Aynı noktalara bakmışız ahi ocağı selçukludan kalma bir kurum bunu biliyorum fakat daha çok osmanlı dönemi akıllarda kaldığından yazmadım.Baktığımız nokta bu ocak o sağlıkoı hali ile devam etse ve diğer benzeş kurumlarada uygulansa imiş hakiki bir rönesans yaşayacakmışız benimde tesbitim budur o yüzden bir çok yorumuma bu ocağı hep dahil ederim.
Çok daha çarpıcı olan açılımınızda feodalizm ile alakalı olan kısmı bu süreçte kim bu feodal kesim peki?
Sınıf gücü olanlarmı?
para gücü olanlarmı?
Tabiki statüsü ne olursa olsun osmanlı içinde son dönem rum ve ermeni zenaatkar ve osmanlının her tür işini gören tabakasını bir şekilde para gücü ile yok eden ve kendisine bir statü ortaya çıkaran yahudi tebası rum ve ermenilerin kritik pozisyondaki yerlerine geçince ilk yaptıkları işlerin başında bu anadolu ahi geleneğini kaldırmak olmuştur yüzlerce yıllık geleneği bir günde yıkarsan sonucu korkunç olur ve anadolu insanına bunu yaşattılar.Ortaya şlu değerlendirmeninde çıkmasını istemem karahan ne yaptı etti işi yine yahudilere bağladı bu söylem ucuz kaçar derdim bu değil ama maalesef bu olay böyle yaşanmış tarihte bende bunu doğal hali ile aktardım.Ahilerin loncaları peki neden kapatıldı? ihtiyacımı karşılamıyordu ihtiyacamı cevap veremiyordu yoksa s.adamında belirttiği üzre osmanlı olur ya akıl ederde bir gün reform yaparsa bu sistemlemi kurgulardı .
bakınız bu sistem bize ne anlatıyor yine göreceksinizki sonuç kısmındanda kapatılış nedenini sanırım bulursunuz
Ahi Prensipleri Bize Neler Söylüyor?
Ahi’lik hakkında yaptığımız araştırmalar; Ahi’liğin bir şed kuşatma töreninden ibaret olmadığını, onun kendi şartlarında bir kalkınma modeli olduğunu göstermektedir[4]. Bu yönüyle günümüzün merkezi idaresine de ışık tutacağı kanaatindeyiz. Diğer taraftan çırak kalfa usta ve nihayet esnaf olarak kendi işini kurması aşamalarının gelişmiş ekonomilerde bilhassa Amerika’da geliştirilerek uygulandığını ve iş hayatının monotonluktan kurtarılarak insanların ümitlerini daima canlı tutarak onlardan daha çok verim aldıklarını görüyoruz. Ahi’liğin iş hayatına getirdiği ahlak prensibleri ile onu bir düzene soktuğunu “halk için azami üretim, nefs için asgari tüketim” prensibiyle arz talep dengesini ahlakın temeline yerleştirdiğini görüyoruz. Bugün bizler ahlak yasaları çıkarmaya çalışıyoruz. Ayıplı mallar hakkında verdiği hükümler tüketici haklarının o tarihte kollandığını kaliteye büyük önem verildiğini göstermektedir. Ayrıca mevcut iktisadi şartların kıskacında tüketim toplumuna dönüşmüş insanlara “ihtiyaçlar ve makuliyet ölçüsünde ifrat ve tefrite kaçmadan asgari tüketim” esasını getirerek onu bu dünyevileşme sarmalından kurtarmaya ilişkin öğütler vermektedir.
Farabi bu sistemi, sınıfların egemenliği değil, zayıfların korunması esasına dayandığını söylüyor. Yine bir başka yazar, ekonominin bir ahlak prensibi olmadan yaşayamayacağını söylüyor.
Kısaca; Ahi’lik Kırşehir’in (ve bu ülkenin) çağlara ışık tutan, daha iyi anlaşılması gereken bir hazinesidir. Değişik bir bakış açısı ile özellikle sosyolojik ve iktisadi açılardan Ahi’liğin yeniden yorumlanması gerekir..
Ahiliğin Meslek Örgütlenmesinin Özellikleri
Ahilik teşkilatı Yiğit, Ahi ve Şeyh olmak üzere üç dereceli bir düzene dayanır. Her kapı da üç alt dereceyi içerir. Bu dereceler şöyle sıralanır:
Yiğit, Yamak, Çırak, Kalfa, Usta, Ahi, Halife, Şeyh, Şeyh-ül Meşayıh
Bu sistemin en temel özelliği bir hiyeraşi yaratarak sosyal bir sevgi saygı düzeni oluşturarak kamu düzenini ta buradan sağlamaktır denilebilir. Birimler arasındaki bilgi, tecrübe ve zamana dayanan geçişkenliğin kişide oluşturduğu sıcak umut, ileride oluşacak iş güvencesinin yarattığı gelecek hakkındaki güven ortamı ve bağımsız ve sahiplenerek çalışmanın verdiği güven ve verimlilik. Bunlar, onun sisteme hem itaat etmesini ve bunu mutluluk duyarak yapmasını sağlıyordu. İşte ekonomik sistemlerin başaramadığı, birinin paylaşım diye tutturup üretimi ihmal ettiği, diğerinin üretim ve refah deyip paylaşmayı unuttuğu eksiklik ve haksızlıkları Ahi’lik çoktan aşmış, hem üretimi ve hem de paylaşımı hem fiat ve ücretin içine gizlemiş ve kanaatle asgari tüketim diyerek tasarrufu sağlamış ve bu artanı dağıttırarak onun yerine diğerinin harcamasına imkan vermiş ve sonuçta aynı para harcanmış ve ekonomiye dönmüştür. Bir farkla ki, fiattaki ucuzluk ve adalet ile parasal yardımlaşma ve halkın birbirini eşit görmesiyle, fakirdeki kin ve haset duygusu ile zengindeki hırs duygusunu törpülenmiş ve sosyal barış önce adalet sonra iyilik temeline oturmuştur. Adaletin iyilikten önce olması çok önemlidir. Ünlü bir ahlak yazarı olan Frenkama “Etik” adlı eserinde önce iyilik sonra adalet diyor. Ona şunu sormak lazım. Siz benim ücretimi tam ödemezseniz sizin yapacağınız iyilik bu haksızlık karşısında ne anlam ifade eder? Kuran da önce adalet sonra iyilik diyor. İşte bu sıralamayı rehber edinirseniz, bu, sizi çalıştırdığınız işçinin ücretini tam ödemeye ve sonrasında da onun daraldığında ona yardım etmeye götürebilir. Buradaki bütün incelik, diğerini eşit görmede yatmaktadır. Kölelik de “yediğinden yedir, giydiğinden giydir” emrinin gösterdiği “onu da eşit gör” emri ile eritilmiştir. Diğerini eşit görmeme, ikinci sınıf vatandaş ve toplumlar ihdas etme, benim gibi düşünmeyen tehdittir algılaması, tek tip insan yetiştirmeye kalkan toplum mühendisliği 20. yüzyılın hastalığıdır. Yeni anayasa taleplerinin altında yatan saik nedir?
ELİNİ, SOFRANI, KAPINI, AÇIK TUT; BELİNİ, DİLİNİ, GÖZÜNÜ, BAĞLI TUT
Diğer taraftan “Toplumsal sorumluluk, hizmette mükemmellik, Dürüstlük ve doğruluk, ortak yaşama” prensipleriyle, örgütlenme modeli, bugüne bile ışık tutmaktadır. Almanya’ya onların çıraklık eğitimini incelemeye giden Bakanımıza söyledikleri şey: Siz Kırşehir’e gidin, biz de oradan aldık” demeleri ne acıdır.
İktisadi olarak “nefs için asgari tüketim, halk için azami üretim” prensibi de bir arz talep dengesini ifade ettiği ve insanı dünyevileşmeden korumayı amaçladığı söylenebilir. Bu emrin ya da sloganın inceliği şudur: kanaat et, ihtiyacını ifrat ve tefrite kaçmadan, reklamlarla şartlanmadan, bir ihtiyaç ve makuliyet ölçüsünde belirle ve kalanını dağıt. Sürekli yatırıma ne fert olarak izin var ne de işletme olarak. Önce adil ol hak dağıt. Sonra hayır yap biraz da başkası harcasın. Sonuçta bütün para ekonomiye yine dönmüştür fakat fakirler de nefes almış ve hırs, kin garaz ve haset kalkmıştır. İşte şimdi barış ve huzur olabilir, insanlar makulü bulmuşlardır ve o insanları yönetmek de artık kolaylaşmıştır.
En meşhur sloganlardan biri de: “Hak ile sabır dileyip bize gelen bizdendir. Akıl ve ahlak ile çalışıp bizi geçen bizdendir” sloganıdır. Akılla; ilim ve mesleki bilgiyi, araştırmayı, sualle deşelemeyi, Aristo’nun maddeci aklıyla değil, İslam’ın fıtri aklıyla her şeyi sorgulamayı anlayabiliriz. “Bizi geçenin bizden olması” ise kırıcı ve öldürücü olmayan bir rekabeti ve ileri geçeni hazmettiğini göstermesi ilginçtir.
Bir talimat şöyledir: “bir derici dışarıdan (İstanbul’dan) gelip yüksek paha ile deri almasın” şeklindedir. Bu emir Anadolu’daki küçük sermayenin korunması anlamına gelmektedir. Bugün süper marketlerin sokaklara kadar kurulduğunu düşünürseniz esnafın köküne kibrit suyu döküldüğünü söylemenizde mahsur yok. Halbuki Belediyelerin tek yapacağı şey 200 araçlık bir park yeri şartı getirilebilseydi, onlar otomatik olarak şehir dışına çıkmak zorunda kalır ve küçük esnaf da yaşatılabilirdi.
Talimatlardan biri reklam yasağı ile ilgilidir. Dükkan sahibinin sattığı bir malın cinsi, kalitesi, özelliği gibi tanıtım bilgisinin dışında övgü anlamında bir ifadesi kesinlikle yasaktır. Bu yasak hatta bir müşterinin diğer müşteriye “ben beğendim” diye övmesinin de yasaklanmasına da şamildir. Günümüzde insanın, kapitalizmin, “pawlov’un köpeklere yaptığı “şartlı refleks” gibi TV reklamlarıyla şartlandırılarak tüketime, hatta borçlandırılarak “Al, tüketici kredisi al, bonus al” diye sokaklarda kurulan standlarda ayağına kadar gittiği, sürekli tüketimin köleleri haline getirilerek israfa yönlendirildiği düşünülürse, Ahiliğin insanı, tüketiciyi nasıl koruduğu daha iyi anlaşılacaktır. Borçla tüketim oltasına takılan ve sanki alış-veriş yaparken devlete sormuş gibi “ben kart mağduruyum” diye ağıtlar düzen kurbanlar mahalleyi bilinen şekilde ayağa kaldırmaktadır.
Kalitesiz mal üretene ya da hile yapana verilen cezaların ortak niteliği teşhir ifade eden bir ceza olmasıdır. Örneğin süte su katan birisi su kuyusuna ayaklarından bağlanıp baş aşağı sarkıtılmıştır. Suç işleyenler bir hafta veya bir ay işinden ve toplumdan uzaklaştırılıyor. Bu ağır bir ceza. Toplumda artık yaşayamaz. Bu cezanın bilinmesi ya da görülmesi son derece caydırıcı olacaktır. Bu günkü dükkan kapama cezası da aynı anlama gelebilir.
Ücretler
İşçi ve memur kesiminin emeğinin ücreti, kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu eşi ve çocuklarına yetecek ölçüde belirlenecek bir ücretten ibarettir. Bu ücretin kapsamı şu hadisle belirlenmiştir: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.”[5] demiştir. Burada emeği ile geçimini sağlayan kesimin makul bir süre içinde ulaşmaları amaçlanan hayat standardına dikkat çekilmiştir. Bunlar medeni bir yaşayışın gerekleri olup; gerçekleşmeleri iş ve mesleğin özelliğine ve toplumdaki örfe göre olur.
Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz’in (ö.101/720) işçi ve memurlara hitaben söylediği şu sözler de yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için de gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.”[6]
Osmanlı zanaatkar toplumunda ücretler bu bakış açısının da tesiriyle adaletten ve paylaşım ağırlıklı bir düşünceden dolayı yüksekti. Örneğin bir medresede okutan hoca 8 akçe, yazı (hat) öğreten 14 akçe, okutanın yardımcısı 4 akçe alırdı. Bu yüksekliğin, emek kapitalizasyonunun güçlenmesinde en önemli etken olduğu söylenebilir.
Bir çırağın ya da kalfanın ustasını terketmesi halinde onu hiç kimse işe almazdı, alamazdı.
Ya ahilik en ağır darbeyi nasıl yemiş işte gelmek istediğim noktada burası osmanlının yıkılışındaki en ağır darbelerden birisi bana göre
Osmanlı’nın Hammadde İhraç Edip, Mamul Mal Almaya Başlaması Esnafı Bitirdi
18. yüzyılda Batı’nın sanayi devrimiyle seri ve ucuz imalat dönemi başlayınca merkezi idarenin gümrük anlaşmalarıyla hammadde ihraç edip ucuz mamul mal ithal etmeye başlaması, hammadde fiatlarını artırdı ve pahalı hale getirdi. Bu ihraçla mamul mal ithalatı yapması da ithal mallarını artırınca hem maliyet artmış ve hem de satış zorlaşmış oldu. Böyle bir kıskaçta el işçiliği ve küçük atölye imalatına dayalı ekonomi hammadde fiatının artması nedeniyle hem hammadde bulamadı ve hem de pahalı olduğundan satın alıp kullanamadı. Ucuza gelen ithal malla rekabet şansı kalmayınca esnaf çöktü. Verilen kapitülasyonlar Osmanlı’yı açık Pazar haline getirdi.
Yeniçerilerin esnaflık yapmaya başlayarak devlet gücü ile mafya vari zorbalıklar yapması, rüşvet ve benzeri kötü işlere yönelmesi, ahi esnafın satış imkanlarının kalmayarak memurluğa geçmelerine yol açtı. Köyden gelen göçlerde eklenince, eğitim de zorlaştı ve ahlaki bozulma da iktisadi çöküşün yanında aldı başını gitti. Ahi liderlerinin seçiminin devletin onayına bağlanması da özgürlüğü zedeledi. Bu bozulma XV. Yüzyılda gayri müslimlerin de katıldığı Loncalara (Esnaf – Sanatkar Odalar Birliği)ne dönüşmeyle sonuçlandı. Yerel hürriyetler yerini merkeziyetçiliğe bıraktı. Devlet yetkilerinin artırılması rüşvet ortamını artırdı ve bozulma artarak devam etti. Tanzimatla serbest ticarete yönelinmesi ticaret imkanlarının yabancıların eline geçmesine yol açtı ve gedikler de kaldırıldı. Cumhuriyet döneminde de bir türlü istenen başarı elde edilemedi ve 1925,1943,1964,1972 de değişik kanunlar çıkarılarak yapılandırma çalışmaları yürütüldü ve Halk Bankası ve Bağ-Kur’un kurulmasıyla sosyal ve mali destek sağlanmaya çalışıldı ve bugüne gelindi.
Peki bu ihraç ürünleri bu ülkeye sokan kim ve hangi amaçla yapıldı.Biliyorlardıki zengin olma hayaline dayanmayan bu sistem bu yolla kolayca bitirilirdi.Osmanlının kapitalist ürünlerle tanışması ahi loncalarının sonu oldu.
şimdilik bu kadar ama konumuz ahilik değil bunun farkında olarak benzeştirdiğim masonluğun böyle ucube bir sonu olmaz örneğimin böyle bir anlamıda yok.
Aslında buradan çıkan tek bir sonuç var her ne iş yapıyorsan en mükemmeli ve kusursuzunu yap.Hakkaniyete dayalı toplum refahını öne alan uygulamalar ancak toplum düşmanları tarafından yok edilirler.Böylesi toplum düşmanları herhangi bir toplumu değil sadece kendisini düşünür.Bu konu bu forumda en çok su götüren konulardan biri eğer sadece merak ve bilgi üzerine tartışılırsa anlayarak ve işi sulandırmadan konu dışına çıkmadan yakın örnekler verilerek konuya bakılırsa.
Sizce böyle bir sistem olmuş olsa bu toplumda feodalizm olurmu?
yada tersten sorayım feodalizmin düşmanı bir sistemmidir?
saygılar