Bu konuya biraz daha devam etmek istiyorum… Belki böylece şu son paylaşımlara da biraz eğilmiş olabilirim.
Her ne kadar düşünme etkinliği insanda doğuştan gelme bir içgüdü ise de, insan beyni doğal olarak tembeldir; herhangi bir sorunun anlaşılma ve çözümünde en az zorlukla karşılaşacağı yolu tutmaya yönelir.
Beyin tembelliğinin olağan düzeyde olduğu bir insanın düşünce evreni, sorup araştırmadan kabul ettiği ve sımsıkı sarıldığı inançlarla doludur.
Sıradan bir insan, kendi düşünce evreni kapsamında iyice alışmış olduğu düzeni alt üst edecek her şeye karşı bilinçsizce düşmandır. Hele körü körüne bağlandığı inançlardan bazısı ile kaynaşamayacak bir yeni düşence ile karşılaşırsa dehşetli tepki gösterir çünkü bu yeni düşünceler kafa yapısına değişik bir düzen vermeyi gerektirecektir.
Bunu gerçekleştirebilmek ise oldukça zor bir iştir; çünkü büyük ölçüde beyin gücü harcama sıkıntısına katlanma gerekliliği vardır. Oysa nedeni, nasılı ve niçini araştırılmadan kabul edilmiş düşünceleri korumak çok daha kolaydır; üstelik rahat.
Böylece, sıradan bir insan ve toplumların büyük çoğunluğunu oluşturan onun gibiler, yerleşmiş inançlarının ve alışkanlıklarının doğruluğuna kuşku konduran tüm yeni düşünceleri kötü görür. Bunlar, hiç de hoş olmayan, yadırganan şeylerdir.
Düşünme tembelliğinden doğan yadırgama, bir sonraki aşamada korku duygusu ile karışınca, nefrete dönüşür.
İnançları koruma içgüdüsü, bunların yapısındaki herhangi bir değişikliğin, toplum düzenini temelinden sarsacağı endişesiyle sertleşir. Devleti etkisi altına alır ve giderek tutucu (muhafazakâr) bir doktrinin kurulmasına önayak olur.
Bir devletin, onu oluşturan insanların gönenç ve mutluluğunun, ancak gelenek ve görenekleriyle anlayış ve yöntemlerinin korunması suretiyle sürdürülebileceği inancı, yakın geçmişte ve sadece bazı ülkelerde terk edilmeye başlanmıştır.
Olanı olduğu gibi koruma içgüdüsü ve onun sonucu olan tutucu doktrin, batıl olarak da nitelenen kör inançlarla da güçlendirilir.
Toplumsal yapının tüm geleneklerinin ve törelerinin dinsel inançlarla sımsıkı bağımlı olduğu ve böylesinin tanrısal katman korunduğu tartışmasız kabul edilince, sosyal düzen üzerindeki herhangi bir eleştiri, artık dine karşı saygısızlık sayılır. Hele dinsel inançlar bilimsel ve akılcı yolla irdeleniyor ve kurumlar eleştiriliyorsa, bu durum Tanrı’nın buyrultusuna düpedüz meydan okumak olarak nitelendirilir.
Artık o tutucu doktrinin etkin olduğu yerlerde yeni düşünceler yadırganmakla kalmaz, çok zararlı hatta tehlikeli görülür. Kabul edilmiş olan ilkelerin nedeni, niçini ve nasılı hakkında uygun görülmeyen sorular soran her insan, kötü ve topluma zararlı bir kişi hatta bir hain sayılır.
Yeni ve özgür düşüncelere düşmanlık kazandıran bu şekildeki sosyolojik ve psikolojik etkenler, toplumda sözü geçen ve kişisel ya da sınıfsal çıkarları yerleşmiş düzen ile ona destek olan düşüncelerin sürdürülmesine bağlı olan insan ve kurumların eylemsel karşı çıkışları ile, sonunda devlet ve ülke teokratik düzenin yörüngesine oturtulmuş olur.
Düşünce özgürlüğüne engel olan bu etkenler, tarih boyunca gelişme içindeki toplumlardaki değişim hızını yavaşlatmış, bazı toplumlarda ise gelişmeye - özellikle de bilimsel ilerlemeye- kesinlikle engel olmuştur.
Çağımızda tutucu güçler, devrimci düşüncelerin gelişmesini ve yayılmasını engelleme olanağına sahip olamasalar bile, köstekleyici etkileri sürmektedir. Yeni bir özgür düşüncenin can sıkıcı, rahat kaçırıcı hatta tehlikeli olduğuna inanmış olanlar ne yazık ki hâlâ çoğunluktadır.
Düşünce özgürlüğünden yana olduklarım söyledikleri halde, söylemleriyle eylemleri farklı olup özgürlükleri sınırlamak isteyenler, genellikle toplulukların yöneticileri ya da bu yöneticileri etkileyebilecek nitelikte baskı olanağı bulunan kişi ve kuruluşlardır. Yönetim sorumluluğunu üstlenmiş olanlar, topluma aykırı eylemlerin işlenmesini yasaklamak ve cezalandırmak nasıl görevleri gereği ise, zararlı ve tehlikeli gördükleri ya da öyle olduğuna inandırıldıkları düşüncelerin yayılmasını önlemenin de kendi üstlenmiş bulundukları yükümlülüklerinden olduğunu ileri sürer.
Bu yöneticilere göre; bir kimsenin, toplumun genel inanç, töre, görüş ve benimseyişlerine aykırı düşünceler üretip yayması, başkasının malını çalmak çok daha kötü ve çok daha zararlıdır; çok daha büyük bir suçtur.
Bunlar günümüzün olguları değildir. Avrupa’daki Orta Çağ karanlığının olguları ile sınırlı da değildir. Devlet yönetimini elinde tutan bu gibiler ile geniş halk kitlelerini etkileme olanağına sahip olan sınıfların, düşünce özgürlüğünü sınırlama çabalarına, bu özgürlüklerin en geniş göründüğü Antik Grek uygarlıkları döneminde bile rastlanmaktaydı. Ancak gelin o tarihsel olguya değinmeyi şimdilik daha sonraya bırakalım da, önce şu anlattıklarımı bir sindirmeye ve değerlendirmeye çalışalım.
Bu arada…
Buradaki başlıktan ayrılmış değiliz. Fikri hür ve vicdanı hür bin nesil oluşturmanın zorluğunu görebiliyor musunuz? Zorluğun özellikle hangi noktada düğümlendiğini fark edebiliyor musunuz?