Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: İstiklal Harbi’nde emperyalizmi nasıl denize döktük?  (Okunma sayısı 2963 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mayıs 09, 2009, 05:19:54 ös
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

Lozan’da kim kaybetti? Yunanistan kaybetti, bu belli. İzmir ve Doğu Trakya hayali ellerinden gitti, dayak yedikleriyle kaldılar. Bir de Fransa kaybetti. Sevr Antlaşması, Türkiye’ye yakın güç ve büyüklükte, Fransız denetiminde bir Suriye öngörmüştü. O iş olmadı. Yirmi sene içinde Fransa Ortadoğu’dan silinip gitti. Tabii ki Türkiye, 1918’deki korkunç yenilgiden sonra varlığını ve onurunu korumak için büyük bir mücadele verdi ve günün şartlarında olabildiğince başarılı bir şekilde sonuçlandırdı. Gene de insan düşünmeden edemiyor: 1918’de başka bir yol seçilseydi bugün içinde yaşadığımız ülke şimdikinden daha medeni, daha dünyalı, daha müreffeh, daha komplekssiz bir yer olur muydu?


BİRİNCİ Dünya Savaşı’nda Türkiye, İngiltere karşısında feci bir hezimete uğradı. Her kilometresi için çatır çatır savaşarak, bugünkü Türkiye’nin aşağı yukarı dört katı toprak kaybetti. Bu topraklar üzerinde daha sonra Hicaz, Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün, İsrail diye altı tane devlet kurdular.

1918 Eylül’ünde Allenby’nin ordusu bugünkü İsrail’in ortalarında bir yerde hücuma geçti. Alman başkomutanın yanında Mustafa Kemal Paşa’nın kumanda ettiği 7. ve 8. Osmanlı ordularını neredeyse tüm mevcuduyla esir aldı. Bunu haber alan Ürdün’deki 4. ordu da çil yavrusu gibi dağıldı. Bir buçuk ayda İngilizler Suriye’yi aşıp Kilis-İskenderun hattına dayandılar. Karşılarında organize birlik namına bir şey kalmamıştı. Fransızlara verilmiş sözleri vardı, Adana ile Maraş’ı alıp size vereceğiz diye. Buna rağmen, bugüne dek açıklanmamış bir nedenle, İngilizler bu hatta durup ateşkesi kabul ettiler.

1918’de Britanya İmparatorluğu’nun siláh altında yaklaşık beş milyon askeri bulunuyordu. Bunların 200 bin kadarı Filistin ve Irak cephelerinde Osmanlı ile savaştı. Demek ki İngiltere, toplam askeri gücünün yirmibeşte birini Türk cephesine ayırmıştı. Buna karşılık, Mart 1918 itibariyle Osmanlı ordusunun toplam mevcudu 200 binin altındaydı; bunun yarısı İngilizlere karşı harpteydi.

Mondros Mütarekesi

Büyük Britanya’nın 1914’te ulusal geliri (kolonileri hariç) 2,5 milyar sterlin idi. Osmanlı’nın rakamları tam belli değil, ama bunun yirmibeşte biri kadar bir şey olmalı. Kamu bütçeleri arasındaki fark daha da feciydi, sanırım altmış-yetmiş kat gibi. Yani Britanya İmparatorluğu, canı isterse, parasını verip 60-70 tane Osmanlı ordusu ile donanması satın alacak durumdaydı. Cihan Harbi’nde Almanlar biraz yardım ettiler de hemen çökmedik, dört sene sonra çöktük.

Bunları neden anlatıyoruz?

Olayları bir perspektife koyalım, hayal mahsulü gazalarda lüzumsuz vakit kaybetmeyelim diye. Yahut dilerseniz şöyle diyelim: 1918’de bizi perişan eden düşmanı 1922’de nasıl denize dökmüşüz, daha net bir şekilde değerlendirelim diye.

Bunlar ders kitabı konuları, ööğ, deyip bırakmayın lütfen. Yazı ilginçleşecek.

30 Ekim 1918’de Mondros’ta ateşkes imzalandı. Ateşkes hükümleri ağırdı: Türk ordusunun artanı derhal terhis edilecek; müttefik esirleri bırakılacak; ateşkes sınırının dışında kalan birlikler teslim olacak; galip devletler gerekli gördükleri limanları, demiryolu istasyonlarını, stratejik noktaları işgal edecekler; askeri teçhizat teslim edilecek.

Temizlen dost olalım

Bunlar ağır hükümlerdir, ama aynı günlerde Bulgaristan’a, Avusturya-Macaristan’a, Almanya’ya dayatılan ateşkes koşullarından pek farklı değildir. Alman bırakışmasının askeri ve ekonomik hükümleri daha ağırdır. Tek önemli fark, Türkiye’nin kendine özgü koşullarından doğan 24. maddedir. Bu maddeye göre, altı doğu vilayetinde karışıklık çıkarsa galip devletler buraları da işgal edebilecekti. Karışıklıktan kasıt, savaş sırasında sürülen Ermenilerin evlerine dönmesi halinde çıkabilecek olaylardır.

Türk basını Mondros’u, sevinçle demeyelim ama ihtiyatlı bir iyimserlikle karşıladı. Sonradan Milli Mücadele önderleri olan Fethi ve Rauf Beylerin Minber gazetesi, mütarekeyi ‘en büyük siyasi başarı’ olarak değerlendirdi, İngilizlerin ‘centilmenliğini’ ve ‘hakkaniyetini’ övdü. O sırada cephede olan Mustafa Kemal Paşa, iki hafta sonra başkente döner dönmez, en yakın silah ve örgüt arkadaşının çıkardığı bu gazeteye ortak oldu.

Bir buçuk sene sonra ilan edilecek olan Misak-ı Milli’nin her ne pahasına olursa olsun savunmaya ant içtiği ‘gayrı kabili tecezzi’ vatan toprakları, Mondros ateşkesi ile belirlenen sınırlardı. Bunu da bir kenara kaydedelim.

‘Tanırız, iyi çocuktur’

Mütarekeden sonra İngiliz politikası tek bir çizgide devam etmedi. Ben üç evre görüyorum. Bunları birbirinden ayırırsak belki olayları daha iyi anlama imkánımız olur, sapla samanı birbirine daha az karıştırırız.

Birinci evre 1918 Kasım’ından 1919 Nisan sonuna kadarki altı aydır. Bu aşamada İngiltere zafer sarhoşluğu içindedir, ordularını daha terhis etmemiştir, mali kriz patlak vermemiştir. Türkler ise perişandır, bir şeye direnecek halleri yoktur. Buna rağmen, ufak tefek birkaç garnizon dışında bu dönemde ciddi bir işgal olmadı. Olaylar gayet mülayim seyretti. Müttefik yüksek komiserliği sadece bir konuda ısrarcı davrandı. ‘Savaş suçlularının’ cezalandırılmasını talep ettiler. Bunu mutedil bir barışın ön şartı olarak ileri sürdüler.

Suçlulardan kasıt, bir, ülkeyi savaşa sokan İttihat ve Terakki önderleri, iki, Ermeni tehcirinde adı çıkan zevat, bir de savaş sırasında sivil halka ve esirlere kötü muamele ettiği ileri sürülen Ali İhsan Sabis Paşa gibi birkaç komutandı.

İttihatçılardan oluşan Meclis’in bu işe yanaşmadığı görülünce 17 Aralık’ta Meclis feshedildi. Tevfik Paşa hükümeti göstermelik birkaç mahkeme kurdu. Sonra korktu, duraksadı, topu taca attı. 3 Mart’ta ihtiyar Tevfik Paşa’yı gönderip, yerine belki daha laf anlar diye düşündükleri Damat Ferid’i getirdiler. Yeni hükümet bir-iki namlı sanığı İngilizlerin hatırına astı. Ama bunu o kadar gönülsüzce yaptı ki, devamının gelmeyeceği anlaşıldı.

Mantık evliliği

İttihatçı örgütler ortalığı velveleye verip mahkûmları kahraman ediverdiler. Rejimin Goebbels’leri ile Himmler’lerini hedef alan tehdidi, vatanın şan ve şerefine yönelik bir tecavüz olarak sunmayı ve üstelik seçkinlerin çoğunu buna inandırmayı başardılar.

(Bu ahlaksızlığı yemeyip açık açık konuşan üç kişi çıktı sadece: çağın en dürüst yazarı Refik Halit, ahlak üzerine kafa yormuş tek filozofu Rıza Tevfik, memleketin en ‘Batılılaşmış’ aydını Ali Kemal.)

Mayıs’ta, güdümlü kalabalığın ayaklanıp tutukluları salıvereceği duyuldu. Bunun üzerine İngilizler 200 küsur sanığı toplayıp Malta’ya sürdüler. Mahkeme filan unutuldu, konu kapandı.

Galiplerin kaygısı ilahi adalet değildi, hayır. 1945’te Nürnberg’de ve Japonya’da daha beceriklice yapacakları işin provasıydı. Yüz yahut ikiyüz kişiyi şiddetle cezalandır, geri kalanına günah çıkarma şansı tanı, ‘emir kuluyduk, suçlu değiliz’ dedirt. Bir keçi bul, suçu ona yükle. Eskiyi yıka, pakla, siyasette yeni bir sayfa aç. Bu kadar basit. Bunu yapmadan, dünün düşmanıyla dost olamazsın.

Maksatları sırf Türkiye’yi güzelleştirmek de değildi, kuşkusuz. Kasım 1917 itibariyle kuzeyde beliren büyük tehlikeye karşı sağlam duracak, ekonomisi düzgün, her an dağılıp bölünme kaygısı olmayan, Batı’yla iyi geçinen bir ülke lazımdı. Bunun için önce memlekette rejimin ve zihniyetin değişmesi gerekiyordu. Bir Adenauer yahut Brandt aradılar. Altı ayda gördüler ki İttihatçı yapı sapasağlam ayaktadır, memleketin her hücresine sinmiş her tersanesinde örgütlenmiştir ve Türklere rejim değiştirtmek deveye hendek atlatmaktan daha zordur.

Doksan sene sonra Avrupa Birliği bakanları, Joost Lagendijk’lar filan, hala daha aynı duvara kafa atıp duruyorlar.

Düzeltemedin, bize bırak

1919 Mayıs’ında müttefiklerin, fakat özellikle İngilizlerin tavrı değişti. Şiddet ve celal, eylemlerine egemen oldu, ya da en azından öyle göründü. ‘Cezalar’, müeyyideler, tehditler, kılıç şakırdatmalar gırla geldi. Her şeyden önce İzmir’e Yunanlılar çıkarıldı. O yaz ilan edilmesi beklenen Türk barışı belirsiz bir geleceğe ertelendi. (Allah için bir Türk tarihçisi de sormayı akıl etsin, nedendir, niye ertelediler diye!) Kars-Ardahan tarafında güvenlik nedeniyle varlığına göz yumulan Türk birlikleri boşaltıldı. O tarihe kadar İngilizlerin has adamı diye bilinen bazı Türk paşalarına karşı, birden, sert tavır takınıldı.

1922 Ekim’ine kadar üç yıl beş ay süren bu ikinci dönemin ana diplomatik belgesi Sevr Antlaşması’dır. İlginç bir metindir. Okumak gerekir.

Yalandan haritalar

Sevr’de, daha önce dünyada örneği olmayan yeni bir model önerilmiştir. Türkiye’nin bağımsızlığı fiilen lağvedilir. Ama o zamana kadar dünyada usul olanın aksine Türkiye bir ülkenin kontrolü, vesayeti, mandası vs. altına sokulmaz. Müttefik devletlerden (ama ağırlıkla Britanya, Fransa ve İtalya’dan) oluşan çok-uluslu bir idarenin gözetimine teslim edilir.

İç güvenlik, hukuk, maliye, dış ticaret, ulaşım, sendikal haklar, eğitim, hatta arkeoloji ve tarihi eserler alanında çokuluslu idarenin işleyişi ince detayına kadar Sevr’de tanımlanmıştır. Kurulan mekanizmalarda müttefikler arası dengeler ön plandadır. Sözleşmenin muhatabı Türkler değildir, Türkiye’nin fikri bile sorulmaz. Üç büyük devlet, ama ayrıca Japonya, Sırbistan, Romanya, Yunanistan vesaire, misafir oyuncu olarak Rusya, kendi aralarında oturup dişe diş pazarlık ederler, bir tür konsorsiyum kurarlar.

Öte yandan Sevr, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü pek o kadar zedelemez. Bizim ders kitaplarında gösterilen ‘Sevr haritası’ düpedüz yalandır. Antlaşmaya ekli olan resmi harita öyle değildir. Genel ilke olarak, nüfus çoğunluğu Türk olan her yer Türkiye’ye bırakılır. Yalnız nüfusu yakın tarihte değiştirilmiş olan Trakya’da, bir de Fransızların Anadolu’dan sürülmüş Ermenileri iskán etmeyi umdukları Dörtyol-Maraş-Antep-Urfa hattında sınır Türkiye aleyhine düzeltilir. (Buna mukabil Hakkári’nin güney sınırı bugünkünden daha geniş tutulmuştur.)

Nüfusun yarısı Rum olan İzmir şehrinin durumu, beş sene sonra yapılacak referanduma ertelenir. Kürdistan ve Ermenistan mevzuları da, apaçık şantaj unsuru olarak kullanmak üzere açık bırakılır.

Teklif nettir. Ordunu dağıt, iç idarende dizginleri bize bırak. Karşılığında Erzurum-Hakkári sınırını veririz. İzmir’i de düşünürüz.

Bir şeye dikkat edelim. Antlaşma metni 18-24 Nisan 1920’de üç büyüklerin San Remo konferansında şekillendi, 11 Mayıs’ta Türk tarafına sunuldu, 10 Ağustos 1920’de Sèvres’de imzalandı. Hatırlayın: Milli Mücadele bunlardan bir sene önce başlamıştı. Kemal Paşa rejimi Ekim 1919 ile en geç Aralık 1919 arasında Anadolu’nun tümüne hakim oldu. Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de toplandı.

Demek ki Milli Mücadele Sevr Antlaşması’na tepki değildir. Belki Sevr Milli Mücadele’ye bir tepki olabilir.

İki noktanın daha altını çizelim.

Bir, İngilizler Yunan ordusunu İzmir’e, sonra Bursa-Eskişehir hattına, sonra da Ankara üzerine sürdüler, evet. Ama kendileri savaşa girmediler. 1919-22 yıllarında Anadolu’da Türklerle vuruşurken ölen veya yaralanan bir tek İngiliz askeri yoktur. Yunan başbakanı yalvar yakar diller döktüğü halde kurmay desteği bile vermediler. Demek ki Türklerle bizzat çatışmaya girmek istemediler. Neden? Belki Türkler Bolşeviklere büsbütün mahkûm olsun istemediler. Belki Yunanlıların savaşı kazanmasını beklemiyorlardı. Ya da Türkler kazanacak olursa diye ellerindeki seçenekleri açık tuttular.

Bu nasıl düşman?

İki, İngiltere’nin hiçbir tarihte Türkiye’den açık ya da kapalı toprak talebi olmadı. Fransa’nın Adana-Maraş’ta gözü vardı; İtalya yarım ağızla Antalya’yı, Fethiye’yi, Marmaris’i istedi, vermediler. Ama İngiltere’nin öyle bir isteği olmadı. Bir ara gündeme gelen İngiliz mandası teklifini de kesinlikle reddettiler. Niyet olsa saklanması beklenmezdi: çünkü o çağda bu işler, bugün müstehcen sayılacak bir açıklıkla dile getirilebiliyordu.

Olmadı anlaşalım

Türk-Yunan savaşını Türkler kazandı. İngiliz tavrı anında değişti. Sevr rafa kalktı, Türkiye’nin yeni hakimleriyle masaya oturuldu. İngiltere başbakanı tempo değişikliğine ayak uydurmakta birazcık gecikti, Eylül 1922’deki Çanakkale vakasında ayağı sürçtü, sert konuşmaya devam etti. Tık! 19 Ekim’de Carlton Club deklarasyonuyla koskoca Lloyd George’u üç günde indiriverdiler.

Oysa bu işlerden anlayan herkes Yunan yenilgisini daha baştan öngörmüştü. Harp Bakanı Winston Churchill, daha 1921’de, Yunanlıları desteklemenin büyük hata olduğu kanısındaydı. Dışişleri Bakanı Curzon İzmir’i Yunanlılara vermenin ahmaklık olduğunu ta 1919’da söylemişti. 1920’de Fransız Mareşali Foch Türkleri yenmek için 27 tümen gerektiğini bildirmişti; oysa Yunanlılar ıkına sıkına 12 tümen ancak çıkarabildiler.

Diyelim ki İngiliz politikasını yapanlar bu makul görüşlere kulak asmayıp Yunanistan+Sevr kartına gönülden inandılar. En azından bir B planı yapmış olmaları gerekir değil mi?

Acaba ‘Türk düşmanı’ Lloyd George’un gazına gelip yanlış yola mı gittiler? İkili mi oynadılar? Yoksa usta kumarbazlar gibi ‘yazı gelse ben tura da gelse ben’ hesabı mı yaptılar? Sevr tutarsa ne ala, tutmazsa Lozan veririz!

Lozan’da İngiliz çıkarlarına aykırı bir şey var mıdır? Hiç zannetmiyorum. İsmet Paşa istediği kadar debelensin, sonuçta imzalanan metin, baştan yüksek tutulmuş birkaç pazarlık hamlesi hariç, İngilizlerin dayattığı metindir.

Esas konu Sovyet yayılmacılığına karşı sağlam durabilecek dayanıklı bir Türkiye kurmaktı, o kuruldu. Arap ülkeleri meselesi konferansta doğru dürüst tartışma konusu bile edilmeden çözüldü, galipler dilediklerini aldılar. Irak’ın varlığı için elzem gördükleri Musul, fazla gürültü çıkarmadan halledildi. Ermenistan bu tarihte zaten Sovyet egemenliğine girmişti; o yüzden kuzeydoğu sınırı da konu edilmedi.

Türk maliyesinin acıklı durumundan dolayı savaş tazminatı söz konusu değildi; ama özel hukuk altındaki eski Osmanlı borçları, biraz tenzilat, biraz taksit, güvenceye alındı. Boğazlarda uluslararası kontrol kuruldu. Birkaç sene sonra Türkiye’nin Sovyetlere karşı pozisyonu iyice netleşince o da kaldırıldı.

Lozan’da kim kaybetti?

İç hukukta önceden öngörülen düzeyde bir Batı’ya açılma (‘globalleşme’) olmadı; ama Ankara hükümeti, göstermelik de olsa birtakım Batılılaşma hamleleri yapmayı kabul etti. Ticaret hukuku ile medeni hukuku adamların istediği şekilde düzelttiler. Vatanın istiklali için devasa bir ordu kurma hakkını kopardılar. Ama öyle bir orduyu donatacak imkánları olmadığından, on sene sonra (1933’te) İngiltere’ye, yirmi sene sonra Amerika’ya kapılanmak zorunda kaldılar.

Lozan’da kim kaybetti? Yunanistan kaybetti, bu belli. İzmir ve Doğu Trakya hayali ellerinden gitti, dayak yedikleriyle kaldılar. Bir de Fransa kaybetti. Sevr Antlaşması, Türkiye’ye yakın güç ve büyüklükte, Fransız denetiminde bir Suriye öngörmüştü. O iş olmadı. Yirmi sene içinde Fransa Ortadoğu’dan silinip gitti.

Başka bir yol var mıydı?

İngiltere’de kimselerin, Yunanistan’la Fransa zarar gördü diye çok üzüldüğünü tahmin etmiyorum.

Burada maksat İngilizleri övmek değildir. Türklerin mücadelesini küçümsemek de değildir. Tabii ki Türkiye, 1918’deki korkunç yenilgiden sonra varlığını ve onurunu korumak için büyük bir mücadele verdi ve günün şartlarında olabildiğince başarılı bir şekilde sonuçlandırdı.

Gene de insan düşünmeden edemiyor: 1918’de başka bir yol seçilseydi bugün içinde yaşadığımız ülke şimdikinden daha medeni, daha dünyalı, daha müreffeh, daha komplekssiz bir yer olur muydu?

Nürnberg’de Nazi liderleri yargılanıp idam edilirken birçok Alman, galiplerle işbirliği yapan hakim ve siyasetçileri Almanlığa ihanetle, satılmışlıkla, onursuzlukla suçlamışlardı. Zaman onları haklı çıkarmadı. Bugünkü Almanya yeryüzü cenneti değil belki, ama fena bir yer de sayılmaz.

Bizim burası kadar çok yalanla yatıp kalkmak zorunda değiller, en azından.

*Yazar
SEVAN NİŞANYAN*
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
4 Yanıt
12649 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 26, 2012, 03:58:28 ös
Gönderen: hypatia
2 Yanıt
6364 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 16, 2007, 08:55:00 ös
Gönderen: shemuel
3 Yanıt
5317 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 15, 2014, 08:27:19 ös
Gönderen: evvah
6 Yanıt
12563 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 08, 2014, 05:25:32 ös
Gönderen: Pilot
13 Yanıt
9465 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 30, 2009, 06:51:08 ös
Gönderen: Prenses Isabella
8 Yanıt
9258 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 16, 2009, 08:31:36 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
8471 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 30, 2010, 01:40:39 öö
Gönderen: Mozart
0 Yanıt
5493 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 20, 2010, 04:08:14 ös
Gönderen: Mozart
4 Yanıt
6498 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 16, 2010, 04:59:51 ös
Gönderen: king76
0 Yanıt
2766 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 04, 2011, 02:35:49 ös
Gönderen: ARCHITECT