Sayın Yalçın Kaya’nın Batı’nın İki Yüzü adlı çalışmanın ilk kitabında bir sonraki aşama tolerans kavramının çağlar içindeki değişimi üzerine. Şöyle deniyor:
Düşünce tarihi boyunca tolerans kavramı kadar değişik içerikli, çeşitli anlamlar verilmiş kavram pek azdır.
Uzun yıllar, tolerans kavramı salt din ve vicdan özgürlüğü açısından incelenerek değerlendirilmişti.
Oysa günümüzde bu kavramı salt o ölçüde incelemek, kısır bir çalışma olur.
Konuyu özellikle “düşünce özgürlüğü” bakımından incelemek ise, hem açılımını genişletmek hem günümüz toplumlarında yaşanan bazı sorunlara değinmek bakımından önem kazanır.
Nitekim tarihsel süreçte dinsel toleranssızlığa yalnızca farklı bir din anlayışı olan inan sahipleri değil, birçok filozof ve bilgin de uğramıştır.
21. yüzyılın ilk yıllarını yaşadığımız günümüzde, tolerans felsefesi incelenirken, işin içine ırk ve cinsiyet ayırımcılığı yanında etnik köken ve sınıfsal ayrımcılık, insan haklarının zedelenmesi, çocuk haklarına karşı umursamazlık, politik ve sosyal baskı, sömürgecilik ve emperyalizm gibi konuları da katmak gerekiyor.
Toleransın ne olduğunu ve ne olmadığını elden geldiğince belirli bazı çizgilerle ortaya koymaya girişmeden önce, konu başlığını yakından ilgilendiren “düşünce özgürlüğü” gibi önemli bir kavrama değinmek, düşünce-düşünme özgürlüğü ile tolerans ilişkisini irdelemek hem yararlı hem de gereklidir.
Böylece Sayın Yalçın Kaya düşünce özgürlüğünde toleransın önemi üzerinde bilgi üretimine geçiyor ve şunları anlatıyor:
Birçok düşünür, günümüz toplumlarında din ve vicdan özgürlüğü sorununun düşünce ve düşünme özgürlüğü kavramı içerisinde incelenmesi gerektiğini, bu nedenle de din özgürlüğü ile düşünce özgürlüğü arasında ayırım yapmanın gereksizliğini ileri sürmektedir.
Birey ve kurumların töresel, dinsel, sosyal, siyasal alanlarla ilgili her türlü düşünce, kanı, benimseyiş ve görüşlerini serbestçe dile getirip yaymalarına “düşünce özgürlüğü” denilecek olursa, bu düşünürlerin savında haklılık payı var demektir.
Bir toplumun, yasalar aracılığıyla özgürlük kuralını benimsemiş olması, onun bu özgürlüğü ne denli gerçekleştirmiş olduğu üzerinde bize bir fikir vermez. Sınırsız özgürlük isteyenlerin, toleransı küçültücü bulanların göz ardı ettikleri nokta da budur.
İdeal ve biçimsel (formel) bir ilke olarak özgürlük, ancak bir dereceye kadar gerçekleştirilebilir ve bunun derecesini de her toplumun sosyokültürel yapısı belirler.
Nitekim bu bakımdan çeşitli demokrasiler arasında büyük farklar olduğu gibi, belli bir demokrasinin kendi içinde de sürekli bir gelişme, hiç değilse değişme vardır.
Bu bağlamda tolerans, özgürlük ilkesinin somut içeriğidir. Eş deyişle, özgürlük ilke olarak bir insan hakkı, üstelik sınırsız bir hak olarak düşünülebilir.
Ancak, bu hak gerçek yaşamda kişiye saltık (mutlak) ölçüde verilemeyeceği için, sınırlı bir hak olarak kalmak zorundadır. Bu sınırlılık, aynı toplumdaki diğer kişi ve kurumların eş düzeydeki özgürlüğünden ileri gelir.
Burada önemli olan bir nokta da, bu sınırsızlığın ontolojik bakımdan olanaksızlığı değil, daha çok sınırlarının her toplumun önce kendi kültür yapısına, sonra da toplumun içinde bulunduğu tarihsel koşullara göre değişmesidir.
Örnek olarak çeşitli demokrasilerin, dinsel ve töresel inançlarından ötürü savaşa katılma görevinden kaçınan kimseler karşısındaki tutumlarını ele alalım...
Hepsi de ilke olarak vicdan özgürlüğünü benimsedikleri halde, her demokrasinin bu konudaki davranışı başka olacaktır.
Birinde bu tür kimseler geri görevlere verilirken, bir diğerinde yurttaşlıktan çıkarılacak, bir başkasında ise belki de vatan haini ilan edileceklerdir.
Bundan şu sonuca varılır: Her demokrasinin özgürlük ilkesini kendine göre bir anlayış ve yorumlayış biçimi vardır ve bu yorum biçimi zamanla değişebilir.
Bir toplumda özgürlüğe çizilecek sınırları o toplumun dinsel, töresel, siyasal kanı ve görüşlerinin tümü belirler.
Bu şu anlama gelir: «Düşünce özgürlüğüne toplum düzenini tehlikeye düşürmeksizin ne dereceye kadar göz yumulabilir?» sorusu, özgürlük ilkesini gölge gibi kovalar. Toplum düzenini sağlamada, dinsel inanç ve uygulamaların hiç önemi kalmadığına kanı getiren bir düşünüş, sınırsız bir din özgürlüğü bayrağını açabilir. Ancak bunun bizi düpedüz sınırsız düşünce özgürlüğüne götürebileceğini sanmak bir kuruntudur. Toplum, sosyal düzenin ayakta kalabilmesi için, belli birtakım değerlere ve pratik kurallara dayanmak zorundadır; düşünce özgürlüğünün sınırları bu kurallarla belirlenir.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz:
“Saltık özgürlük diye bir şey yoktur. Özgürlüğün dereceleri ya da aşamaları vardır.”
Kuşkusuz demokratik düzenler diğer tüm düzenlere göre çok daha özgür bir ortam hazırlar ama onlarda da bu özgürlük sınırsız değildir. Örneğin hiçbir demokrasi, antidemokratik öğretilere göz yummaz. Ayrıca her demokrasinin özgürlük sınırları zamana ve duruma göre değişime uğrayabilir. Devlet, savaş, terör ve başkaldırma gibi toplum düzeninin darmadağın olma tehlikesiyle karşılaştığı durumlarda, bu sınırları bile bile daraltabilir.
Buna karşın, demokratik yönetimler, düşünce özgürlüğünün sınırlarını elden geldiğince genişletmeye her an hazır olmalıdır. Bunun koşulu da, demokrasi ve özgürlüğün varılmış bir erek olarak değil, sonsuz bir ülkü olarak görülmesi yani toleransın siyasî bir erdem sayılmasıdır. Böylece tolerans, zorla tanınan eksik ve sınırlı bir hak olmaktan çıkıp, daha fazla özgürlük yolunda bir kılavuz. bir erdem haline gelir.
Gerçekleri, aklının zorlamaları ile parça parça yakalamış olan bir kişinin kafa durumu ile bir esinle, bir Kilise ya da ruhban kişi tarafından “yaratılmış doğru”yu edinmiş kimsenin kafa durumu arasında her zaman bir çatışma olagelmiştir.
Kafaları gibi duyguları da ayrı olan insanların, toplulukların arasında da çatışma oluşur. Bu çatışmalar zaman zaman uzlaşma ile sonuçlanıyor ise, bu ortamın adına tolerans ortamı diyebiliriz.
Özgür düşünce, tolerans ve bağnazlık arasındaki savaşım, çeşitli cephelerde günümüze değin gelmiş ve devam etmektedir. Bir anlamda günümüzün modern toplumlarında tolerans doğal bir hak olarak vardır ve yasalara girmiştir. Ancak bir hakkın yasalara girmiş olmasının onun kullanılması bakımından bire bir yarar sağlamadığı da açıktır.
Batı toplumlarında öğretim ve bilgilenme düzeyi yükseldiği oranda toleranslı bir ortam ortaya çıkmaktadır ama bu tolerans, ulusal ve kişisel çıkarlar ön plana geldiğinde dikkate alınmaz. Laik ya da seküler yönetim biçimleri, yasalar çerçevesinde kişilere toleranslı bir ortam hazırlar ama bu hazırlık, toplumun çeşitli kesimleri arasında gerçek anlamda bir tolerans ortamının doğmasına yetmeyebilir.
Bilirsiniz, ara sıra foruma bir aktarımda bulunan bir üyemize şöyle bir soru yöneltirim: “Bu öylesine bir aktarma mı yoksa bunun arkasında duruyor musun?”
Bu sorunun nedeni, bu yazıyı sanki aktaranın öz yazısıymış gibi irdeleyip eleştirebilmek.
Şimdi siz sormadan ben söyleyeyim. Ben Sayın Yalçın Kaya’nın bu deyişlerini üstleniyorum. Bu aktardıklarıma katılmıyorsanız, beni istediğinizce, üstelik acımasızca eleştirebilirsiniz.
Bundan sonra Sayın Yalçın Kaya tolerans konusuna bir başka açıdan giriş yapıyor. Onu ise belki bir başka başlık altında ele almak sanırım daha doğru olur. Ne de olsa konuyu Masonluk başlığından bağımsız kıldık. Ancak masonlukta tolerans pek önemli bir ilke olarak benimsendiğine göre, bunun pek sakıncası olmamıştır diye düşünüyorum.