Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Bir Kayıkta Üç Kaçık - 1  (Okunma sayısı 3246 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Temmuz 22, 2010, 04:26:05 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay





Haziran ayı başlarında bir gün öğlene doğruydu. Sanırım yıl 1960 ya da 61. Yani üzerinden neredeyse yarım asır geçmiş; dile kolay. Sanki bulutlar üstündeymiş gibi, yarın yokmuş ve hiç olmayacakmış gibi, dertsiz, tasasız, umarsız yaşadığımız gençlik dönemi.

Dördümüz, bizim evin giriş katındaki küçük oturma odasına kurulmuştuk. Cemal, Arif Hikmet İyibilen, ben ve elbette bir de Soylubey...

Her böyle bu odada bir araya gelişimizde olduğu gibi, yine Cemal ile ben sigaralarımızı yakmıştık; Arif Hikmet İyibilen de ikimizi de alt edecek ölçüde duman çıkaran piposunu.

Hemen hatırlatayım… O tarihlerde şu sigara denilen illet şimdilerde olduğu gibi görülmezdi. Sıradan olmanın, olağanlığın da ötesinde, bir fiyaka gereğiydi. Herkes içmezdi elbette ama şimdilerdekinin tersine, ara sıra olsun bir iki nefes bile çekmeyen yadırganırdı. Hatta biz gençler, sigara içmeyen arkadaşlara “hanım evlâdı” ya da “muhallebi çocuğu” diye takılırdık.

Üçümüz, farkına varmadan duman altı olmuş, lâflıyorduk.

Soylubey, kendince gerektiğinde lâfa karışırdı. Yanında sigara içildiğinde pek aldırış etmese de, dumanı yüzüne üflerseniz sinirlenir, küser, çeker giderdi.

O gün hepimizin neyi vardı bilmem. Her birimiz sabahın köründen beri kendini çok kötü hissediyordu; buna Soylubey de dahil.

Benim çatlarcasına başım ağrıyordu. Cemal’in yüzü âdeta bir ateş topu gibi kıpkırmızıydı. (Onun suratı zaten hep tepesine kan basmış gibiydi ama şimdi alev alev yanıyordu sanki.) Arif Hikmet İyibilen ise midesinin bulandığından, ağzına geldiğinden şikâyetçiydi. Soylubey de üçümüzden farklı olmasa gerek ki, hep böyle durumlarda yaptığı üzere kollarını ve ayaklarını iki yana açmış, yüzükoyun uzanmıştı yere.

Bu odada oturduğumuz zaman hep ciddi konulardan söz ederdik. O gün gündemdeki konu da, şu sigara denen nesnenin insanın sağlığına ne kadar zararlı olduğuydu. Arif Hikmet İyibilen’e sorarsanız, bu sadece ikimizin sorunuydu; çünkü kendisi sigara değil, pipo içerdi. Ne fark ama!...

Yahu bir dakika durun... Söze bodoslamasına daldım. Önce size kimliklerimiz hakkında biraz bilgi vereyim.

Hangimizden başlasam?...

Peki, önce bendeniz...

Adım Yenal Yenergil... Doğma büyüme İzmirliyim. Anlatacaklarımın geçtiği sıralarda 20 yaşındaydım. İzmir İktisadi Ticari Bilimler Akademisi’nin üçüncü sınıfında okuyordum. (Not: Sonradan onun adı 9 Eylül Üniversitesi oldu.) Ailem hayli varlıklı sayılırdı. Söz aramızda, “varlıklı” demek biraz hafif kaçabilir hani... İzmir’in Alsancak semtinde, artık hemen hiç kalmamış, her birinin yerine bir apartman dikilmiş olan, o çeşitli çiçekler ve meyve ağaçlarıyla dolu bahçe içinde, çatısı ve bodrumu hariç iki katlı evlerden birinde otururduk.

İnsanın kendisini anlatması ne kadar da zormuş meğer. İlk kez başıma geliyor bu... İyi ki okulu bitirdikten sonra iş bulmak için öyle özgeçmiş falan gibi bir şeyler yazmak zorunda kalmadım. Babam beni şirketlerinden birinde uygun gördüğü bir pozisyona yerleştirivermişti.

Sonra ne mi oldu?... Sonrası konu dışı; geçelim…

Tamam. Hemen hakkımda ne düşündüğünüzü biliyorum. “İşte, tipik bir kompradorun şımarık oğlu.” diyorsunuz değil mi?

Aksini iddia eden mi var?

Hem biliyor musunuz, o kadar da değil. Ben oldum olası hiçbir oyunda, hiçbir yarışmada yenilmem. Başka her şeyi bir yana bırakın; adımın gereği bu ve ben de bu gereğe harfiyen uyarım. Yenergil ailesinin yenip alanıyım ben... Yenileceğimi bildiğim bir yarışma ya da oyuna hiç girmem; olur biter. Şayet ortasında kazanamayacağımı anlayacak olursam, hemen mızıkçılık eder, su koyverir,  tüyerim; fakat asla yenilmem.

Şimdi siz beni pek bir ukalâ mı buldunuz?

Hiç de değil... Asıl ukalâ öteki: Arif Hikmet İyibilen.

Acaba size bizi anlatmaya başladığımda dikkatinizi çekti mi, aklınıza takıldı mı bilmem; neden Cemal’e sadece “Cemal” deyip geçtim de, berikinin “Arif Hikmet İyibilen” diye baştan sona her iki adını ve soyadını birlikte yazıyorum?

Çünkü bu adam her zaman ve her yerde kendinden söz edildiğinde adının tamamının söylenmesinde ısrarlıydı. Bu onu tanığımdan beri öyleydi. Sırf “Arif” ya da  “Hikmet” hatta ona bir paye de vererek “Sayın İyibilen” bile deseniz, çok bozulurdu.

Üniversite öncesinde okulda hayli sorun yaratırmış bu adıyla bağlantılı tutkusu... Örneğin öğretmen «Arif, ayağa kalk.» dermiş. Bizimki, önce aldırış etmezmiş sanki başka birine söyleniyor gibi. Tekrarlanınca da hiç istifini bozmadan ve oturduğu yerden «Arif Hikmet İyibilen, efendim.» diye bir uyarı gönderirmiş öğretmene. Nezaketinden de geçilmezmiş hani. Hep öyleydi zaten. Öylesine öyleydi ki, bunaltırdı insanı. Üstelik iyi de öğrenci, çalışkan, her derste 9’dan aşağı not aldığı yok.. Bu nedenle öğretmenler de sonunda dize gelmiş. Günümüzde artık o kadar zorluk çekmiyor Sayın Prof. Dr. Arif Hikmet İyibilen.

Aslen Urfalı olup, o tarihlerde tıp fakültesinde okuyan bu arkadaşımız benden bir yaş küçüktü ama hiçbir zaman hiçbir konuda hiç kimseden aşağı kalmazdı. Adamın adının kapsamına bakın hele bir: Arif yani bilen kişi; Hikmet yani bilgelik; üstüne üstlük bir de İyibilen. Her şeyi ama her şeyi kendisinin en iyi bildiğini ileri sürerdi. Giyimi kuşamı da hep ona göreydi. Kordon’a piyasa yapmaya çıktığımızda bile kravat takardı bizim bu süper bilgiç, züppe.

Dolayısıyla çok zor geçinilirdi bu megaloman herifle ama aslında iyi çocuktu; bir de pipo içmeseydi... Hiç olur mu? Havası bozulurdu o zaman.

Burada odan her söz ettiğimde öyle uzun boylu “Arif Hikmet İyibilen” yazamam; kısaca “Ahi” deyip geçeceğim. Adının baş harfleri. Artık siz anlarsınız kimden söz ettiğimi.

Önceleri, ona kızdığım zaman eşek anırması gibi bir ses çıkararak, «Ahi, ahi!» diye dalga geçerdim. O hiç gocunmaz, hemen tarihte Anadolu’daki Ahiler’den söz etmeye, o topluluktakilerin meslek ya da zanaatlarında ne kadar hünerli, aynı zamanda nasıl dürüst ve temiz ahlâklı kişiler olduğunu uzun uzun anlatmaya girişirdi. Bilmem kaç kez dinlediğim hatta ister istemez ezberlediğim bu söylevden öyle usandım ki, sonunda pes ettim ve her keresinde onun istediği gibi adının tümünü söyleyerek kendimi kurtardım.

O bunun benim açımdan bir kurtuluş olduğunu bilmiyordu. Bilse de fark etmez, daha da gururlanırdı.

Gelelim Cemal’e... Cemal Akdeniz, safkan Karadenizliydi. Soyadına değil suratına bakın; nereli olduğunu hemen anlardınız. Bana sorarsanız tam bir lâzdı. Fakat işte o da kendisine “lâz” denince bozulurdu. Efendim neymiş, her Karadenizli lâz değilmiş; Lâzlar bölgenin bilmem neresindekilermiş. Dolayısıyla her Karadenizliye “lâz” denilmesi yanlışmış.

Ahi’nin ukalâlığından mı etkilenmişti bu da ne?... Ders vermeye kalkışıyordu insana “lâz” konusuna değinilince.. Oysa hayli alçak gönüllüydü bizim Cemal; Ahi’nin tam tersi bile diyebilirim... Zaten öyle olmasaydı hiç dayanabilir miydi ötekine?

Ahi ikide bir Cemal’i alaya almaya bayılırdı, «Sen Türk değilsin. Rum asıllısın. Pontus oğlusun.» diye. Beriki ise pek aldırmaz ve ona «Kötü mü da?... Hiç olmazsa soyumu sopumu taneyrum.» diye oturturdu. (Her zaman değil de, arada sırada dili çalardı Karadenizli şivesine.) Çünkü Ahi’nin gerek ana gerek babasının, bir de onların ana ve babalarının Urfalı olduğu, sonradan İzmir’e yerleştikleri belliydi de, ondan öncesi kuşkulu. Cemal «Say bakayum kaç kuşak bileysun atalarinu.» diye üzerine gittiğinde, beriki hemen lâfı değiştirirdi. Cemal de bir başladı mıydı dedesinin büyük dedesine kadar ve her birinin kardeşlerini de kapsayan şeceresini sayıp dökmeye, zor sustururdunuz.

Benim ailem mi?... Dedim ya İzmirliyiz diye… Öncesi karışıktır; Annem Çerkes asıllı, babamın ailesi bir zamanlar Selânik’ten göç etmiş. Ne bileyim ben; o kadar önemli değil.

Hazır konu soydan söz açılmışken, elbette Soylubey’e değinmeden geçemem.

Beyliği tamam; erkek oluşundan ileri geliyor ama niçin soylu?

Çok soyluydu da ondan... Hem öyle çok soyluydu ki, başka herhangi bir köpekte bu kadar çok soyun karışmış olduğunu zor görürdünüz. Kanişi, terieri, finosu, kokeri, setteri, papillonu, daha ne bileyim, küçük boy olanlarının birçoğunun karmasıydı. Hepsini birden temsil ediyordu. İsterseniz “sokak köpeği” diyebilirsiniz.

Nitekim bir gün Cemal onu sokakta bulup getirmişti. Bu yüzden onun köpeği sayılmalıydı ama dedim ya, alçak gönüllüydü Cemal ve bu konuda da hiç ısrarcı olmamıştı; o hepimizindi. Adını ise elbette Ahi koymuştu. Cemal hiçbir zaman ; «O benim köpeğim.» demedi. Zaten Soylubey de bizim evin bahçesine yerleştirdiğimiz kulübesinde yatıp kalktığı için daha çok beni tanımıştı “sahibi” olarak.

Cemal yaşça en büyüğümüzdü. Ailesi çiftçiydi. O tarihlerde isteğiniz üniversiteyi ve branşı öyle birtakım kurslara falan gitmeden, zorlu sınavlardan geçmeden seçebilirdiniz. Cemal ziraat mühendisi olmalıydı ki ailesine bir yararı dokunsun. Bunun için memleketine en yakın yer Ankara’ydı. Ancak yakın akrabalarından biri İzmir’e yerleşmiş olduğu için, yardımı olur diye buraya gönderilmişti. Hep çift dikiş gitmişti. O sırada hâlâ üçüncü sınıftaydı. Üstelik bir önceki sınıftan takıntısı bile vardı. Ne yapsınmış da? O bizim gibi efendi oğlu değilmiş ki!... Yurtta doğru dürüst ders çalışamıyormuş; ancak bu kadar olabiliyormuş. Zaten okul bitince askerlik ve sonra da memlekete dönüp tarlada ter dökmek varmış da! Şimdi ne diye sıkıntıya soksunmuş ki kendisini? Böylesi daha rahat değil miymiş?

Bütün bilgi gerektiren konular Ahi’ye sorulurdu. El becerisi isteyen her şey, mühendislik okuduğu için Cemal’e düşerdi. İş paraya gelince, o da benim alanımdı.

Peki, Soylubey ne yapardı?

Ha bakın, onun görevi belki de en önemli sayılırdı. Çünkü sık sık bir şeylerimizi kaybederdik. Olmadık, akla gelemeyecek bir yere düşmüş olan o şeyi ancak Soylubey bulabilirdi.

Tamam. Size bizi yeterince anlattım. Bundan elli yıl kadar önceki üçümüzü şöyle böyle de olsa tanıdınız. Soylubey ise çoktan öldü elbette; ne kötü köpeklerin en çok 15 yıl kadar yaşaması.

Peki, nasıl olmuştu da biz üçümüz bir araya gelmiş, çok iyi arkadaşlık kurmuş, ders ve uyku saatleri dışında birbirimizden ayrılamaz olmuştuk?

Bakın, orasını düşünüyorum, zihnimi iyice yokluyorum ama hatırlayamıyorum.

Sanırım anlatacağım şu maceramızın da hatırlayamadığım için sözünü edemeyeceğim daha bir sürü ayrıntısı vardır. Kusura bakmazsınız, değil mi?


ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Ekim 28, 2015, 11:57:54 ös
Yanıtla #1
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 856
  • Cinsiyet: Bayan

Bizim okulda da da karma insan cok ; Finlandiyalisindan tutun da Tuncelilisine, Egelisine kadar. Bence ne kadar cok cesitli kultur biraraya gelirse o kadar iyi, tanisip kaynasma, diger ulkelerin ya da yorelerin geleneklerini ogrenme... Kultur birikimi bir sure sonra kisinin hayat standartlarinin degismesine katkida bulunuyor.

Saygılarımla
Adequatio intellectus et rei


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
1 Yanıt
4723 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 20, 2010, 03:04:27 ös
Gönderen: popperist
0 Yanıt
2740 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 27, 2010, 03:00:04 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2966 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 28, 2010, 06:51:48 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2708 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 30, 2010, 05:08:09 ös
Gönderen: ADAM
3 Yanıt
4299 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 16, 2011, 07:25:15 ös
Gönderen: oya
0 Yanıt
2342 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 05, 2010, 05:41:14 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2926 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 08, 2010, 09:40:42 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2374 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 16, 2010, 10:47:13 öö
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
3934 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 12, 2016, 04:15:04 ös
Gönderen: Herakles