Hepimiz düşünmenin soylu bir erdem olduğunu söyleriz. Siyasal, ekonomik, dini veya birçok konuda düşüncelerimizden bahsederiz. Daha doğrusu söylediğimiz düşüncelerin bize ait olduğuna hemfikirizdir.Hala gazete trajlarının artmadığı, bilimsel düzeyde yayın yapan ülkeler sıralamasında
ilk 20′ye bile giremediğimiz, kitap satış oranlarının beklenilen seviyenin soyut bir görüntüsünü bile oluşturmadığı bir toplumda, bir fikir beyan etmek ve bunun kendi düşüncemiz olduğunu belirtmek sadece düşüncesizce bir düşüncedir.
Düşünmenin, düşünmeyi biçimlendirmenin yapıtaşları ise kavramlardan geçer. Yalınlaştırılmış bir tanımla kavram; bir şeyin taşıdığı anlam yüküdür. Bu yönden doğru, açık ve aydınlık düşünmenin ilk yolu(koşulu) kavramları basmakalıplıktan uzak, özgün cümle kalıpları içerisinde kullanmaktan geçiyor.
Kavramları kolayca anlaşılamayan kişilere bakın. Kavram dağarcıklarının karmakarışık olduğunu görürsünüz. Ayrımları seçemez, ayrıntıları göremez böyleleri. Daha doğrusu gelişigüzel öğrendikleri kavramları gelişigüzel bir biçimde kullanırlar. Bunların gerçek anlam yükünü tam olarak anlayamadıkları için de onlardan düşünce üretemezler. Bellediklerini yinelemekten basmakalıplığa, yalınkatlığa düşmekten öteye gidemezler.
Nereden geliyor bu düşünmeme hastalığımız? Düşün ve sanat alanındaki bu bozbulanıklığın, bu alacakaranlığın kökeninde hangi nedenler yatıyor? Neden tartışmalarda hep yüzeyde kalınıyor? Neden suçlamalar, karalamalar birbirini kovalıyor? Niçin aralarında kin ve düşmanlık bulunan yaklaşmalar oluyor?
Bu soruları daha da artırmak mümkün. Kuşkusuz verilecek cevapları da.
Çevrenizdeki tartışmalara kulak verin, yazılıp-çizilenleri eleştirel bir gözle değerlendirin. Birtakım özel adların ve bunlara
bağlı olarakta bazı kavramların büyük bir coşku ile tekrarlandığını göreceksiniz. Bu yineleme, bu özel adları sayıp dökme, öne sürülen savları kanıtlama,onların tanıklığına başvurmak için değildir. Kendi düşüncelerinin yerini almıştır o kavramlar. Sözde özgün olduğu söylenen bu söylemler, o adların belirli kavramların gözlgesine sığınmadır. Sindirme değil, bellemedir.
Düşünme bellemeden çok öğrenmeye dayanan bir eylem biçimidir. Oysa kavram tutsaklığına yakalananlar, öğrenmeden çok bellemeyi yeğlerler. Kafalarının içi devşirme bilgilerle doludur. Bunlarda ezberleme bilgilerden oluştuğu için bütünsellikten yoksun ve tamamen uzaktır. Edinme, davranışa dönüşmez. Düşünmeyi öğrenememesi -ama kendince- üstelik özgün düşündüğünü zannetmesi, onu belirli kalıplar içinde kalmaya, kalıplar içinde duymaya, düşünmeye zorlar. Bu tür kişiler ister istemez belli bir düşüncenin kölesi, belli bir kavramın tutsağı olur. Kölesi olduğu düşünce, tutsağı olduğu kavram neyi çağırır, neyi buyurursa ona göre davranır.
Kavram tutsaklığının ya da düşünme köleliğinin kökeninde düşünememe, düşünmeyi bilmeme gelir. Çünkü düşünme; bir tartıdan, bir irdeleme sürecinden geçirme, bağlamsal yönden onları bağlantılama işidir. İrdeleme, eleştirme ve bağlantılama da kavramların kabuğunu kırmayı, yüzeyde kalmamayı gerektirir.
Kişi bu gerekliliği yerine getirdiği zaman, böyle bir yönelim içine girdiğinde kolay kolay kavramların albenisine kapılmaz, kulu kölesi olmaz. Özgür düşünce dedikleri de bu değil midir ?
Sebahattin Eyüboğlu bir yazısında bu gerçeği şu şekilde dile getirir:
“Özgür düşünce, bütün kalıpları, altın da olsa bütün kafesleri, bütün yasakları yıkan düşüncedir. Böylesi düşünce ancak kulluğu bile hoş görmeyen bir dünya görüşüne açılmaksa insanı, yaşamayı hoş görenlerin harcı değildir.”
“Düşünmeyen, özgür düşünmediği için de kendini kavramların kafesine kapamış olan kişi; bu kavramı savunanların kapısına kul olur. Dilinden adlarını ve sözlerini düşürmez.
Şu der ki… diye başlar sözüne …..der ki diye bitirir sözünü. Kendi ne düşünür, kendin ne der? önemi yoktur bunun.Uydulaşmıştır. Tutsaklığına kapıldığı kavramların yayınını yapar durmadan.” Bu uyduluğa değinirken Sebahattin Eyüboğlu şöyle sürdürüyor sözlerini;
“Özgür düşünce hem tutucu, gelenekçi hem de özgür olamaz. Nasıl olabilir ki, düşünce özgürlüğü eski kalıplarını kırmanın ta kendisidir. Kendi aklını kullanmayan insan, kitapların en güzelini de kullansa özgür düşünemiyor demektir.”
Düşünmeyi insan aklının kndiliğinden olan bir işlevi olarak görenler de az değildir. Böyle sananlara göre düşünen insan Rodin’in ünlü yortusunda olduğu gibi, eli çenesinde bir köşiye çekilmiş, olasılıkla toplum için zararlı kurgular içinde sakıncalı bir bireydir. Düşünen insan sakıncalıdır. Neden mi? Tarih boyunca böyle insanlar sakıncalı görülmüştür. Çünkü tarih boyunca düşünen insanlar toplum düzenine karşı çıkmıştır.
Dünyanın düz bir tepsi biçiminde olduğu görüşü nasıl olmuştu da toplumların huzurunu kaçırmıştı ki, yine nasıl oldu da bir düşünür bunun böyle olmadığını söyledi. Dünyanın öküzün boynuzunda durduğuna inanarakta erdemli veya huzurlu toplum olunabilirdi.
Şimdi içeriğimizi biraz da tarihte düşündükleri için yargılanan birkaç düşünüre ayıralım.
İnsan bazı kimselerle okul sıralarında tanışır. Bizim Galileo diye bildiğimiz ünlü bilim adamıyla tanışıklığımız da okul sıralarında başlar. Dünyanın güneş çevresinde döndüğünü söylediği için Engizisyon Mahkemesinde en ağır cezalara çarptırılacağı söylenmiş, bu fikrinden vazgeçmesi istenmiş, ünlü bilgin ise;
“Ne yapayım, dönüyor” demiş.
Piza Üniversitesi’nde önce öğrenci, sonra öğretim üyesi, Kopernic sisteminin doğruluğunu gözlemci ve deneyvi yöntemle kanıtlayıp savunan kişi, modern fiziğin babası. Ne yazık ki ” Dünya evrenin merkezi değildir. Güneşin çevresinde dönüyor” deyince, incille çatıştığı için şimşekler üzerine çekildi.
16 Haziran 1632′de Galile papanın emriyle Engizisyonda yargılandı.
Halk incilden geldiği söylenen sözlere körü körüne bağlı kalmalıydı ki düzen sürüp gitsin. Köleler köle, papazlar papaz, dükler dük, asiller asil kalsın. Ama Dünya Güneş’in etrafında dönmeye devam ediyor.
Hazerfan Ahmet Çelebi’yi bilmeyenimiz yoktur. Galata kulesinden dünya tarihinin ilk uçuşunu yaptığı için ulema tarafından kem gözleri üstünde görmüş, destek görmek bir yana özgür düşünüyor, basmakalıplıktan uzak diye padişahca idamına karar verilmişti.
Socrates ise skolastik düşüncenin mimarıdır. O dönemde İran ordularına karşı Atina ve Isparta ortak bir savaşa katılmışlardı. Isparta kara kuvvetleriyle savaşa girmişti. Atina güçlü deniz kuvvetlerine sahipti. İran savaşı kaybetti, Isparta askerleri İran’a girdi. Atina savaş filosu ise ticarete açıldı. Dış ilişkilerin gelişmesi, yani insanların buluşması değer yargılarının çeşitlenmesine yol açtı.
Anlaşıldı ki yalnız Atina yoktur yeryüzünde. Başka ülkelerde başka tanrılar ve başka düzenler var. eski inançlar yıkılmaya, yeni değerler doğmaya yüz tutunca, Socrates’in toplumuna ortam hazırlandı. Etkili çevreler hem yeni fikirleri engellemeye çalışıyor hem de bu fikirlerin savunucusu Socrates’e diş biliyorlardı.
Sonuçta Socrates yargılandı ve
baldıran şerbeti içmeye mahkum edildi, ölümdü söz konusu olan.
Socrates’in ölümü kişiliğinde oldu. Zehiri içmeden yıkandı, hazırlandı. Zehiri getiren görevliye “Gel bakalım arkadaşım, ne yapacağımı söyle bana” dedi. Görevli:
“Kolay olur, içtikten sonra odada dolaşırsın. Bacaklarında bir ağırlık duyunca yatağa uzanırsın” dedi. Socrates tası aldı, zehiri içti.
Koca bilge zehiri içmeden hemen önce bir öğrencisinin elinde saz görür. Nasıl çalınacağını sorar. Öğrencisi “az sonra öleceksiniz, bundan bir tat alamazsınız” deyince, Socrates:
“Asıl tat çalmakta değil, çalmayı öğrenip onu farklı bir tarzda çalmaktır” demişti.
Evet düşünce böyledir. Sazı çalmayı öğrenmek değil, onu değişik bir ahenkte buluşturmaktır.
İnsan kişiliğini yapan etkenlerden biri de onun kendi kafası ile düşünmesidir. Oysa genellikle bunun tersi oluyor. kendi kafası ile düşünmeyi bir kenara bırakalım, çoğu insan başkasının kafasının hizmetçisi olmayı erdemlik sayar. İnsanı insanlığından uzaklaştıran bir durumu erdemlik sayması önemli bir çelişki olsa gerek.
Nadir Nadi 1943′te “Sokakta Gürültü Var” adlı eserinde şöyle diyor:
“Şuradan buradan topladığı kırpıntı fikirlerle geçinen zavallıları hesaba bile katmayız. Çünkü kuvvetli bir gövde üzerinde yağma edilmiş bir banka kasası gibi bomboş duran kafalar bizi alakadar etmez. Bazen belki onlara kızdığımız olur. Canlı olan bir beynin bu kadar hareketsiz kalmasına, bu kadar papağanlaşmasına şaşarız.”