Bu devam bölümünü unutmayalım…
Ülkemizde:
Batı'daki yeni gelişmeler, Osmanlı'nın inisiyatifinin dışında olmuş ama Osmanlı bu gelişmelere ilgisiz kalmamıştır. Çünkü belli bir dönem sonra, bu gelişmeler karşısında Osmanlı, çatışma içinde olduğu Batı karşısında gerilemeye başlamıştır. Bu nedenle bu gerilemenin sebebini anlamak için 28. Mehmet Çelebi'nin Batı'ya (Paris'e) gönderilmesi boşuna değildir.
Ülkemizde Batılılaşma hareketini III. Selim'le başlatmak adettir. Batılılaşma II. Mahmut devrinde en açık ifadesini Tanzimat'ın ilânı ile bulur. Tanzimat'ı getiren, daha sonra da Tanzimat'ın yetiştirdiği aydınlar varlıklarını devlet içinde kazandıkları için esas kaygıları devleti kurtarmak yönünde olmuştur. Amaç Osmanlı'nın devamını sağlamaktır. Bizzat devlet içindeki kurumlarda yetiştirilen aydın, öncelikle devlet memurudur. Devletin yeni siyasetinin yürütücüsü kadroların oluşturulması için kurulan Mekteb-i Mülkiye, Tıbbiye, Mühendishane gibi kurumlarda yetişen aydınların esas kaygısı devlet kademelerinde yer almaktır.
Osmanlı aydınının, devlet içindeki kurumlarda ortaya çıktığı için toplumla bütünleşmesi diye bir kaygısı olmamıştır. Batılı aydın gibi gazeteyi, kendini ifade aracı olarak kullanmasına karşılık yüzü devlete dönük olmuştur. Devlet kadrolarına ve uygulamalarına yönelik yürüttüğü "eleştirel söylem" ise devletin varlığını sorgulamaya yönelik değildir.
Aydınlara ilişkin olumsuz düşünce ve duyguların yoğunlaşması ülkemizde 1950 ile başlar; ama 1960’lardan sonra düşmanca bir ilişkiye dönüşür. Devletle aydın ve halkla aydın arasındaki ilişkiler kökten değişikliğe uğrar. Entelektüele daha fazla ve damıtılmış bir anlam yüklenmektedir. Anlama yetisiyle donanmış, duyuların karşılığı olarak anlama gücüne ağırlık veren insandır aydın. Etimolojik olarak böyle bir anlam içermesine karşın Türkçe’de aydın ve münevver karşılığı kullanılan “entelektüel” 1980 sonrası dalga geçilen bir kavramdır. Üstelik bu dalga geçmede Türkiye yalnız değildir. Yirminci yüzyılın ortalarına kadar entelektüel, entelektüalizm ve entelijansiya gibi sözcükler İngiltere’de olumsuz tınılar içermektedir.
Aydınlar her toplumda farklı arayışlara öncülük etmişlerdir. Şüphesiz bu durum Osmanlı toplumunda da farklı değildi. Geleneksel Osmanlı aydını “âlim” ya da “arif” (derin ve gizli bilgileri kavrayabilmiş olan) kişi olarak tanımlanmaktadır.
Tanzimat’a kadar Osmanlı toplumunda günümüz manasında “aydın” tipinden söz edilemeyeceği yönünde öğretide yaygın bir kanaat mevcuttur. Klasik Osmanlı Toplumunda aydın rolünü üstlenen esas olarak “ulema”dır. Ulemanın toplum içindeki rolü Tanzimat sonrası aydınınkinden daha farklıdır. Ulemaya genellikle bir konuda “ne düşündüğü” değil bir konunun “şeriate” uygun olup olmadığı sorulurdu. Ancak bu durumun değişmesi batılılaşma hareketlerinin hız kazanması ile olacaktır.
Batıdaki anlamda Tanzimat öncesi aydının bir prototipi çizilmeye çalışılırsa, kalemiye erbabı ve ulema, aydının karşılığı olarak nitelenebilir. Bu kesimler Osmanlı Devlet yapısı içinde üst bürokrasiyi oluşturmaktadırlar.
Türkçe’deki “münevver” kavramı 18. Yüzyıl aydınlanma akımının etkisinde bir bakış açısının bir eseri olarak “illuminé, éclairé” kavramının çevirisi olarak kabul edilmiştir.
Padişah Abdülmecid’e gelinceye kadar yeniliklerin, modernleşmenin öncülüğünü padişahlar yapmaktaydı. Mustafa Reşit Paşa ile birlikte bu işi daha çok devlet adamları üstlenmişlerdir. Ancak bu durum da 1860’lardan itibaren değişecek ve batılılaşma hareketinin öncülüğünü aydınlar ele alacaklardır.
Böylece uzun yıllar toplumu batılılaşma konusunda ikna etmeye uğraşan padişahlar aydınların bu rolü benimsemeleriyle birlikte teorik olarak mutlak olan otoritelerinin sınırlanmasına bile katlanmak zorunda kalacaklardır.
Tanzimat döneminde aydın sayılmakta ölçüt olarak kullandığımız kritik düşünce ya da kritik söylem uzun süre devlet memuru olarak çalışan bürokratlarca geliştirilmiştir.
Örneğin Şinasi önce memurluk yapmış, daha sonra aydınlığı memurluğa tercih etmiş, gazeteler çıkararak toplumu eleştirme görevini daha da ileri götürmüştür.
Ama Türkiye’deki aydınlanmanın belki en güzel tarifini Prof. Dr. Suat Sinanoğlu yapmıştır. 1980 yılında çıkan “Türk Hümanizmi” kitabında, Atatürk hareketini bu açıdan incelemiş ve “Türk Aydınlaması”nın nasıl başlatıldığı ve uygulama döneminde karşılaşılan sorunlar gözler önüne serilmiştir. Ve orada Sinanoğlu aydınlanmayı, “Zihnin sınırsız özgürlüğü” diye tarif etmektedir.
Türkiye’de aydın profilini vurgulayan yazarlardan Ergun Özen’in bu konudaki karşıt bir değerlendirmesine göz atalım:
“Türkiye’de aydın olarak kabul edilen kadrolar, Tanzimat’tan bu yana ülke gerçeklerinden esinlenmiş özgün sosyal görüşler oluşturacak fikir akımları yerine, tercüme değerler üzerinden modeller oluşturma kolaycılığına yönelmişlerdir. Bir dönem Fransa’yı model alanlar, 20. yy. başlarından itibaren Alman taklitçiliği modasına kapılmışlar, Birinci Dünya Savaşından sonra İngiliz kopyacılığına soyunanlar, savaştan sonra ABD modasını başlatmışlar, soğuk savaşın hızlı seyrettiği dönemde ise bir grup anlı şanlı aydınımız birden Sovyet modasına kendilerini kaptırmışlardır…
Kısaca, batı toplumlarındaki aydınlara kıyasla, bizim ürettiklerimiz tarih boyunca her kalıpta yer almışlar, ancak bir tek KENDİLERİ olamamışlardır… Onlar için kopya olmak kişilik sahibi olmaktan çok daha önemlidir…
Günümüzdeki pek çok toplumsal sıkıntılara neden olan, bu kategorideki aydınlarımıza güvenini yitirmiş olan halk kitlelerince, böyle aydınların aydınlattığı yoldan gidileceğine, karanlıkta gideriz, ama dikkatli gideriz mantığı içinde hareket edilmesinin söz konusu olması halinde ise, oluşumları yadırgamamalı ve şaşırmamalıyız… Esasen, Türk siyasal yapısının halen içinden geçmekte olduğu bu anaforda, konunun, bu yönünün de irdelenmesinde yarar vardır.”
Yukarıdaki değerlendirmede sıralanan ülkelerin, genelde vurgulanan zaman dilimlerinde ülkemizin (Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti) hamiliğini yapan ülkeler olduğu da dikkate değerdir.
Bu bağlamda aydınımızın bu ülkelerin kültür hegemonyasına girişleri aslında tesadüfen olmamış; ülkenin ekonomik yetersizliğini, Avrupa’da edindiğimiz hamilerinin dümen suyuna girerek kapamaya çalışmışız.
Japonlar 1820’lerden itibaren, biz ise 1839 Tanzimat fermanıyla, neredeyse aynı dönemlerde dışa açılmaya başladık. Onlar, Batı’nın üretim modelini, biz ise tüketim modellerini taklit ederek kalkınma yolunu tercih ettik. Sonuçta, ekonomik yönden bugün geldiğimiz yer ortadadır...Doğa kaynaklarını ve üretim teknolojilerini kullanmayı beceren ülkeleri geriden takip eden ülkeler içinde Japonlarla çağdaş olmamız; onlar üretimde modernleşip, otantik kültürlerini muhafaza ederken, bizim üretmeden ama tüketimde modernleşerek kültürel erozyona uğramamız pek manidar değil midir?
Bu çerçevede denilebilir ki; “aydınımızın özünden uzak ve taklitçi olmasının temelinde, aslında ülkenin üretimsiz ve dolayısı ile dışa bağlı olması” yatmaktadır.
Çetin Altan, 23. 08. 2007 tarihli yazısında; “Kamyon kasalarına doluşarak gittikleri tarlalarda -1 YTL'sini de aracıya vererek- 7 YTL’ ye tam 10 saat çalışan kadınların başlarının örtülü olması; Cumhuriyet rejiminin "laiklik" ilkesine aykırı mıydı, değil miydi bilmiyoruz ama; o kadınların çektikleri çile ve cefaları şiirle, yazıyla, resimle, türküyle anlatmaya kalkmak, TCK'nın 142'nci maddesine aykırıydı ve cezası da 7.5 yıl cezaeviydi”. diye belirttiği üzere, halkının sesi olan, onunla bütünleşen ve gerçekleri bütün çıplaklığıyla ortaya koymaya çalışan bu şekildeki aydın tipi, toplumdan soyutlanmakta, işinden ve mesleğinden olmakta, ya da ülkeyi terk etmeye zorlanmaktadır.
Devam edeceğiz.