ve Babil'in yazıtları Sümer kayıtlarından çok daha önce deşifre edilmiş olduğundan, uzun bir süre boyunca ilk kanunların, M.Ö. 1900 civarında Babil kralı Hammurabi tarafından biraraya getirilip yürürlüğe konduğuna inanılmıştı. Ama Sümer uygarlığı ortaya çıktıkça, bir kanun sistemi, toplumsal düzen kavramı ve adaletin adilce uygulanması konusundaki "ilkler"in Sümerlilere ait olduğu da ortaya çıktı.

Hammurabi'den çok önce, Eşnunna şehir-devletindeki (Babil’in kuzeydoğusunda) Sümerli bir hükümdarın, gıdalar için, vagon ve kayıkların kirası için azamî fiyatları saptayan ve böylece fakirlerin ezilmemesini sağlayan kanunlar koymuştu. Ayrıca, kişilik ve mülkiyete karşı yapılan hakaretlerle ilgili kanunlar ve aile meseleleri ve efendi-hizmetçi ilişkileriyle ilgili düzenlemeler de vardı.

Daha da eskiden, İsin'in hükümdarı olan Lipit-İştar tarafından konulan bir yasa vardı. Kısmen korunmuş olan tablette okunabilir durumda olan otuz sekiz kanun (orijinalin bir kopyası, bir taş stela üstüne kazınmıştı), emlâk, köleler ve hizmetkârlar, evlilik ve miras, kayık tutma, öküz kiralama ve vergilerdeki hatalar ile ilgiliydi. Ardından gelen Hammurabi'nin de yaptığı gibi Lipit-İştar, yasasının önsözünde "Sümerlilere ve Akkadlılara esenlik getirmesini" emreden "büyük tanrıların" talimatlarına uyduğunu belirtmektedir.

Ama Lipit-İştar bile, ilk Sümerli yasa koyucu değildi. Bulunan kil tablet parçaları, M.Ö. 2350'lerde Ur'un hükümdarı olan Urnammu tarafından konulan kanunların kopyalarını içermektedir; yani Hammurabi'den yarım binyıl önce. Tanrı Nannar'ın yetkisiyle yürürlüğe konan kanunlar, "vatandaşların öküzlerini, koyunlarını ve eşeklerini çalanların" durdurulup cezalandırılmasını hedefliyordu, böylece "yetimler zenginlere kurban olmayacak, dullar güçlü olanların eline düşmeyecek, bir şekeli olan adam 60 şekeli olan adama kurban olmayacaktı." Urnammu ayrıca "dürüst ve değişmez ağırlıklar ve ölçüler" de koydurmuştu.

Ama Sümer'in yasal sistemi ve adalet uygulaması, zaman içinde daha da gerilere gitmektedir.

M.Ö. 2600'lerde Sümer'de çoktan o kadar çok şey olmuş olmalıydı ki, ensi Urukagina reformlar yapmayı gerekli görmüştü. Bilginler tarafından insanoğlunun ilk toplumsal reformunun değerli bir kaydı olarak adlandırılan Urukagina'nın yazıtı, bir özgürlük, eşitlik ve adalet duygusunu temel almaktadır; 14 Temmuz 1789'dan 4.400 yıl önce bir kral tarafından dayatılan bir "Fransız Devrimi".

Urukagina'nın reform kararnamesi ilk önce zamanın kötülüklerini, daha sonra reformları sıralıyordu. Kötülükler esas olarak yöneticilerin kendi çıkarları için güçlerini kötüye kullanmalarını, resmî görevin kötüye kullanılmasını, tekelci gruplar tarafından yüksek fiyatların gasp için kullanılmasını içermekteydi.

Tüm bu adaletsizlikler ve daha birçoğu, reform kararnamesi tarafından yasaklanmıştı. Bir memur artık "iyi bir eşek veya ev için" kendi fiyat belirleyemeyecekti. Bir "büyük adam" artık sıramdan bir vatandaşı baskı altına alamayacaktı. Körlerin, fakirlerin, dulların ve yetimlerin hakları yeniden belirlenmişti. Boşanmış bir kadın -neredeyse 5.000 yıl önce- kanunun koruması altındaydı.

Sümer uygarlığı ne kadar zamandır mevcuttu ki, büyük bir reforma ihtiyaç duyulmuştu? Açık ki, uzun bir zamandır mevcuttu çünkü Urukinga kendisine "eski günlerin yasalarını koruma" emrini verenin, tanrısı Ningirsu olduğunu iddia ediyordu. Bu, daha eski sistemlere ve daha önce konulmuş yasalara dönmeyi açıkça göstermektedir.

Sümer kanunları; davalar ve yargılamalar kadar mukavelelerin de titizlikle kaydedildiği ve korunduğu bir mahkeme sistemi tarafından gözetilmekteydi. Hâkimler, yargıçtan ziyade jüri gibi iş görmekteydi; bir mahkeme genellikle, biri "kraliyet yargıcı" ve diğerleri otuz altı kişilik bir listeden çekilen üç veya dört yargıçtan oluşmaktaydı.

Babilliler kurallar ve düzenler koyarken, Sümerliler adalet ile ilgiliydiler, zira tanrıların, kralları ülkede adaleti temin etmek üzere atadıklarına inanmaktaydılar.

Burada, Eski Ahit'in adalet ve ahlâk kavramlarıyla olan paralellikler birden çoktur. İbranîlerin krallar edinmelerinden çok önce, onlar krallar tarafından yönetilmekteydiler; krallar zaferleri veya servetleri ile değil "doğru olanı" ne derece yaptıklarıyla yargılanmaktaydılar. Yahudi geleneğinde, Yeni Yıl insanların yaptıkları işlerin, gelecek yıldaki kaderlerini belirlemek üzere tartılıp değerlendirildiği on günlük bir dönemi belirtmektedir. Sümerlilerin insanoğlunu yıllık olarak aynı biçimde yargılayan Nanşe adında bir ilâha inanmaları bir tesadüften daha fazlasını içerir; zaten, ilk İbrani ata olan İbrahim, Sümer şehri Ur'dan, Ur- Nammu ve anayasasının şehrinden çıkmadır.

Sümerlilerin adalet veya yokluğu hakkındaki kaygıları, Kramer'in "ilk Eyüp" dediği şeyde de ifade bulmaktadır. İstanbul’daki Eski Şark Eserleri Müzesinde bulunan kil tabletlerin parçalarını biraraya getiren Kramer, tıpkı Eyüp Kitabı gibi, tanrılar tarafından kutsanacağına her türden kayıp ve saygısızlık yüzünden ıstırap çektirilen adil bir adamın şikâyetlerini anlatan bir Sümer şiirinin büyük bir bölümünü okumayı başarabilmişti. Adam, "Doğru sözüm yalana döndü" diye acıyla haykırmaktadır.

İkinci bölümünde ise isimsiz mustarip, İbranice Mezmurlardaki bazı dizelere pek benzeyen bir tarzda tanrısına niyaz eder:

Tanrım, sen babamsın,
beni yaratansın, yüzümü yerden kaldır...
Daha ne kadar ihmal edeceksin beni,
korumasız bırakacaksın,
kılavuzsuz salacaksın?

Derken mutlu son gelir. "Doğru sözleri, söylediği saf sözleri, tanrısı kabul etti... tanrısı elini kötü bildirimden çekti."

Hristiyanlık Kitabı'ndan iki bin yıl kadar önce gelen Sümer atasözleri, aynı kavram ve zekâ parıltılarını aktarmaktadır.

Eğer ölmeye lânetlendiysek, harcayalım;
Eğer uzun yaşayacaksak, saklayalım.

Fakir biri ölürse, canlandırmaya çalışmayın.

Çokça gümüşü olan mutlu olsun,
Çokça arpası olan mutlu olsun,
Hiçbir şeyi olmayan ise rahat uyusun!

Erkek: Zevki için düşünürse:
Evlilik; Baştan düşünürse: Boşanma.

Düşmanlığa yol açan gönül değil.
Düşmanlığa yol açan dildir.

Bekçi köpeği olmayan şehirde,
Ustabaşı tilkidir.

Sümer uygarlığının maddî ve ruhsal başarılarına, gösteri sanatlarında yaygın bir gelişim de eşlik etmişti. Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesinden bir grup bilgin, 1974 Mart ayında, dünyanın en eski şarkısını deşifre ettiklerini açıkladıklarında haber konusu olmuşlardı. Profesörler Richard L. Crocker, Anne D. Kilmer ve Robert R. Brown'un başardıkları şey, Akdeniz kıyısındaki Ugarit'te (şimdi Suriye'de) bulunan, M.Ö. 1800'ler civarına ait çivi yazılı bir tablette yazılı olan notaları okumak ve çalmaktı.

"Daha eski Asur-Babil uygarlığında müziğin mevcut olduğunu hep biliyorduk," diye açıklamıştı Berkeley ekibi, "ama bu deşifre işlemine kadar, çağdaş Batı müziğinin ve M.Ö. birinci bin yıldaki Grek müziğinin karakteristiği olan aynı heptatonik-diyatonik skalayı kullandığını bilmiyorduk." O zamana dek Batı müziğinin Grek kökenli olduğu düşünülmekteydi; artık müziğimizin ve Batı medeniyetinin her şeyinin Mezopotamya'dan kaynaklandığı belirlenmiştir. Bu hiç de şaşırtıcı olmamalıdır zira Grek bilgin Philo, Mezopotamyalıların "müzikal tonlar yoluyla dünya çapında uyum ve birliği aradıklarını" çoktan belirtmişti.

Müzik ve şarkının da bir Sümer "ilki" olduğuna hiç şüphe yoktur. Gerçekten de. Profesör Crocker bu kadim melodiyi Ur harabelerinde bulunanlara benzeyen bir lir yaparak çalabilmiştir. M.Ö. ikinci bin yıldan kalan metinler müzikal "anahtar sayılarının ve anlaşılır bir müzikal teorinin varlığını işaret etmektedir. Profesör Kilmer ise daha önce (The Stringş of Musical Instruments: Their Names, Numbers and Significance (Müzikal Enstrümanların Telleri: Adları, Sayıları ve önemleri)] birçok Sümer ilâhî metninin "kenar boşluklarında müzikal notalandırmalara benzeyen" işaretlere sahip olduğunu yazmıştı. "Sümerliler ve ardıllarının yaşamları müzikle doluydu." diyerek sonuca varıyor. Silindir mühürlerde ve kil tabletlerde çok sayıda müzikal enstrümanların, gösteri yapan şarkıcı ve dansçıların resmedilmesine şaşmamak gerek.


Diğer birçok Sümer başarısı gibi müzik ve şarkı da tapınaklardan kaynaklanmıştı. Ama başlangıçta tanrıların hizmetinde olan bu gösteri sanatları kısa bir süre sonra tapınakların dışında da hüküm sürmeye başladı. Sümerlilerin favorisi olan kelime oyununu kullanan popüler bir deyiş, şarkıcılar tarafından alınan paralar hakkında yorumda bulunur: "Sesi tatlı olmayan bir şarkıcı, hakikaten ses 'fakir'idir."

Birçok Sümer aşk şarkısı bulunmuştur; hiç şüphesiz bunlara müzikle eşlik edilmekteydi. Ancak en dokunaklı olanı bir annenin yazdığı ve hasta çocuğuna söylediği ninnidir:

Gel uyku, gel, oğluma gel.
Koş uyku, oğluma koş,
Huzursuz gözlerini uyut...

Acılar içindesin, oğlum;
Şaşkınım, rahatsızım,
Gözlerim yıldızlarda.
Yeni ay yüzünde parlar,
Gölgen sana ağlar,
Yat, yat uykunda...

Büyüme tanrıçası yanında olsun,
Göklerde bir rehberin olsun,
Mutlu günler dolu yarının olsun,
Sana destek karın olsun,
Geleceğinde güçlü bir oğul olsun.


Böylesi müzik ve şarkılarla ilgili en çarpıcı olan şey, sadece Sümer'in Batı müziğinin yapısal ve armonik kompozisyon açısından kaynağı olduğu çıkarımında değildir. Aynı derecede önemli olan bir başka şey ise, müziklerini duyduğumuzda ve şiirlerini okuduğumuzda, duygusal derinlikleri ve duygusallıkları bakımından bizlere hiç de yabancı gelmemesidir. Gerçekten de, büyük Sümer uygarlığı üzerinde düşündükçe, Sümer'den sadece ahlâk kurallarımızın ve adalet duygumuzun, yasalarımızın ve mimarîmizin ve sanat ve teknolojimizin kaynaklandığını değil, Sümer kurumlarının da son derece aşina, son derece yakın olduğunu fark ediyoruz. Kalbimizde, öyle görülüyor ki, hepimiz Sümerliyiz.

Lagaş'taki kazılarından sonra, arkeologların malaları Nippur'u, Sümer ve Akkad'ın bir zamanlar dinsel merkezi olan şehri ortaya çıkardı. Orada bulunan 30.000 metinden birçoğu, bugüne dek incelenmeden durmaktadır. Şuruppak'ta, M.Ö. üçüncü bin yıla ait okul binaları bulunmuştur. Ur'da, bilginler muhteşem vazolar, mücevherat, silâhlar, atlı arabalar, altın, gümüş, bakır ve tunçtan miğferler, bir dokuma fabrikası kalıntıları, mahkeme kayıtları ve kalıntıları hâlâ manzaraya hükmeden, kule gibi yükselen bir zigurat bulmuşlardı. Eşnunna ve Adab'da arkeologlar, Sargon-öncesi zamanlardan kalma tapınaklar ve sanatsal heykeller buldular. Umma'dan ilk imparatorluklardan söz eden yazıtlar çıktı. Kiş'te, en azından M.Ö. 3000 tarihli anıtsal yapılar ve bir zigurat ortaya çıkarıldı.

Uruk (Erek), arkeologları M.Ö. dördüncü binlere götürdü. Orada bir fırında pişirilmiş ilk renklendirilmiş çömleği ve bir çömlekçi tekerinin ilk kullanılışının kanıtlarını buldular. Kireçtaşı bloklardan bir kaldırım, o güne dek bulunan en eski taş inşa idi. Uruk'ta arkeologlar ayrıca ilk ziguratı da buldular; geniş insan yapısı bir tepe, tam tepesinde bir beyaz ve bir kırmızı tapınak duruyordu. Dünyanın ilk yazılı metinleri de orada bulundu, ilk silindir mühürleri de. Bu ikinci bulgular hakkında Jack Finegan [Light from the Ancient Post (Kadim Geçmişten Gelen Işık)] şöyle diyor: "Silindir mühürlerin, Uruk döneminde ilk ortaya çıkışlarındaki mükemmellikleri şaşırtıcıdır." Uruk dönemine ait diğer sit alanları da Metal Çağının ortaya çıkışının kanıtlarını taşımaktaydı.

1919'da, H.R. Hail, şimdilerde El-Ubaid denilen bir köyde kadim kalıntılara rastladı. Alan, bilginlerin artık büyük Sümer uygarlığının ilk dönemi olarak düşündükleri şeye adını vermişti. O dönemin kuzey Mezopotamya'dan güneydeki Zagros yamaçlarına dek uzanan Sümer şehirleri kil tuğlaların, sıvalı duvarların, mozaik süslemelerin, tuğlayla çevrili mezarları olan mezarlıkların, geometrik desenli boyalı ve süslemeli seramik eşyanın, bakır aynaların, ihraç malı turkuazdan boncukların, göz kapaklarına sürülen boyaların, bakır başlıklı "balta"ların, kumaşların, evlerin ve hepsinin de üstünde anıtsal tapınak binalarının ilk kez kullanıldığı yerlerdi.

Daha güneyde, arkeologlar Eridu'yu buldular; kadim metinlere göre ilk Sümer şehrini. Kazıcılar daha derinlere doğru kazdıkça, Sümer'in Bilgi Tanrısı Enki'ye adanan ve anlaşıldığına göre zaman içinde tekrar tekrar inşa edilen bir tapınakla karşılaştılar. Katmanlar, bilginleri Sümer uygarlığının başlangıcına geri götürüyordu: M.Ö. 2500, M.Ö. 2800, M.Ö. 3000, MÖ. 3500.

Derken malalar, Enki'ye adanan ilk tapınağın temellerine dokundu. Bunun altında, bakir toprak vardı; daha öncesinde hiçbir şey inşa edilmemişti. Tarihi M.Ö. 3800 idi. İşte, uygarlığın başladığı zaman buydu.

Bu, terimin gerçek anlamı ile ilk uygarlık değildi sadece. Bu, en yaygın, en kapsamlı, birçok bakımdan onu izleyen diğer kadim kültürlerden çok daha gelişmiş olan bir uygarlıktı. Bu, hiç şüphesiz bizim uygarlığımızın temeli olan uygarlıktı.

2.000.000 yıl kadar önce taşları araç gereç olarak kullanmaya başlayan insan, M.Ö. 3800'lerde bu öncülü olmayan uygarlığa ulaşıvermişti. Ve buradaki en şaşırtıcı olan şey, bilginlerin bu güne dek Sümerlilerin kim olduklarına, nerden geldiklerine ve uygarlıklarının nasıl ve niçin ortaya çıktığına dair hiçbir bilgiye sahip olmayışlarıdır.

Zira ortaya çıkışı birdenbire ve beklenmedik biçimdeydi.

H. Franfort (Teli Uqair) buna "şaşırtıcı" demekteydi. Pierre Amiet (Elam) buna "sıra dışı" sıfatını ekledi. A. Parrot (Sümer) bunu "birdenbire parlayıveren bir alev" olarak tanımladı. Leo Oppenheim [Ancient Mesopotamia (Kadim Mezopotamya)], bu uygarlığın ortaya çıktığı "şaşırtıcı derecede kısa dönem"i işaret etti. Joseph Campbell [The Masks of God (Tanrının Maskeleri)] bunu şöyle özetledi: "Şaşırtıcı bir anilikle... bu küçük Sümer çamur bahçesinde ortaya çıkan... dünyanın tüm yüksek uygarlıklarının tohumsal birimini oluşturan tüm kültürel sendrom ortaya çıkar."




NOT: ALINTIDIR.


Mayıs 14, 2015, 08:44:10 öö
Yanıtla #1
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Bu güzel çalışmanın son satırı:

NOT: ALINTIDIR.

Öyle olduğu belli zaten. Ancak bir de hangi kaynaktan olduğu belirtilmiş olsa, çok daha güzel olacak; istelik etik!

Ancak bu not bize yetmiyor. Bir de bu güzel çalışma üzerine, bunu bize getirmiş olan Sayın Arcanum'un katkısını, en azından birkaç tümceyle değerlendirmesini görmek isterdik.
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Mayıs 14, 2015, 09:04:16 öö
Yanıtla #2
  • Ziyaretçi

Sayın ADAM;

Alıntıladığım kaynak, Zacharia Sitchin'in 12. Gezegen kitabıdır.

Uzun bir çalışma olduğundan dolayı kendi yorumlarımla bulandırmak istemem. Dilerim bu tür konulara merakı olanlar bir nebze faydalanabilirler.

Saygılarımla.


Mayıs 14, 2015, 07:00:57 ös
Yanıtla #3
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Kitap için peki alma bu alıntılar kitaptan değil, internetteki sitelerden birinden kopya.

Burada bizi asıl ilgilenrdiren, Forumda olması gereken, kişinin kendi bilgileri ve bunun üzerine özgür düşüncesiyle üreattiği değerlendirme ve yorumlar. Bunlar hiç de bulandrma sayılmaz.

İnternetten yapılan kopyamalarda ise, sitemizin sunucusunda yer kaplamaktansa, ilgili link(ler)i vermek yeterlidir.

Alıntı demek yeterli değildir. Açıkça kopyalama olduğu belirtilmeli. Kaynak da ayrıntılarıyla verilmeli. Aksi takdirde bunun adı aşırmacılık (intihal) olur.
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Mayıs 14, 2015, 07:44:25 ös
Yanıtla #4
  • Ziyaretçi

Sayın ADAM;

Fikirlerinizi anlayışla karşılıyorum fakat herhangi bir link veya internet sitesi üzerinden kopya değildir, ilgili kitabın elektronik sürümünden kopyalanmış ve yapısal düzenlemeler yapılarak forum üzerinde paylaşılmıştır.

Şayet böyle bir sitenin linki elimde olsaydı, bahsettiğiniz gibi link adresi paylaşmayı tercih ederdim. Uygun görürseniz, kopyaladığımı iddia ettiğiniz internet sitesinin adresini burada paylaşmanızı rica ederim. Konuyu düzenleyerek sadece o link adresini yazarsak gereksiz yere yer kaplamamış olur.

Aşırmacılık konusuna gelir isek, herhangi bir maddi veya manevi çıkar sağlamadığıma göre aşırmacılık değil, sadece bir paylaşım olduğunu, bir köprü vazifesi gördüğünü düşünüyorum. Elbete fikirler görecelidir, bana saygı duymak düşer.


Saygılarımla.


Mayıs 14, 2015, 08:12:05 ös
Yanıtla #5
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay


Bu güzel çalışmanın son satırı:

NOT: ALINTIDIR.

Öyle olduğu belli zaten. Ancak bir de hangi kaynaktan olduğu belirtilmiş olsa, çok daha güzel olacak; istelik etik!

Ancak bu not bize yetmiyor. Bir de bu güzel çalışma üzerine, bunu bize getirmiş olan Sayın Arcanum'un katkısını, en azından birkaç tümceyle değerlendirmesini görmek isterdik.

Bu kitap bende var lakin okumaya fırsat bulamadım.Sn.Adam herzamanki titizliğinde ,aynı sorgulamalar devam ediyor.Sn.arcanum yeni katılımcılarımızdan ve paylaştığı ve tartışmaya açtığı konu özü itibarı ile değerlendirilip tartışılmalı.Kısır ve artık internet ortamında sığ kalacak işler ile boşa uğraşmanında pek faydası yok.

Aşırmak(hırsızlık yapmak)bu sanal dünya suçu değil.Adı paylaşımdır.O konunun altında yayımcının herhangi bir aksi ibaresi yok ise,bu tip yazılar paylaşıma açıktır.Bu forumda açılan konuları bir dedektif gibi aşırılıp aşırılmadığını takip etmek ciddi efor ister,sn.adam'da ben bu eforun olduğunu sanmıyorum.

Bu paylaşım ile alakalı enteresan bulgulara ulaşabiliriz,mesela ilk satırda mezopotamya'daki ninova isimli kent neresidir?
Bugünkü Barzaniye bağlı kuzey ırak topraklarının tamda sınırıdır desem,ve yaklaşık 4000 yıl önce yaşamış bir devletin şimdide aynı sınırlar ile bir başka formda olması bana çok ilginç geldi.
İlginç ve bir o kadarda zor bir konu .

Karahan
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo


Mayıs 14, 2015, 11:46:20 ös
Yanıtla #6
  • Ziyaretçi

Ninova Asurlar'ın başkentiydi. Burada bilinen tarihin ilk kütüphanesi bulunuyordu. Günümüzde Musul'un yanındadır ve adı Koyuncuk'tur. Şu sıralar ise bilindiği üzere IŞİD hakimiyetindedir ve bir çok tarihi eser zarar görmüş durumdadır. Bu konudaki bir makaleye linki tıklayarak göz atabilirsiniz "http://www.nationalgeographic.com.tr/makale/isid'in-yok-ettigi-tarih/2431". O bölgedeki eserlerin bir çoğu günümüzde British Museum ve Louvre Müzesi'nde bulunuyor.


Mayıs 15, 2015, 07:17:16 öö
Yanıtla #7
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Söylediğim bir söz üzerine bir an düşündüm acaba yanılıyor muyum diye...

Burada hiç kimseyi zor duruma sokmak, yanlışını ortaya çıkarmak gibi bir niyetim olmadı; olamaz.

Ancak referans kaynaklarının tam ve doğru olarak verilmesi gerekir. Hiçbir katımlımcı sanki bir çalışmayı kendisi yapıyormuş izmlemi yaratmaya kalkışmamalıdır. (Bu, Sayın A-rcanum için geçerli değil) Ayrıca doğrudan internetten alnıtıyapıyorsa, linkini belirtmesi yeterlidir. Bu Forumun sunucusunu gereksiz yere doldurmamalıdır. Kendi görüş ve katkısını da eklemelidir.

Sayın Arcanus'un sözünü ettiği kitap Sayın Karahan'da varmış. Sayın Arcanus'da onun dijital kopyası varmış. Peki Sayın Arcanus o dijital kopyayı nereden edinmiş? Ünieversitedeki özel dijital kütüphaneden falan mı?

Bana sorarsanız link şu:

https://tr.scribd.com/doc/117616654/Zecharia-Sitchin-12-Gezegen

Sayın Arcanus, bunu baştan ve açık yüreklilikle belirtse olmaz mıydı?

Oysa bu konu bizim için çok önemli olmalı. Niçin önemli olduğu Sayın Muazzez İlkiye Çığ'ın yazı ve yapıtlarında yansır. Sayın Ünal Mutlu'nun "Türk Dili ve Kenger Uygarlığı" adlı kitabı da bunu perçinler. Umarım Sayın Arcanum'da o kitabın da dijital kopyası vardır ve bizi yararlandırır.


ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
Sümerler Türk mü?

Başlatan Ittihatci Turkler

4 Yanıt
18734 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 15, 2009, 07:21:30 ös
Gönderen: degas
SÜMERLER

Başlatan bilgiaçı Milletler Tarihi

1 Yanıt
5263 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 29, 2015, 03:44:50 öö
Gönderen: GOASISG
26 Yanıt
23254 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 06, 2012, 12:59:04 ös
Gönderen: akcanmd
2 Yanıt
4770 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 17, 2012, 08:19:17 ös
Gönderen: Alşah
12 Yanıt
8405 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 10, 2012, 04:07:21 ös
Gönderen: Noah