Helen Dünyasında Düşünce Özgürlüğü
18. yüzyılın ünlü İskoç tarihçi düşünürlerinden David Hume, “An Enquiry Concerning Human Understanding” (İnsan Anlayışı Üzerine İnceleme) adlı yapıtında Helen-İyon kültürüne şöyle övgüde bulunur:
“Bırakınız dinsel toleransı, sözcüğün en geniş anlamıyla düşünme özgürlüğü kavramının ve ilkesinin dünyaya Helen-İyon kültürünün bir armağanı olduğunu kabul etmemiz gerekir.”
Helen toplumu, yapısı bakımından günümüzün liberal ve demokratik toplumlarına benzemez. Üstelik toplumsal ve siyasal özgürlükler yasalarla dile getirilip, toplumsal yaşamın kuramsal temeli haline gelmiş de değildir. Düşünce özgürlüğünün, Helen kültürünün içinde geliştiği doğal hava gibi bir şey olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu o denli doğal bir olgudur ki, Sokrates bile savunmasında, düşünce özgürlüğüne yapılan bir karışmanın konusunu açmaz.
Düşünce özgürlüğü açısından Antik Helen dini de hiçbir zaman engel oluşturmamıştır. Bunun nedenini Helen dininin bir kültür dini oluşunda bulabiliriz.
Aslında her din belli bir kültürün ürünü sayılabilir ama kültür ile din etkileşimi her zaman uyumlu olmayabilir. Örneğin düşünsel gelişmenin birdenbire hızlandığı dönemlerde, kültür ile din arasında çatışmalar yaşandığı görülür. Zaten bu çatışma olmazsa düşünce ya da vicdan özgürlüğünden söz etmeye gerek kalmaz. Dinin, kültürün gelişmesine ön ayak olduğu kadar, çokça ona engel olduğu da bir gerçektir. “Helen aydınlanması” denilen, özellikle dinsel düşünceye taban tabana karşıt felsefesel düşüncelerin ortaya çıktığı bir dönemde bu ülkede din ile kültür arasında kayda değer çatışmalar yaşanmamıştır.
Felsefenin doğal gelişimiyle birlikte Olimpos tanrıları artık gerçekliklerini yitirmişti. Dünya, tanrılardan sıyrılmıştı. Halkın inanıp bağlandığı din de bir mitoloji biçimine dönüştü.
Tanrıların birer insan yaratımı ve hayali olduğunu söyleyen Ksenophanes’ten olayları doğa yasaları ile açıklamaya çalışan Antik Çağ materyalist düşünürlerine dek, günümüz Batı dünyasına ışık tutmuş felsefe okulu ve sistemlerinin gelişmesinde dinsel engeller olmadığı görülür.
Kimi düşünürlerin ileri sürdüğü gibi, mit, destan ve mantık arasında bir kaynaşma hatta bire bir eşlik olduğunu söylemek abartılı olur ama gene de Helen düşüncelerinin pek çoğunun dine ve teolojiye aykırı olduğu da açıkça bellidir.
Helen düşüncesinde metafizik, teolojiden çok bilimsel düşünceye yakındır. Bu nedenle de Jacob Burckhardt, İlk Çağın Helen-Roma dinlerine “kültürün tanrılaşması” adını vermiştir. Kültürün tanrılaşması yoluyla ortaya çıkan Helen dininin, sanat ve düşünce yaratımlarına engel olmaması da doğaldır. Helen düşünürleri sıkı ahlâk kurallarına değer verir ama “öteki dünya” ile ilgili ya da “ruhun kurtuluşu” gibi kaygıları pek yoktur.
Helenlerin din bilinci daha çok doğaüstü bir kavram olan “moira” (yazgı) düşüncesine kadar yükselmişse de, günah bilinci, ruhun kurtuluşu kaygısı onları rahatsız etmez. Söz gelişi, Yahudiler ile Helenler arasında büyük bir dünya görüşü ve yaşam uçurumu var gibidir.
Romalılar da bir bakıma Helenlere benzer. Helen-Roma dininin bu tinsel sığlık ve gevşekliği, ileri yıllarda Hıristiyanlığın yükselişini kolaylaştırmıştır.
Genel yaşam koşullarının bozulmaya yüz tutması, ardından ekonomik ve siyasal dengelerin altüst olması, Helen insanının yaşama ve kendine karşı duyduğu güveni, sonunda bu sanat-kültür dininin saflığını yitirmesine neden olmuştur. Jacob Burckhardt’a göre, Hıristiyanlığın öteki dünya inancı, Hıristiyan imparatorların yardımıyla, bu kültür-sanat dininin hakkından gelmiştir.
Kuşkusuz, tarihin çeşitli dönemlerinde başka ülkelerde de büyük, yaratıcı, çığır açıcı kişiler yaşamıştır. Ancak, devlet ve kamu yaşamının yanı başında, toplum otoritesinin uzanamadığı kendine özgü yaşama alanı, devletin ve dinin karışmadığı bir düşünce çevresi olan özgür birey, ilk kez İyon siteleri ile Atina’da gelişmiştir. Bu gelişmenin coğrafi, etnik, siyasal ve ekonomik etmenlerini açıklamak da olanaklıdır. Kısaca ticaret ile koloniciliğin bunda büyük payları olduğunu söylemek gerekir.
Jacob Burchardt gibi araştırmacılar, demokrasinin doğuşunun burada olmasını, devletin kültüre egemen olmasıyla, daha da önemlisi kültürün devlete egemen oluşuyla açıklamaktadır.
Helen düşüncesinin bu yoğunlukta gelişmesini, devletin bilgi ve eğitime verdiği önemle açıklamak olanaksızdır. Kaldı ki devletin bilgiye karşı gösterdiği ilgisizliğin yer yer düşmanlık biçimine bile dönüştüğünü biliyoruz. Buna karşın, filozof ve bilginlerin Helen felsefesini bu denli yüceltişini ancak sınırsız bir düşünce özgürlüğü ortamının varlığıyla açıklayabiliriz.
Yeri gelmişken, çoğu Batılı araştırmacının bir türlü yere göğe sığdıramadığı Helen demokrasisinin “demos”tan çok “aristos”a yani halktan çok soylu azınlığa dayandığını, aslında orada demokrasiden çok aristokrasi olduğunu belirtmemiz gerekir.
Helen sitelerindeki eğitmenler rahipler değil, filozoflardı. Siyaset adamlarının ders aldığı Sofistler bir yana, ilk Helen filozofları hem doğa araştırıcısı hem kentlerin danışmanı, birer yol göstericiydiler. Jacob Burckhardt gibi araştırmacılar, dinsel düşüncelerdeki bu gevşeklik ve zayıflığın, felsefenin gelişmesinde önemli bir etken olduğunu öne sürer.
Dünyanın hiçbir toplumunda özgürlüğün insanlara düpedüz bağışlandığı görülmemiştir. Her olumlu değer gibi özgürlük de kavga ve savaş hatta başkaldırma ve devrim ile elde edilmiştir.
Bu nedenle Helen-İyon dünyasındaki düşünce özgürlüğü elbette mantar gibi kendiliğinden yerden bitmiş değildir. Ancak Helen düşüncesinin çeşitliliği ve bolluğunu, kimisinin de toplum düzeni için yıkıcılığını göz önüne alırsak, sayıları pek az da olsa bazı baskı ve kovuşturmalar bir yana, Helen insanının geniş bir düşünme özgürlüğünü tattığını rahatça söyleyebiliriz.