Hafız Esad'ın ölümünden sonra Suriye'de neler olacak? Hafız Esad'ın oğlu ve kardeşi arasındaki iktidar çelişkisi daha güçlü boyutlara varacak mı? Esad'ın otoritesi ile birarada tutulmuş bir "mozayik" olan Suriye'de iç karışıklar yaşanması olasılığı var mı? Bu sorular önümüzdeki günlerde sıkça tartışılacak.
Ancak, tüm bu belirsiklikler içinde, Ortadoğu'nun en etkili güçlerinden biri olan ve komşularının iç karışıklıklarına müdahale etmesiyle tanınan İsrail'in acaba bir hesabı var mı? Esad'ın ne kadar ömrü kaldığını hesaplamak için olmadık yöntemler kullanan Mossad, Esad sonrası Suriye için ne gibi bir plana sahip?
İsrail'in Korkusu
İsrail Ortadoğu'da bir Müslüman denizinin ortasındaki bir ada gibi yaşamaktadır ve varlığını devam ettirebilmesi, bu "bünye"nin zayıf ve pasif kalmasına bağlıdır. Şimdiye dek ABD'nin gücü sayesinde kendisine yöneltilen tehditleri kolaylıkla püskürtebilmiştir ama uzun vadede bu yeterli bir destek olmayabilir. 20 sene, 30 sene ya da 50 sene sonra, içinde yaşadığı Müslüman denizinin daha güçlenmiş, bütünleşmiş bir biçimde İsrail'i kuşatmayacağının herhangi bir garantisi yoktur.
Potansiyel olarak her İsraillinin beyninin bir köşesinde var olan bu korku, İsrailli psikoloji profesörü ve siyaset bilimci Benjamin-Beit Hallahmi'ye göre bir tür "Hıttin Sendromu"dur. Hıttin Savaşı, Kudüs'te kurulan ve bir asırdan fazla yaşayan Haçlı Krallığı'nın Selahaddin Eyyubi'nin orduları tarafından bozguna uğratıldığı savaştı. Büyük bir askeri güç sayesinde Batı'dan gelerek Kudüs'ü alan Haçlılar, sonuçta bünye tarafından kabul edilmeyen bir organ gibi, Filistin'den atılmışlardı. Aynı şeyin uzun vadede İsrail'in başına gelemeyeceğini ise kimse garanti edemez. Benjamin Beit-Hallahmi şöyle der:
"1187 yılındaki Hıttin Savaşı, bugün Ortadoğu'daki hemen hiç kimse tarafından unutulmuş değildir. Bu, Selahaddin'in Haçlı ordusunu yendiği büyük savaştır. Hıttin bugün İsrail'de, Taberiye yakınlarındadır. Ancak bu büyük savaşın yapıldığı yere, yoldan geçenlere bu tarihsel olayı hatırlatacak hiç bir işaret, hiç bir yazı konulmamıştır. Çünkü İsrailliler Hıttin'i hatırlamak istemezler, Hıttin hakkında düşünmek istemezler. Çünkü bu savaş, onlara Hıttin'in yeni bir benzerinin kendi başlarına gelebileceği ihtimalini hatırlatmaktadır." (Benjamin Beit-Hallahmi. The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why?. s. 248)
1973 yılında Suriye ve Mısır'ın İsrail'e ani saldırısı ile başlayan Yom Kippur Savaşı, Hafız Esad'ın siyasi geçmişinin en önemli olaylarından biriydi. üsste, savaşta yaralanmış Suriyeli askerler
Bu nedenledir ki, İsrail'in 1950'lerden bu yana temel mantığını hiç değiştirmeden uyguladığı strateji, Ortadoğu'daki Müslüman Arap dünyasını kendisine karşı birleşik bir cephe oluşturmaktan alıkoymaktı. Bu yüzden de, Müslüman Arap dünyasını birleştirmeye ve İsrail'e karşı hareketlendirmeye çalışan akımlar İsrail'in hep bir numaralı düşmanı oldu. Bu akımın ilk örneği, Mısır lideri Nasır'ın etkisiyle 1950'lerde başlayıp 70'li yıllara dek etkisini sürdüren anti-emperyalist ve sosyalist içerikli Arap milliyetçiliği dalgasıydı. 1980'lerde ise ikinci bir dalga, bu kez İslam dalgası İsrail'e karşı stratejik bir tehdit olarak ortaya çıktı. 90'lı yıllarda iyice güçlenen bu akım, bugün İsrail için bir numaralı uzun vadeli stratejik tehdidi oluşturuyor.
Peki ama İsrail kendisi için en önemli stratejik tehdit olarak gördüğü bu düşmana karşı ne tür bir bölgesel düzenleme peşinde? Yaşadığı coğrafyada, yani Ortadoğu'da komşularına ve diğer Arap ve Müslüman devletlere karşı nasıl bir strateji belirliyor?
Bu sorunun cevabı bulmak için öncelikle yakın geçmişe bir göz atmak gerekiyor.
İsrail'in Sömürgecilerle İttifakı
İsrail, kurulduğu günden itibaren kendisini tehdit eden "Hıttin Korkusu"na karşı kayıtsız kalmadı. Yahudi Devleti, bir Müslüman denizi konumundaki Ortadoğu'da hayatta kalabilmek için çok geniş kapsamlı bir "beka stratejisi" geliştirdi. Strateji, Ortadoğu ülkelerinin İsrail'e karşı birleşik bir cephe haline gelmekten alıkonulmasını öngörüyordu.
İsrail liderlerinin bu amaçla 1950'li yıllarda geliştirdikleri "çözüm", Ortadoğu'nun bir sömürge bölgesi olarak kalmasını sağlamaktı. İsrail Başbakanı Ben-Gurion, Ekim 1956'da Fransa ve İsrail liderleri arasında yapılan Sevr Konferansı'nda ortaya attığı Orta Doğu "yerleşim" planında şöyle bir öneri getirmişti:
"Ürdün'ün var olma hakkı yoktur ve bölünmelidir. Ürdün ırmağının doğu yakası Irak'a katılacaktır ve Arap mültecileri buraya yerleşecektir. Batı Şeria, özerk bir bölge olarak İsrail'e verilecektir. Lübnan, Hıristiyan bölümünün dengesini bozan Müslüman bölgelerden kurtarılacaktır. Irak, Doğu Şeria ve güney Arap yarımadası İngilizler'in olacaktır. Süveyş Kanalı milletlerarası olacak ve Kızıldeniz boğazları İsrail kontrolu altına alınacaktır." (Benjamin Beit-Hallahmi. The Israeli Connection. s. 5)
Kısacası Ben-Gurion, Ortadoğu'nun İsrail açısından güvenli hale getirilmesi için bazı bölgelerin İsrail tarafından işgal edilmesini, bazı bölgelerin de İngiltere gibi Batılı güçler tarafından yeniden sömürgeleştirilmesini istiyordu. Bölge tekrar sömürgeleştirilecek ve İsrail bu işin gerçekleşmesine yardım edecekti. Hayfa Üniversitesi'nden Benjamin Beit-Hallahmi, bu konuda şöyle diyor: "1950'lerin ilk yıllarından itibaren, İsrail liderleri Üçüncü Dünya'da ve Ortadoğu'da sömürgeciliğin yıkılmasına yönelik olarak yapılan her hareketin İsrail için bir tehdit unsuru olduğunun farkındaydılar ve buna göre davranıyorlardı." (Benjamin Beit-Hallahmi. The Israeli Connection. s. 5)
İsrail bu strtaji gereğince 1950'li yıllar boyunca Ortadoğu'daki sömürgeci güçlerle, yani Fransa ve İngiltere ile işbirliği yaptı. Fransa'nın Cezayir'deki bağımsızlık hareketini bastırmak için yürüttü kanlı savaşın ve müslümanlara karşı gerçekleştirdiği katliamların en büyük destekçisi İsrail'di. İsrail 1956'da ise İngiltere ve Fransa ile ittifak halinde Mısır'a saldırdı.
İsrail'in 1950'lerin başında tasarladığı ve uygulamaya koyduğu bu strateji, pek başarılı olmadı. Yahudi Devleti, yüzyılın ilk yarısında Ortadoğu'yu yönetmiş olan Batılı sömürgeci güçlerin bölgede tutunabilmesini sağlayamadı.