Masonlar.org - Harici Forumu

Inanc => 3 Buyuk Din => Islam => Konuyu başlatan: ADAM - Eylül 06, 2010, 06:10:34 ös

Başlık: İslâm’da Ticarî İlişkiler -1
Gönderen: ADAM - Eylül 06, 2010, 06:10:34 ös




İslâm’ın doğduğu Mekke’nin, Arap Yarımadası’nda ticaret yolları üzerinde oluşu, çeşitli Arap kentlerinde kurulan panayırlar, o tarihlerde bu çevreyi canlı birer ticaret merkezi haline getirmişti. Mekke, kuzey-güney ticaret eksenini geçen tüccarlar için bir pazar ve konaklama yeriydi.

Kureyş kabilesinin, İslâm’ın gelişinden önce bu bölgenin ekonomisinde merkezî bir rolü vardı. Tarıma hiç de elverişli olmayan bu coğrafyada ticaret; yaşamı yönlendiren temel öğelerden biriydi.

Böyle bir toplumda yaşayan Hz. Muhammed de amcalarının yanında ve çok erken bir yaşta ticarete başlamış, çok yerlere çok kez gidip gelmişti. Bu seferler ve ticaretteki davranışlarından ötürü “el-Emîn” yani güvenilir kişi sıfatını kazanmıştı. Ekonomik yaşamıh alabildiğine kirlendiği bir rönemde ticarette dürüstlüğün, helâl kazancın örneği olmuştu.

Zengin bir tüccar olan Hz. Hatice ile evlendi. Hz. Hatice, eski kocasının yeğeniyle ortak olarak Hz. Muhammed’e kendi hesabına ticaret yapma olanağı verdi.

Kuran, yaşama ticaretin egemen olduğu bir toplumda inmeye başladı. Onların Allah’ın iletisini daha iyi anlamaları için, ahirete ilişkin kavramlarda bile ticaretle bağlantılı terimleri kullandı.

Aynı dönemde Batı’daki Hıristiyanlığın aksine İslâm’ın ticaret ile bağlantılı olmak üzere olumlu bir tutum alması, hiç de şaşırtıcı olmamalı. Putperest Arap toplumunda olağan bir etkinlik olarak kabul gören ticaret, İslâm’ın ortaya çıkışıyla eğişime uğramadı.

Kuran’da Allah, ticarî kazancı takdir eder. Örneğin, Bakara Suresi’nin 198. ayeti şöyle der:

 “Rabbinizden refah istemenizde bir engel yoktur.”

Sonrasında da faizcilik ile ticaret karşılaştırılır:

“Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların ‘zaten alışveriş de faiz gibidir’ demelerindendir. Oysa Allah alışverişi helâl, faizi haram kıldı.”

Kuran’ın en uzun ayeti Bakara Suresi’nin 282. ayetidir ve doğrudan ticaretle bağlantılı konuları kapsar.

Kuran, hac sırasında bile ticaret yaparak dinsel pratik ile maddî yaşamı birleştirmenin uygun olduğunu söyler. Ticarî kârdan “Allah’ın ihsanı” olarak söz eder. Benzer şekilde, Müslüman gelenekler de kârlı ticarî etkinlikleri teşvik eder.

Hem Kuran’da hem hadislerde ticaretin teşviki, İslâm’ın ilk dönemlerinde giderek biçimlenerek İslâm hukuku alanına taşındı. En önemlisi, İslâm hukukunu derleyip toplayan fıkıhçıların kendileri de tüccar-bilginlerdi. Ticaretle ilgili yasaları biçimlendirirken, tüccarların gereksinmelerini de dikkate aldılar. 14. yüzyıl başlarının tutucu Müslüman ilâhiyatçısı İbn Teymiye bile ekonomik davranışta bireysel özgürlüğe büyük önem vermiş ve bir fetvadasında şöyle demişti: «Allah’ın kazanca (mekasib) ticarete (ticarat) ve sayiye (şineat) izin verip, hile ve zararı yasakladığına inanıyoruz.»

İsa’nın öğretilerine uygun olarak yoksulluğun erdemlerini yücelten Orta Çağ Hıristiyan din düşünürlerinden farklı olarak, İbn Teymiye şuna inanıyordu: “İnsan zenginliğe ve bağımsızlığa ulaşmaya çalışmalıdır; zira, birçok yükümlülüğü, dinî görevi yerine getirmek için bunlar zorunludur.”

Çağdaş Fransız doğu bilimci Maxim Rodinson’un “Islam et le Capitalisme” (İslâm ve Kapitalizm) adlı yapıtı, İslâm’ın kârlı girişimlere yönelik olumlu eğilimi konusunda hayli doğru bilgi yansıtır. Rodinson, İslâm dünyasında sürekli kâr peşinde koşmaya yönelik ideolojik direncin, Hıristiyan Batı’dakinden daha az olduğunu söyler. Hem klasik Hıristiyanlık hem klasik İslâm dalavere içeren türde kazancı kötülemiş olsa da, bunların arasında fark (nüanslar) vardır. Hıristiyanlık, tamahı yani insanın ihtiyacının ötesinde şeyler peşinde koşmasını uygun bulmaz. Tamah etmek haram olarak nitelenir ama insanın elindekileri iyi kullanmasının, bunları akıllı bir şekilde harcamasının, cömertçe bölüşmesinin erdemi de vurgulanır.

9. yüzyıla gelindiğinde İslâm dünyası gelişmiş bir ticarete sahip olmuştu ve sermayeyi kâra dönüştürmek için gelişmiş kredi araçları kullanıyordu. Batı dünyası, bu kredi yöntemini Orta Çağ sonlarına kadar uygulayamadı. (Arada bir Tapınak Şövalyeleri örgütünün uygulaması vardır ki, bir tür takiyye olan bu uygulamayı Batı’nın tümüne mal edemeyiz.)

Arap dünyası, yerleşik düzen içindeki Batı’nın aksine, sürekli hareket halinde olan birçok insan gördü. Bu nedenle Müslümanlar, uzun mesafe tüccarlarına yabancı gözüyle bakmadı.

Dünya pazarlarına bu kadar çok giren Müslüman tüccarların, Yahudileri kendilerine rakip görmeleri için de hiçbir neden yoktu. Ekonominin giderek geliştiği 12. yüzyıl boyunca Yahudiler ve Müslümanlar, birbirlerinin kârını yok etme ya da elinden kapma endişesine kapılmadan ticaretin yararlarını paylaştı. Oysa Avrupalı Hıristiyan tüccarlar bu bağlamda hep birbirlerine korkarak bakardı.

Geriye dönersek; 9. yüzyıl başlarına gelindiğinde, Bağdat’taki bir Yahudi ortaklığı büyük bir servet biriktirmişti. Güney Irak’taki Ahvaz ilinden gelme iki tüccar-bankerin yönettiği bu ortaklık, borç ve diğer ticarî hizmetlerin ana tedarikçisi olarak Bağdat’taki Abbasî halifesine bağlandı.

Bu ve sonraki tüccar-bankerlerin etkinlikleri, hem Arapça belgelerde hem diğer kaynaklarda anlatılır. Abbasî Devleti’nin dağılmaya başlamasıyla birlikte genişleyen İslâm dünyasındaki ticarî olanaklar, sayısız tüccarı doğu illerinden Akdeniz sınırlarına yöneltti. Akdeniz ülkelerinin ve İberya’nın fethinden sonra, İran ve Irak’tan aralarında Yahudilerin de bulunduğu çok sayıda tüccar batıya göçüp, Akdeniz kıyılarına dağıldı. Oralardaki İslâm kent ve kasabalarında kendi işlerini kurdular.

Yahudi göçmenler, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika ve İberya’da yer alan Yahudi nüfusu büyüttü. Bağımsız dinsel kurumların kurulmasıyla ve Filistin ile Babil’deki Yahudi otoritesinin eski kaynaklarına paralel hatta sonunda onu aşan bir bilimsel çalışmaya âdeta adanmışlıkla sonuçlanan, gönençli toplulukların temelleri atıldı.

Hıristiyan Batı’da barbar istilâları, Roma dünyasının giderek küçülen uzak mesafe ticaretinden geriye kalanı da silip atmıştı. İslâm ise, Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika’nın fethedilen alanlarında, hayli uzak mesafelerden ticarî değiş-tokuşun yerleşmiş olduğu bir zamanda sahneye çıktı.

10. yüzyıl ortalarında doğudan gelerek İslâm’ın batı sınırlarında serpilip gelişen en ünlü Yahudilerden biri olan Yakup ibn Kilis, Filistin’in ticaret kasabası olan Ramla’da tüccarların temsilcisi olarak çalışmıştı. İslâm’ın ticaret dünyasında yabancı tüccarların yasal temsilcisi olmak bir Yahudi için çok önemliydi. Yakup ibn Killis, orada bulunmayan tüccarların mallarının depolanması ve pazarlanmasıyla ilgili işlerden sorumluydu. Ancak tüccarların mallarını kötü yönettiğine ilişkin bir suçlama ile karşılaştı. Mısır’a kaçmak zorunda kaldı. Mısır’da, yarı bağımsız bir yönetici olan Kâfur el-İhşidi’nin hizmetinde, ekonomik işlerden sorumlu kişi oldu. Müslüman olduktan sonra Kuzey Afrika’daki Fatımî sultanın sarayına girdiği de biliniyor. Fatımî yönetici El-Müizz’e 969’daki fethin ardından Mısır’a yürüyüşünde eşlik etti. Mısır’da Fatımî malî yönetiminin başlıca kurucusu olarak çalıştı ve sonunda, 991 yılındaki ölümüne kadar hemen aralıksız olarak sürdürdüğü vezirliğe geldi.

Hıristiyan dünyasında hiçbir Yahudi, Hıristiyanlığı kabul etse bile böyle bir olanak elde edemezdi.

Yahudilerin yaptığı ticaretin doğudan batıya yayılmasının bir diğer örneği de Tustarî ailesidir. Bu aile, Güneybatı İran’daki Tustar’dan gelmeydi. Arapça kaynaklar, onlardan “Benî Sahl el-Tustarî” (Tustarlı Sahl’ın oğulları) olarak söz eder.

11. yüzyılın son çeyreğinde, bu aileden üç kardeş, mücevher ticaretinin kalbi sayılan Kahire’ye yerleşmişti. İçlerinden ikisi (Ebu Saad ile Ebu Naşr), İbn Killis gibi kişiler Müslüman olmadan Fatimî sarayında siyasî nüfuzu olan görevlere yükseldi. Iraklı tüccarlar ve anayurtları Filistin’den insanlar da dahil olmak üzere, Mısır ötesinde tüccarlarla ticarî ilişkileri vardı. Ebu Saad, Halife El-Mustanşir’in annesinin 1036’da başlayan naipliği sırasında saraydaki nüfuzunun zirvesine ulaştı. İlişkileri sayesinde önemli güç elde etti ama siyasî entrikaların kurbanı oldu.




İslâm ticarete hep sıcak bakardı ama bu alanda getirdiği birtakım kısıtlamalar da vardı. Bu yazı yeterince uzun olduğu için, ona izleyecek bölümde bakalım.


Başlık: Ynt: İslâm’da Ticarî İlişkiler -1
Gönderen: ceycet - Eylül 07, 2010, 09:24:38 öö

İslami geleneklerin,algıların ve kabullerin başka diğer husularda olduğu gibi,bu konuda da yeniden yapılandırılması gerekiyor.

İslam peygamberinin dönemindeki ticaret ve faiz anlayışı artık çoktan değişti.Günümüzde faizsiz bir ticaretten söz etmek neredeyse imkansız.Takiyyeyle bunu örtmeye çalışanlar bile yetersiz kaldıklarını idrak ediyorlar ama itiraf edemiyorlar.

Günümüz koşullarında hatta bayağı öteden beri,ya ticaretten elinizi ayağınızı çekeceksiniz,ya faize bulaşma zorunluluğunu kabul edeceksiniz,yada iflası göze alacaksınız.Benim bildiğim bunun başka yolu yok.

Hal böyle olunca İslam'ın telkinlerini ve Kuran'ın emirlerini nasıl yorumlamak lazım?Buna dair fetvayı vermeye kim yetkin?Bakın yine karşımıza ihtiyaç duyduğumuz bir otorite çıktı.Kim olabilir?

Tabi ki akıl ve vicdan.Akil olanı vicdan onaylıyorsa başka otoriteye ihtiyacımız yok.Nitekim sorgu makamı onaylıyorsa,başkaca danışılanın hükmü kalmaz.Gelin siz beni dinleyin,iflası göze almayın.

Günahı benim boynuma...


Saygılar
Başlık: Ynt: İslâm’da Ticarî İlişkiler -1
Gönderen: Texan - Eylül 07, 2010, 03:04:57 ös
Ben inanç anlamında, Batıni bir müslüman olarak kendimi gördüğüm için(reenkarnasyonu kabul ederim..vb) açıkçası, ticaret meselesi hakkında pek  düşünmedim. Fakat devlet faizle alış-veriş yapmayabilir (örn; halka kredi veriyorsa belli süre içinde  faizsiz geri dönüşü olabilir..vs) buna göre borçlanıp işlerini faizsiz yürütebilir. Geriye kalanlar, insanların/kurumların insiyatifine bırakılmalıdır yani kimisi faiz  alır,  kimisi almaz şeklinde.