Sayın ADAM;
Değerli paylaşımınız için çok teşekkür ederim. İyi ki bu konu üzerine yazdınız! Son zamanlarda Ortaçağ Avrupa'sında kilise ve devletin el el verip, hayata geçirdikleri kanlı projeler üzerine okudum... Din kisvesi altında ötekileştirilen insanlar, katliamlar...
Ortaçağda yaşanan katliamların en çılgıncı en korkuncu ve zalim olanı sanıyorum "Cadı avcılığı" idi. Bu konu üzerinde bir şeyler yazmak isterim:
DİN KİSVESİ ALTINDA ÖTEKİLEŞTİRİLEN KADINLAR / Ortaçağ Avrupa’sında Cadı Avcılığı Örneği Üzerine
Kimi zaman dinin etkisi toplumsal yaşamda azalır gibi görünse de, devinim içerisinde din olgusunun kendisini farklılaştırarak ve çoğalarak toplumsal kararlara hakim olduğu bilinmektedir. Siyasal açıdan devlet yönetimlerine dolaylı ya da direkt yollarla nüfuz eden din kavramı, kitap üzerinde yazılanlardan ziyade; toplulukların uygulama biçimleri üzerinden kendine hayat bulmaktadır. Dolayısıyla din, davranış biçimlerini etkilemekte, bir sarkaç gibi gücünü kaybettiği zamanlar olsa dahi, yine enerjiyi dönüştürerek güçlü zamanlarına kavuşmaktadır.
Dinlerini, toplumsal yaşamın ortasına yerleştiren topluluklarda, din ile çerçevelenen davranışların dışında kalan kişilerin ötekileştirildiği bilinmektedir. Kötülük ve kötücül olma durumu, toplumsal normlar dışında kalan herkes için yakıştırılabildiği gibi; kötülüğüne inanılan kişi de toplumdan ötekileştirilebilmektedir. Ve bu çemberin dışına itilen kişi, artık tüm kötülüklerin ve ters giden şeylerin temel sebebi olarak görülebilir.
Dünya üzerindeki insan topluluklarının, yaşadıkları ülkelerdeki dini otoritelerin baskılarına ya da siyasi iktidarın çıkarlarına hizmet amacıyla, din kisvesi üzerinden, ötekileştirildikleri bilinmektedir. Bu doğrultuda toplumların, kendi içindeki azınlıklara karşı din üzerinden kolaylıkla kışkırtılabildiği söylenilebilir. Dolayısıyla dışlamanın ötekileştirmeyle, dışlananın kendi inanç, yaşam ve gelenek sisteminden olmadığı ortaya koyularak ve bazen de şiddet uygulamarıyla dışa vurularak gerçekleştiği söylenilebilir.
Ötekileştirme, insanların şablonlar üzerinden kategorilendirilmelerine ve toplum tarafından oluşturulan normlar dahilinde sistematize edilmelerine neden olmaktadır. Dışlamanın sebebi, birçok defa kendi kültür algılarının dışında yaşam tarzı benimsenmesinden ve bu kültür tarzının toplumun genelini bozma endişesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla ötekileştirme ve yalnızlaştırma; toplumların kendi sistemlerini koruyabilmek için meşrulaştırdıkları davranışların bütünü olarak karşımıza çıkar. Dayanağı ne olursa olsun; “bizden olmayan”, “kötülüğün kaynağı”, “problemlerin sebebi”, “günah keçisi” gibi anlamların yüklenildiği kişiler; topluluğun sosyal patlama yaşamasını engellemiştir, çünkü her şeyin sorumlusu olarak etiketlenenler guruptan uzaklaştırılınca, kötülüğün de yok olacağına dair inanç, giderek artmıştır.
Kadınların, din kisvesi altında, inanç biçimlerinden, eğlence tarzlarına, düşünme, okuma, yazma ve araştırma gibi haklardan, cinselliğe kadar birçok konuda engellendiği bilinmektedir. Tarihsel süreç içerisinde farklı kültür ve medeniyetlerde çeşitli roller üstlenerek; farklı sembol ve adlarla anılan kadınlara eril bakış açısıyla anlamlar yüklenerek, belli başlı kabuller oluşturulmuştur (Örneğin: Türkiye toplumunda, kadına dair “yuvayı dişi kış yapar” ya da “hanım hanımcık” nitelemeleri). Dolayısıyla toplumlara ait kabullerin dışında kalan kadınlar ise, çağlar boyu süren erkek egemenliğinin etkisiyle ezilmiş, ötekileştirilmiş, din kisvesi altında sömürülmüş ve susturulmuştur.
Ortaçağ Avrupa’sında ise kadınlar, ‘şeytan toplantısına katılan’, ‘şeytanla işbirliği yaparak ona ruhunu satan’, ‘çocukları yiyen’ ve bu suç ve günahları dolayısıyla yakılması gereken bir cadı olarak görülebilmiştir. Avrupa tarihinde korkunç bir leke olarak anılan Cadı avcılığının sebep ve sonuçları üzerine, sosyal bilimlerin çoğu dalından tiyatro metinlerine kadar birçok eser ortaya konmuştur. “Mary Beth Edelson’ın Proposals For: Memorials To 9000 Women Burned As Witches in Christian Era” adlı oyun, bunun bir örneğidir (Salta, 2004: 61).
Ötekileştirmenin, azınlık olana, toplum içerisinde daha az rastlanana, ve tanınmayana karşı duyulan korku ve öfkeden kaynaklandığı söylenilebilir. Tarihte olduğu gibi bugün de imgeler; ötekileştirme, ayrıştırma ve farklılaştırma gibi kimlik bileşenleri çerçevesinde düşünülebilmektedir. İmgeler ve imgelerin değişiminin, ötekilerin oluşumunda önemli bir yere sahip olduğu söylenilebilir (Nahya, 2011: 35).
Etnik çatışmalar, göçmen ve mülteci problemleri, ırkçılık, asimilasyon ve yabancı düşmanlığı gibi konular çerçevesinde yürütülen tartışmalar ile, “ötekilerin durumu” arasında elbette bir ilişkisi bulunmaktadır. Bu konular içinde yer alan imgeler de, ötekileştirmeleri ve benzeştirmeleri içeren, değişken olabildiği kadar, toplumun her alanından beslenen ve her alanında karşılaşılabilen düşünceler, duygular ve izlenimlerdir denilebilir (Nahya, 2011: 35).
Ortaçağın; savaşlar, salgınlar, açlık ve sefalet gibi tümüyle karanlık olayların yaşandığı hüzünlü ve zalim bir çağ olduğu bilinmektedir. Bu dönemde kilise, yaymak istediği bilgileri adeta unutmuş ve yeni bir düzen kurma amacıyla egemenliğini sağlam bir zemine oturtma çabasına girmiştir. Bu noktada büyücüler ‘cadı’ya dönüştürülmüştür. Eski uygarlıklarda ve ilkel toplumlarda bilgin olarak görülen büyücüler, artık şeytanın bir aracısı olarak görülmektedir.
Kitab-ı Mukaddes’te yer alan, “Efsuncu kadını yaşatmayacaksın” hükmü, büyü ile ilgilenen kadınların katledilmesinin gerekçesi olarak sunulabilmiştir. Buna ek olarak, İncil’de geçen “Bir cadının yaşamı için uğraş vermemelisiniz” hükmü de, kadınların katledilmesine olanak sağlayabilmiştir
“Cadı” kelimesinin; ‘kötüniyetli’, ‘şeytani’, ‘karanlık’, ‘tehlikeli’ vb. tanımlamalarla özdeşleştirilmesi ve kadınların “cadı” olarak nitelendirilmesi, aslında onların, ataerkil sisteme rağmen, uğradıkları şiddet karşısında kendilerini savunabilen, ayakları üzerinde durabilen, inançları uğruna mücadele verebilen kadınlar olmalarından kaynaklanmaktadır denilebilir.
Bir çok Avrupa ülkesinde cadılıkla mücadele hakkında çıkarılan yasalar, Avrupa’da başlayan kapitalizm hareketinin doğuşu ile aynı döneme denk gelmektedir. Buradan yola çıkarak, cadılık ve kapitalizm arasında siyasi bir ilişki olduğu düşünülebilir. Zira Katolik klisesi hükmü ve engizisyon mahkemeleri ile, cadı avcılığı meşru bir zemine oturtulmuştu. Bütün bu bağlantılar, din kisvesi altında ikiyüz yıl süren katliamların ardındaki asıl nedenin, dini ve siyasi otorite ve çıkarları ile bir ilişkisi olabileceğini düşündürmektedir.
Avrupa da kapitalizmin, toprakları ellerinden alınan köylülerin, işçi sınıfına sokularak ve devlete bağımlı hale getirilmesiyle başladığı söylenilebilir. Ne tesadüftür ki, Cadı avcılığı da bu döneme rastlamaktadır. Üstelik yakılarak öldürülen kadınların büyük çoğunluğu ortak özelliklere sahiptir. Buradan yola çıkarak, öldürülen kadınların rast gele değil, bilinçli olarak seçildikleri çıkarımı yapılabilir. Katledilen kadınların büyük çoğunluğunun işçi sınıfından olması, bu özelliklerin başında gelmektedir. Onları suçlayan ve ötekileştiren çoğunluk ise toprak sahibi burjuvalardan oluşmaktadır.
Anne ve eş rolleri, kadınlara sistem tarafından biçilen en ideal roller arasındadır. Zira kadınların, evin geçimini sağlayan konumdaki erkeğe bağımlı olma durumu, iş bölümünün, toplum içerisinde cinsiyet farkına dayalı olarak yapıldığının bir göstergesi olarak görülebilir. Buradan yola çıkarak, sistemin, kapitalist-ataerkil bir toplum oluşumunu yaratmayı hedeflediği çıkarımı yapılabilir.
Cadılarla mücadele adıyla çıkarılmış yasaların, aynı zamanda kadın bedeni ve emeğini domine etmek üzerine kurulu olduğu da düşünülebilir. Zira sistem tarafından sürekli olarak kontrol altında tutulmaya çalışılan işçi sınıfı fikri ile, cadılıkla suçlanan kadınlara atfedilen, “süpürge üzerinde özgürce uçan cadı” imgesi zıtlık göstermekte ve otoriteye karşı bir tehtit içermektedir.
Cadılık suçlaması ile katledilen kadınların bir başka ortak özelliği ise, ebe olmalarıdır. Burada dikkati çeken önemli bir nokta, söz konusu kadınların doğum işleminde görev almalarının yanında, aynı zamanda -tabu sayılan- doğum kontrolü gibi konularda da oldukça bilgili olmalarıdır. Dolayısıyla bu da, gerek katolikler, gerekse kapitalist düzene dahil olmaya çalışan devletlere karşı tehdit oluşturacak bir durum olması dolayısıyla kabul görmeyecektir.
Emek gücünün artması için, işçi sınıfının büyümesi gerekmektedir ve tüketimin artması da ancak bununla mümkün olacaktır. O nedenle nüfus kontrolünün sağlanması, devletin ekonomik politikasının çıkarlarını zedeleyecektir. Buradan yola çıkarak, “cadı avcılığının”, Ortaçağ Avrupa nüfusunu ve dolayısıyla devletin kazancını artırmaya yönelik bir hareket olduğu kanısına varılabilir.
Ortaçağ Avrupasında yaşanan cadı çılgınlığının doğurduğu sonuçlar şöyle kısaca şöyle maddelenebilir:
- Feodal yapının icinden çıkamadığı krizin faturasını, üzerlerine cadılık yaftası yapıştırılarak kadınlar
ödemiştir.
- Ataerkil sistem, bitkilerden ilaçlar yapıp şifa dağıtan ve ekonomik özgürlüğünü elde etmiş kadınları
katledilmiştir.
- “Din kisvesi” altında terör estiren kilisenin hüküm sürdüğü Ortaçağ Avrupa’sında kadınlar, baskılar ve
engellemeler karşısında, kendilerini gerçekleştirememiş ve özne olmaktan alıkonulmuştur.
- Ortaçağ tıbbı, “cadı avcılığı” ile söz konusu kadınlardan arındırılmış ve kilise yönetiminde erkek egemen
bir hava oluşturulmuştur.
- Dinler ve ataerkil sistemin suç ortaklığı, kadınların baskı altında tutulmasına yol açmıştır.
- Kadınlar, toplum içerisinde ya arzu nesnesi/şeytan ya da kutsal kadın/eş/anne konumunda
olabilmektedirler.
- Kadın kimliği toplumsal cinsiyetin içine hapsedilmiştir.
- Sistem, kendini var etmek için bireyleri ve bireysel karsı duruşları dışlamış, sömürmüş ve
ötekileştirmiştir.
- Toplumun tüm muhalefet potansiyeli yok olmuştur
- Beşyüz bin insan, bir başkasının düşlerinde işlemiş oldukları suçlar nedeniyle öldürülmüştür
- Linç törenleri yayılmış ve insanlar yönetici sınıfa hepten bağımlı hale gelmiştir
Sonuç olarak “cadı imgesi”, cehaletin, toplumsal histerinin ve engizisyonun dayattığı koyu bağnazlığın bir ürünü olmuştur. Feodalizmin son bulmasıyla güçlü ulusal krallıkların ortaya çıktığı ve kilisenin mutlak otoritesinin tehdit altına girdiği bu karışık dönemde yoksulluk giderek artmış, toplum içerisindeki isyanlar büyümüş ve insanlar mesih’ten medet umar olmuştur. İşte “Cadı fikri” tam da bu evrede ortaya atılmıştır. Cadı olarak nitelenen kadınlar, zamanla tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülmüş ve bu da, otoritelerin, yoksul halk kitlelerine aradıkları düşmanı sunabilmelerine olanak sağlamıştır.
Açıkça görülüyor ki, kilise ve devlet, el ele verip hayali bir düşman yaratmış ve kendi suçlarını örtmek için kanlı bir proje hazırlamıştır. Böylece “Cadılık suçlamaları” aracılığıyla kitlelerin yaşadığı bunalımın sorumluluğu, kilise ve devletin üzerinden alınmıştır. Zira yoksul halk kitleleri bu cadı senaryosuna inanmış, böylece kilise ve devlet “yoksulluğun sorumlusu” olmaktan kendini kurtararak temize çıkabilmiştir. Bu durum, aynı zamanda kilisenin yoksul kitlelerin vazgeçilmezi hale gelmiştir, çünkü halkın ürktüğü “cadılığa” karşı insanlığın koruyucusu yine kilisedir.
Saygılarımla...
Din, aynı toplumda yaşayan insanlar arasındaki birlik ve bütünlüğü sağlar.
Bunu yazdım sonra düşündüm gerçekten de öyle mi diye…
Dinler, tarih boyunca insanlar arasında karşıtlıklar yaratmış.
Bunun temel nedenlerinden biri, herhangi bir dinin inançlılarının birbirlerini “din kardeşi” olarak görmesi, başkalarını ise bu kardeşlik birliğinin dışında tutması hatta itmesi, ötekileştirmesi yani ayırımcılık yapması, bu kadarla da kalmayıp çoğu kez ötekileri düşman sayması gibi görünüyor.
Bu bakımdan öncelikle dinleri farklı toplumlar karşı karşıya gelmiş ama ne ilginçtir ki en önemli sorunlardan biri aynı toplum içinde çıkmış.
Bununun gerekçesi ne olabilir?
Bana göre toleransın yerini bağnazlığın alması… Siz farklı bir gerekçe üzerinde durabilirsiniz.
Bağnazlığın kol gezdiği bir ortamda, aynı toplum içinde din ya da inançları birbirlerinden farklı olan insanlar bir arada yaşayamıyor çünkü çünkü birbirlerine tahammül edemiyorlar.
Neden?... Ötekilere tolerans gösteremediklerinden… Tahammül edebilmenin gereği tolerans.
Konumuzun dışına çıkmadım. Başlıktaki konumuza bağlanabilmek için bu sözleri etme gereğini duydum.
325 yılında Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmi devlet dini haline getirildiğinde, hayli zamandır ülkenin çeşitli yerlerinde süregelen huzursuzlukların dinmesi, bu yeni dinin birlik ve bütünlük oluşturması öngörülmüştü. Bunun için de, daha önce Hıristiyanlara çektirmedik acı bırakmamış olan Roma imparatorları, bu kez Hıristiyan olmayanlara eziyet etmeye başladı. Artık İmparatorluğun sınırları içinde yaşayıp başka tür bir dinsel inancı olanlar, devlete karşı suç işlemiş sayılıyordu.
Günümüzde insanlar, inanç ve dinleri bakımından birbirlerine karşı saygı göstermek, eskiye oranla daha toleranslı davranmak eğilimindedir. Fakat tarihte bu hiç de böyle değildi. Hele Hıristiyan dinini benimseyen toplumlarda hiç ama hiç değildi.
Yeryüzünün hemen her yerinde savaşların birçoğu din ya da mezhep uyuşmazlığından çıkmıştır; bunu biliyoruz. Fakat şunu da biliyor muyuz acaba: Bu savaşların en kanlıları, katliamların en acımasızları Hıristiyan toplumlarında ya da Hıristiyanlığın burnunu soktuğu ve halkını Hıristiyanlaştırmaya kalkıştığı, Hıristiyanlığın kendi içinde bile tek bir sistemin uygulanmasına ilişkin dayatma uygulandığı ülkelerde görülmüştür.
Hıristiyanlar, kendileriyle aynı inancı paylaşmayan herkesi sapkın saymıştır. Kendilerine de sapkınlarla savaşma, hatta onlara acı çektirme, hatta onları öldürme görevini vermiştir.
Elbette baş kışkırtıcıları da Roma’daki Katolik Kilisesi…
Forumda ve bu yazıyı okuyanlar arasında Hıristiyanlar olabilir… Onları tenzih ederim. Benim bu dediğim tarihsel bir olgu.
Ben diyorum ki, özellikle Orta Çağda ve hemen sonrasında Avrupa, bu konuda sayısız örneğin sergilenişine, vahşetlere sahne olmuştur.
Yanlış bilmekte olabilirim. Bunun böyle olmadığı görüşünü taşıyanlar, bildiklerini ortaya sürer; tartışarak doğruyu bulmaya çalışırız.
[/size]
[/quote]