Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: İSRAİL HAKKINDA  (Okunma sayısı 15191 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Kasım 19, 2007, 07:04:01 ös
  • Skoç Riti Masonu
  • Uzman Uye
  • *
  • İleti: 3734
  • Cinsiyet: Bay

"İngiltere Yahudiler'in Filistin'e yerleşmesini desteklerse... Suez Kanalı'nın bekçileri olabiliriz."
(İsrail Cumhurbaşkanı Weizmann)

"Bir devlet olarak İsrail'in kendini koruma hakkı vardır..."

İsrail terörünü meşrulaştırmanın klişesi böyle başlar ve yine emperyalist-siyonist karargahlarda üretilip "piyasanın" kullanımına sunulmuş söylemlerle devam eder. Peki İsrail nasıl bir devlettir? Ahlaki, hukuki, ideolojik, tarihi olarak hangi temeller üzerine oturmuştur? O topraklara ait bir unsur mudur, değilse nasıl ve neden yerleştirilmiştir?

Kuşkusuz ki, tarihi gerçekler tersine çevrilemez. Sömürgecilik tarihi ve emperyalizm gerçeği, birçok ülkenin kuruluşunun suni bir temelde şekillenmesinin kaynağıdır. Ancak bunlar arasında doğrudan emperyalist destekle ve zoru içeren temelde kurulanların başında İsrail gelir. Bugünkü yapısıyla 'normal' bir devletten çok, devletleşmiş bir ordu, militarize edilmiş ve bundan dolayı da her geçen gün çürüyen bir toplumsal yapı vardır. Bu durum, İsrail devletinin resmi ideolojisi olan siyonizm projesinden ve emperyalizmin bölge çıkarlarından bağımsız değildir. Bu ihtiyaçlara ancak böyle bir devlet yapısı cevap verebilirdi.

İsrail'in bugün Lübnan'da, onyıllardır Filistin'de döktüğü kanı Avrupa, Amerika ve tüm emperyalistlerin neden böyle bir vahşeti desteklediğini anlamak için, İsrail'in kuruluşuna, bunun içinse öncelikle siyonist ideolojinin ne olduğuna bakılmalıdır.

SİYONİST DÜŞÜNCENİN ORTAYA ÇIKIŞI VE ŞEKİLLENMESİ

Siyonist düşüncenin fikir babası, Avusturyalı Gazeteci Theodor Herzl'dir, ilk siyasi ifadesini 1895'te yazdığı 'Yahudi Devleti' isimli kitapta bulmuştur. 1800'lü yılların ikinci yarısından başlayarak Çarlık Rusyası'nda, Doğu ve Orta Avrupa'da Yahudiler'e yönelik ırkçı uygulamalar, katliamlara varan baskılar sözkonusudur. Yahudiler'in en yoğun yaşadığı yer olarak Polonya ve Rusya'da ırkçılığa karşı mücadelede üç ayrı örgütlenme anlayışını görmekteyiz. Siyonizm bunlardan biriyken, en önemli akım olarak Rusya'da "sosyalist" Bund vardır. 'Yahudi- ler'in ayrı örgütlenmesini' savunan Bund, bir süre sonra Bolşevik Parti'yle birleşmiş, ardından milliyetçi çizgisinden dolayı ayrılarak Menşevikler'le aynı safta yeralmıştır. Siyonizm ise, bu dönemde Yahudiler arasında çok küçük bir azınlık tarafından benimsenmişti. İsrail devletinin sonraki yıllarda cumhurbaşkanlığını yapacak olan, siyonist liderlerden Ezer Weizmann bu yıllarda Herzl'e yazdığı bir raporda, Rusya'daki durumu şöyle özetlemekteydi: "Siyonist hareket Yahudi gençliğin en iyi unsurlarını kendine çekmeyi başaramadı... Yahudi öğrenci kitlesinin neredeyse tümü devrimci hareketi destekliyor."
Yahudiler'in ağırlıklı bir kesimi özellikle Rusya'da ilerici, devrimci örgütlenmeler içinde yeralarak Yahudi düşmanlığına karşı mücadele etmektedirler. Bu dönemde milliyetçi Bund ile polemik yürüten Lenin, ırkçılığın sınıfsal kökenlerini hatırlatarak nasıl mücadele edilmesi gerektiğini şöyle ifade eder:

"Yahudi düşmanlığına hükümetin ve sömürücü sınıfların ırksal ayrımcılığı ve milli düşmanlığı körüklemeye yönelik bu iğrenç çabasına karşı başarıyla mücadele etmek için Yahudi proletaryası ile Yahudi olmayan proletaryanın tam bir birlik oluşturması gereklidir."

Siyonizmin temelinde ise, Yahudi düşmanlığına karşı mücadele etmenin anlamsızlığı ve tek yolun, Yahudiler'in kendi devletini kurmaları olduğu, düşüncesi vardır. Bu düşünceye göre, Yahudi düşmanlığı kaçınılmaz ve "insan doğasında olan" bir olgudur. Irkçılığın sınıflı toplumların bir sonucu olduğu, kapitalizm ile doğrudan bağının yok sayıldığı bu düşüncenin doğal sonucu ise, "insan doğasını değiştirmek mümkün olamayacağına göre, Yahudiler'in kendi devletlerini kurmaları"dır. Başka ülkelerde azınlıklar halinde yaşamaktan ancak böyle kurtulunabilecektir. Herzl'in 'Yahudi Devleti' kitabında da bu düşünceler işlenir. Yani, şekillenme süreci 1880-'90 arasında olsa da, 1890'lara kadar siyasi, felsefi düzeyde siyonizm düşüncesinden sözedilemez. Bir başka deyişle, siyonizmin sonradan eklenmiş dini, mistik öğelerine bakılarak, "iki bin yıllık hareket" olduğu tümüyle safsatadan ibarettir.

'SEÇİLMİŞ KULLAR'IN, 'ADANMIŞ TOPRAKLARA DÖNÜŞÜ' EFSANESİ

Siyonizmin düşüncesinin iki temel çıkış noktası mitolojik tarihe dayanır. Birincisi; tüm dünya üzerinde yaşayan Yahudiler'in, iki bin yıl önce Babil Kralı tarafından Ortadoğu'dan sürülmelerinden bu yana, o topraklara yani "anavatana" dönme hayaliyle yaşadıkları. İkincisi ise, buna bağlı olarak tüm Yahudilerin "sürgün" olduğu ve ezeli olarak siyonist oldukları. Dini kökende ise Yahudiliğin kutsal kitabı Tevrat'taki bölümlerden beslenir. Yahudiler'in Tanrı'nın "seçilmiş kulları" oldukları ve Filistin topraklarının "vaadedilmiş topraklar" olduğu ve tüm Yahudiler'in mutlaka bu topraklara dönecekleri gibi bölümler, siyonist terminolojinin temel unsurları haline getirilmiştir. Bu şekillendirmeye paralel olarak da "sürgün yaşayan mazlum millet" propagandası yaygın ve sürekli biçimde yapılarak Batı dünyasında tartışılmaz bir gerçek olarak kabul ettirilmiştir. 2. Paylaşım Savaşı döneminde Nazi zulmüne maruz kalmaları da bu propagandayı çok daha güçlendiren bir unsur olarak yine siyonist ideoloji tarafından o günden bu yana etkin olarak kullanılmaktadır. (Nazi vahşeti, o güne kadar Yahudiler arasında etkin bir konumda olmayan siyonist düşüncenin neredeyse tüm Yahudilerce benimsenmesinde de dönüm noktasıdır.)

Aslında, kendisi de bir dindar olmayan Herzl'in 'Yahudi Devleti' kitabında din unsuru yoktur. Ancak, dinin bir Yahudi devletinin inşaa edilmesinde önemli bir rol oynayacağı görülmüş ve siyonist düşüncenin en temel unsurları haline getirilmiştir. Buna karşın, Yahudiler'in bu yıllardaki göçlerine bakıldığında, hiç de Tevrat buyruğuna uymadıkları görülür. Örneğin, 1880-1929 arasında göç eden dört milyon Yahudi'nin sadece 120 bini Filistin'e giderken (ki bunun büyük birçoğunluğu da Rusya'daki Nisan 1903 Kişinev Köyü Katliamı'nın ardından yaşanmış olan kaçıştır), 3 milyon 250 bini ABD'ye, 490 bini Batı Avrupa'ya gitmiştir.

İlk Dünya Siyonist Kongresi 1897'de İsviçre-Bassel'de gerçekleşmiştir. Bu kongrede "Siyonizmin hedefi kanunla korunan bir Yahudi devletini Filistin topraklarında kurmak" olarak somutlanır. Yine siyonizmin babası Herzl'e dönersek, Filistin topraklarının belirlenmesi de daha sonra kararlaştırılan bir durumdur. Zira, Herzl ilk olarak Arjantin topraklarını uygun görmekte, bu yönde girişimlerde bulunmaktadır. Ancak, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, dini, mistik öğelerin "ulus" bilinci yaratmada önemini düşünmesinden kaynaklı, Filistin'de karar kılmıştır.

EMPERYALİZMİN İHTİYACI VE SİYONİZM

Bütün düşünceler gibi, siyonizm düşüncesi de, doğduğu tarihsel koşulların özellikleriyle şekillenen bir düşüncedir. Siyonizmin maddi temelini de bu gerçeklik içinde aramalıyız. 19. yüzyıl sonunda dünyaya hakim olan Avrupa emperyalizmine uygunluk içinde ve sömürgeci düşüncenin bir parçası olarak gelişmiştir. Sonraki yıllarda görüleceği üzere, emperyalist sömürgeciliğin meşrulaştırılmasının tüm araç ve söylemleri siyonistler tarafından da kullanılmıştır. Bunda kuşkusuz, kendi gücünden çok, dönemin emperyalist güçlerinden birine sırtını dayayarak devletleşme düşüncesi belirleyici bir noktadır. Arayış da bu yönde olacaktır.

Siyonist kongrede alınan karar doğrultusunda, Filistin topraklarını elinde bulunduran Osmanlı İmparatorluğu'na başvurulup toprak talep edilse de bundan sonuç alınamaz. Aynı sırada Herzl ve diğer siyonist liderler dönemin büyük emperyalist güçleriyle de, destek almak için görüşmeler yapmaktadır. Örneğin, Alman Kayzer'i ile, İngiliz emperyalizminin ünlü sömürgeci Bakanı Sir Cecil Rhodes ile, hatta Kişinev Köyü'nde gerçekleştirilen katliam başta olmak üzere Yahudiler'e yönelik katliamların tertipleyicisi Çarlık Rusyası'nın İçişleri Bakanı ile bizzat Herzl görüşmeler, yazışmalar yapar. Tüm bu emperyalist güçlere teklif edilen pazarlıkların temelinde elbette karşılıklı çıkar olacaktır. Herzl'in tümüne de söylediğinin temelini oluşturan şudur: Sizin adınıza Filistin'i sömürgüleştireceğiz ve Ortadoğu'da Avrupa uygarlığına uygun bir devlet kuracağız.

Emperyalizmin dünya görüşü ile birebir örtüşen bu düşünce, siyonizme biçilen misyonu da tarif etmektedir. Siyonist düşüncenin fikir babalarının tümünün Batı Avrupa ve Amerika kökenli Yahudiler olması bu anlamda tesadüf değildir. Herzl ve diğer siyonist liderlerin düşüncelerinin şekillendiği Avrupa'da emperyalist düşüncenin hakimiyeti o dönemde tartışmasızdı. Irkçılık, milliyetçilik en yaygın akımlar olarak yaşanmaktaydı. Sömürgeciliği meşrulaştırma söylemleri olan, "medeniyet götürme, uygarlaştırma" propagandası tartışmasız kabul görmekteydi. Hatta bu durumun, istisnaları dışında dönemin aydınları için de geçerli olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. İşte böyle bir düşünce ikliminde şekillenen siyonist liderler, devlet kurmalarının emperyalist projeye endekslenmekle mümkün olacağını, onun bir parçası olarak "uygarlaştırma" vurgularına önem vermişlerdi.
Örneğin Herzl, emperyalist liderlerden destek istediği bir mektubunda şöyle diyordu: "Filistin'de Avrupa'nın Asya'ya karşı korunma hattının bir bölümünü oluşturacağız, barbarlığa karşı uygarlığın bir uç boyu olacağız, tarafsız bir devlet olarak Avrupa ile temas halinde olacağız, buna karşılık Avrupa bizim yaşamımızı garantileyecek."
Bugüne ışık tutan, yorum gerektirmeyen bu sözler, özellikle 1. Paylaşım Savaşı sonrası Filistin ve diğer Ortadoğu topraklarını ele geçiren İngiliz emperyalizmine sıkça anlatılacaktır. Bu süreçten sonra artık Siyonistler kimin kapısında eşeleneceklerini de netleştirmişlerdir. Bütün mesele İngilizler'i "ikna" etmeye kalmıştır. Bu ikna turlarının birinde, sonraki yıllarda İsrail Cumhurbaşkanı olacak olan Weizmann, (bugün sömürge ülke başbakanlarının Amerikan gazetelerine yazı yazmaları gibi) bir İngiliz gazetesinde şunları yazıyordu: "İngiltere Yahudiler'in Filistin'e yerleşmesini desteklerse... buna karşılık ülkeyi geliştirebilir, uygarlığı götürebilir ve Suez (Suveyş) Kanalı'nın bekçileri olabiliriz."
Emperyalizmin bekçi köpeği olmayı daha devletleşmeden kabul eden bir gücün, devletleşme sonrasında da emperyalist efendisi değişse de, misyonu değişmeyecekti. Nitekim, devletin kuruluşundan üç yıl sonra ve efendinin artık İngiltere değil, Amerikan emperyalizmi olduğu 1951'de, İsrail'in en etkin gazetesi Ha'aretz'de, bu devletin misyonu şöyle izah edilmektedir: "İsrail'i güçlendirmek Batılı güçlerin Ordadoğu'da denge ve istikrarı korumalarına yardımcı oluyor. İsrail bir bekçi köpeği işlevini görüyor... İsrail, komşularından biri Batı'ya karşı izin verilenden daha öte bir saygısızlıkta bulunduğunda, bu ülkeyi cezalandırmakta tereddüt etmeyecektir."

SİYONİSTLERİN İLK HAMİSİ, İNGİLİZ EMPERYALİZMİ

İngiliz emperyalizmi nezdinde yapılan girişimler sonuç verir ve 1917 yılında İngiliz emperyalizmi, dışişleri bakanının adını taşıyan "Balfour Deklerasyonu" ile, Yahudiler'in Filistin'e yerleşmesine destek verdiklerini açıklar. İngiltere'nin bu kararı vermesi kuşkusuz ki, "Yahudiseverlik"ten ileri gelmiyordu. Ya da, Yahudiler'in yıllardır baskı görmüş olmalarından duyulan bir vicdan rahatsızlığı da değildi.
Birincisi; İngiltere'nin, Osmanlı egemenliğindeki toprakları sömürgeleştirmek için Araplar'ın desteğine ihtiyacı vardı. Bu nedenle 1917'ye kadar siyonistlere destek vermemiştir. Ancak Osmanlı'ya karşı yanına aldığı Araplar'a verdiği "Arap devleti" sözünü tutmayınca, bu kez bölgede yoğun bir İngiliz düşmanlığı gelişti. Bu durum siyonistlerin işini kolaylaştırdı. Zira, İngiltere'nin bölgeyi denetiminde tutabilmesi için işbirlikçilere ihtiyacı vardı ve bu güç siyonistler olarak seçildi. İkincisi ise, buna bağlı olarak bölgenin İngiltere açısından önemidir. Ortadoğu'nun kendi zenginlikleri dışında (o dönem henüz petrol zenginliği bilinmiyordu), asıl olarak en önemli sömürgesi olan Hindistan'ı güvence altına almak istiyordu. Çünkü, kapitalizmin "eşitsiz gelişim yasası" uyarınca başka kapitalist güçler hızla emperyalist imparatorluğa rakip haline geliyordu ve Hindistan'ın güvenliği açısından Süveyş Kanalı kilit önemdeydi. Siyonistlerin "Süveyş'in bekçisi olacağız" sözleri de burada daha bir anlam kazanmaktadır.
Araplar'a "Arap Konfederasyonu" kurma sözü veren İngiliz emperyalizmi, öte yandan siyonistleri bölgeye yerleştirmek için Arap işbirlikçilerini kullandı. Müstakbel Konfederasyonun başına geçeceği varsayılan Şeyh Hüseyin'in oğlu Faysal ile Weizmann, "İngiliz Lavrens" olarak bilinen T.E. Lawrence aracılığıyla görüştü ve bir anlaşma yaptırıldı. Anlaşmaya göre, Araplar'ın bağımsızlığı tanınacak, buna karşılık da Filistin topraklarında iki halkın birlikte yaşayacağı bir devlet kurulacaktı. Metinden 'Arap bağımsızlığı' İngilizler tarafından çıkarıldı. Aynı süreçte Faysal bir Fransız gazetesine de, BM tarafından atanacak bir otoriteyi kabul etmek kaydıyla Yahudiler'in Filistin halkı tarafından "hoş karşılanacağı" yönünde beyanat verdiğinde, Lawrence, Faysal'ın ağzından bir mektup kaleme almakta gecikmedi. Bu mektupta "siyonist tasarılarını son derece ılımlı bulduğundan" ve iki halkın işbirliğinden sözediliyordu. Bugünkü, Arap işbirlikçi rejimleri Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan'ın rolü o günlerde Faysal'a bu şekilde oynatılırken, "Arap dünyasından" da, siyonistlere destek sesi de bulunmuş oluyordu. İngiliz emperyalizmi Araplar'a "konfederasyon"dan söz ederken, aynı anda Fransa ile Ortadoğu'yu paylaşma pazarlıkları da sürüyor ve böylece Filistinliler başta olmak üzere Arap halkının dökülen kanı ile sınırlar emperyalistlerce suni olarak çiziliyordu. Bugünkü sınırlar da daha çok bu sürecin ürünüdür.
Filistin'in İngiltere manda yönetiminde bulunduğu bu yıllarda siyonistler de, ileride ordunun çekirdeğini oluşturacak olan çete örgütlenmelerinin ilkini, Hagannah'ı kurarlar (1920). Sayıları daha sonra artacak olan bu siyonist çeteler "savunma" adına, Filistin toplumunu terörize ederek göçettirmek için sayısız saldırı düzenlerler. Bu saldırılarda bir politika olarak vahşet düzeyinde şiddet kullanılarak Filistinliler'in korkuya kapılarak kaçmaları sağlanır çoğu kez. Siyonistler bir yandan da, dünyanın birçok yerinden Yahudi göçünü teşvik etmek için yoğun çaba yürütürler. Bu hem nüfus çoğunluğunu elde etmek için gereklidir, hem de uluslararası siyonist kuruluşlardan gelen paralarla kurulan işletmelerde çalıştırılacak emek gücü gerekmektedir. Zira, yazı dizimizin ikinci bölümünde ele alacağımız gibi, siyonist düşünce, ırkçılıktır ve "hırsızları bile Yahudi olan" bir toplum kurmak istediğinden, Arap işçileri çalıştırmak istemezler. Buldukları çözüm ise, Doğulu Yahudiler'i gelmeye kışkırtmak olur. Aslında onları da ikinci sınıf görmekteydiler ve "Arap fellahlarla aynı kültürel düzeyde" diye nitelemektedirler. Ama sonuçta, Yahudi olmaları tercih nedeniydi. Örneğin, Yemen'e gönderilen siyonist propagandistler, Yahudi gruplar içinde, Tevrat'ta sözü edilen ve tüm Yahudiler'in adanmış topraklarda toplanacağı gün varsayılan, "Mesih'in gelmesinin yakın olduğu" ve Filistin topraklarında tüm Yahudiler'i büyük servetlerin beklediği yönünde propaganda yapıyorlardı.


Kasım 19, 2007, 07:05:21 ös
Yanıtla #1
  • Skoç Riti Masonu
  • Uzman Uye
  • *
  • İleti: 3734
  • Cinsiyet: Bay

"Filistin'i dünya hakimiyeti için stratejik bir askeri merkez olmasından ötürü seçtik.."
(Yahudi Kongresi 3. Bşk. Goldman)

SİYONİZM SÖMÜRÜ VE IRKÇILIKTIR

Birleşmiş Milletler'in bugünkü gibi emperyalistlerin mutlak bir yan kurumu haline gelmediği 1970'li yıllarda, İsrail aleyhine birçok karar alınmıştı. 1975 tarihli bu kararlardan birinde özetle şöyle deniliyordu: "Siyonizm ırçılıktır, Filistin halkının direnişi meşrudur..." Bu karar, Sovyetler'in yıkılmasının ardından, ABD'nin baskıları ile 1991'de kaldırılmış olsa da, bir gerçek tescil edilmişti. Elbette bunun için, BM kararına da gerek yoktu. Doğuşundan, Ortadoğu'ya taşınmasına ve gerek İsrail toplumu içinde gerekse de Filistin halkına karşı uygulamaları ile gizlenemeyen bir gerçektir ırkçılık.
Siyonist ırkçılık, Avrupa'da gördüğümüz ve Yahudiler'in kendisinin de hedef olduğu ırkçılıktan farklıdır elbette. Filistinliler'i topraklarından sürme temelinde şekillenmiş, sömürüyle ilişkisi de bu çerçevede kurulmuştur.
Siyonizm doğuşu itibariyle felsefi düzeyde ırkçıdır. İlk bölümde değinmiştik. Yahudi düşmanlığını "insan doğasının değiştirilemez parçası" olarak kabul ederek, bunun karşısına kendi ırkçılığını çıkararak varolmuştur. Pratik düzeydeki ırkçılığı ise, devletin mutlak bir şekilde tek bir ırkı barındırmasında, diğer ırkları dışlamasında kendini ifade eder. "Yahudiler'den oluşan ve Yahudiler'e ait bir devlet kurma" düşüncesinin kendisi ırkçıdır. Resmi düzeyde kabul edilmese dahi, siyonist liderler birçok kez bu yaklaşımı çok açık bir şekilde, "tek çözümün Araplar'ın bulunmadığı bir Filistin" olduğu sözleriyle ortaya koymuşlardır. Yalnız burada görüleceği üzere, "ırk" anlayışı, bilinen ırk özellikleri üzerinden değil, dini inanç üzerinden şekillenmektedir. Örneğin, bir Afrikalı Yahudi ile Orta Avrupalı Yahudi aynı ırksal özellikleri göstermez. Bu nedenle siyonist liderler Hitler gibi bir ırk prototipi ortaya çıkarmakta zorlanmışlardır. İsrail toplumunun kendi içindeki çelişkilerinden biri olarak da bu durum varlığını hep korumuştur. Dünyanın dört bir yanından Yahudiler'in göç ettirilmesine dayanan bir yapıda, bu çelişki elbette kaçınılmazdı. Bu nedenle uzun yıllar, örneğin ordunun propaganda afişlerinde vb. "İsrailli" tiplemeleri, Avrupa kökenliler üzerinden yapılmış, esmer İsrailliler daha silik ya da hiç gösterilmemiştir. Bu kendi içinde de olan ırkçılık, asıl olarak da, gerek devlet sınırları içinde, gerekse de dışında yaşayan Araplar'a, Filistinliler'e yöneliktir.
Filistin halkına yönelik katliamlara varan politikanın temelinde, emperyalizmle uyumlu siyasi, ekonomik çıkarların yanısıra, devlet ideolojisinin ırkçı niteliği gözardı edilemeyecek bir paya sahiptir. "Utanç Duvarı"nın kendisi dahi bu yaklaşımın en yalın ifadesidir.
İsrail sınırları içinde yaşayan, Araplar ise, her zaman ikinci sınıf olmuşlardır. Sonraki yıllarda kimisi kaldırılan şu uygulamalar katıksız bir ırkçılığın ifadesidir: Devletin resmi dilinin İbranice olması ve nüfusun yaklaşık %30'unu oluşturan Araplar'ın kendi dilinde eğitim görememesi. Filistinli işçilerin ücretlerinin bir İsrailli'nin ancak yarısı kadar olması, sendikalaşma haklarının bulunmaması, hangi işte ve nerede çılaşacaklarının sınırlanması, kamuda çalışmalarının yasak olması, en temel insan haklarından mahrum bırakılmaları...
Filistin'in İngiliz yönetiminde olduğu 1929'da kurulan ve tüm siyonist örgütlerin üst kuruluşu ve siyasi temsilcisi olan Yahudi Bürosu'nun finanse ettiği projelerde sadece Yahudiler'in çalışabileceği resmi olarak karar altında alınmıştı. 1967'lerde büyüyen sanayinin ucuz işgücünü karşılamak üzere Filistinliler'in İsrail'de çalışmalarına izin verildi. Ancak gündüz çalışıyor, gece İsrail'de kalamıyorlardı, sokağa çıkmaları yasaktı. Birçok işletme, onları daha fazla sömürebilmek için geceleri kaçak olarak fabrikalarda üzerlerinden kilitleyerek, hapsederek tuttu. Bu tür durumlarda yaşanan birçok yangında çıkamadıkları için ölen Filistinliler oldu. Irkçılık, sömürü politikalarıyla içiçe geçerken, sınırda kurulan 'köle pazarı' benzeri yerlerde, Filistinli aileler çocuklarını gündelikçi olarak kiralıyorlardı. İsrail'de çalışan Filistinli bir emekçi, asla süreli bir iş sahibi olamıyor, istedikleri zaman işten atılıyor, maaşlarından sendika aidatı kesiliyor ama sendikaya üye olamıyorlar. Aynı şekilde maaşlarından vergi, sosyal sigorta, emeklilik gibi kesintiler yapılmasına karşın, bu haklardan yararlanamazlar. Çünkü bu haklardan yararlanmak için İsrail'de yaşamak gerekiyor ve onların geceleri kalmasına dahi izin verilmiyordu.
Siyonist sermayenin Filistin'i sömürgeleştirdiği, devlet kurulmadan önce üç temel sloganları vardı. 'Toprağın Fethi' sloganı; toprağın sadece Yahudiler tarafından işlenmesini ifade ediyordu. Bunun için parayla satın alma ya da Filistinliler'i zorla sürerek ele geçirme yöntemleri kullanıldı. 'Emeğin Fethi' sloganı; Yahudi işletmelerinde sadece Yahudiler'in çalışmasını öngörüyor, sendikalar da Arap işçileri örgütlemedikleri gibi, Arap emeğinin boykot edilmesine öncülük ediyorlardı. 'Toprağın Ürünü' sloganı ise; Arap topraklarının ürünlerinin boykotunu içeriyordu. Bu ırkçılık devletin kuruluşuyla, resmi ideolojiye dönüştü. "Dönüş Yasası" bunun örneklerinden biridir. Buna göre; dünyanın neresinde doğarsa doğsun bir Yahudi gelip İsrail'e yerleşebilir, ama işgal edilen bir yerde, örneğin Kudüs doğumlu Filistinli terk etmek zorunda bırakıldığı toprağına geri dönemez.
Siyonizm, aynı zamanda emperyalizm adına bir sömürgecilik hareketidir. Ancak bu sömürgecilik, Avrupa sömürgeciliğinden farklı olarak, sadece sömürgeleştirilen topraklarda yaşayan halkın emeğini, zenginliklerini sömürmeyi değil, daha çok onları topraktan sürmeyi amaçlayan bir sömürgeciliktir. Kendi toplumu içinde de, emekçilerin daha yoğun sömürüsünün ideolojik kalkış noktası olmuştur. Yukarıda Arap emekçilere yönelik ırkçı uygulamalar bu konuda örnektir. Bir başka örnek ise, Arap'ı, Yahudisi ile bütün emekçilerin, İsrail devletinin (siyonizmin) güvenliği adına her tür hak aramalarının birçok kez yasaklanmasıdır. Çarpıcı olan ise, güya bir "işçi örgütü" olarak kurulan Histadrut aracılığıyla yaşama geçiriliyor oluşudur. Özellikle Yahudi göçünün yoğunlaştığı ve siyonist sermayenin aktarma yoluyla değil doğrudan göçle geldiği 1920-35 arasında, siyonizmin çıkarlarıyla çatıştığına karar verdiği birçok grev bizzat Histadrut tarafından yasaklanmıştır.
Bugün de ırkçılık hem içeride, hem de Filistin halkına karşı en yaygın şekilde sürmektedir. Güney Afrikalı Başpiskopos Desmond Tutu, 2002 Nisanı'nda 'Kutsal Topraklarda Aparthaid' başlığıyla The Guardion'da yayınlanan konuşmasında, şunları söylüyordu: "Anlaşılmaz ve haklı görülemez olan şey, İsrail'in kendi varlığını güven altına almak için başka halklara yaptıklarıdır. Kutsal Topraklar'a yaptığım son gezide çok derin şekilde üzüldüm; burası bana Güney Afrika'da biz siyahi insanlara yapılanları çok hatırlattı. Filistinliler'in kontrol noktalarında ve yollarda maruz kaldıkları aşağılamayı gördüm; aynen beyaz polislerin bizi etrafta serbestçe dolaşmaktan alıkoymalarında olduğu gibi acı çekiyorlardı."
Güney Afrika'nın Aparthaid rejiminin yerinde siyonist devlet; zencilerin yerinde ise Filistinliler vardır. İsrail'e yönelik eleştirileri hemen anti-semitizmle suçlayarak bastıran siyonistler, ırkçı Güney Afrika rejimiyle de en sıkı ilişkilere sahip ülkelerden biriydi. Aparthaid rejimi zencilere en koyu ırkçı uygulamaları yaparken, İsrail onunla askeri anlaşmalar imzalamış, ırkçı rejime destek vermiştir.

ORDU VE MİLİTARİST YAPI

Filistin Ulusal Konseyi'nin Temmuz 1968 tarihli "Filistin Ulusal Sözleşmesi"nin bir maddesinde, siyonizm şöyle tarif edilmektedir:
"Madde 22 - Siyonizm uluslararası emperyalizmle organik bağları bulunan ve dünyadaki kurtuluş hareketleriyle ilerici hareketlerle çelişen siyasal bir harekettir. Doğası gereği ırkçı ve fanatik, amaçları gereği saldırgan, yayılmacı ve sömürgeci ve yöntemleri gereği faşisttir. İsrail, siyonist hareketin aletidir, Arap yurdunun ortasına stratejik olarak yerleştirilmiş, Arap ulusunun kurtuluş, birlik ve ilerleme umutlarıyla savaşan dünya emperyalizminin coğrafi üssüdür. İsrail, Ortadoğu'da ve tüm dünyada barışa yönelik sürekli bir tehdit kaynağıdır."
Sıkça "Ortadoğu'da barış"tan söz edilir. Siyonist devletin tam da burada ifade edilen varlık nedeni ve nitelikleri anlaşılmadan, bu "barış" söylemlerinin de hiçbir anlamı yoktur. Zira, daha kuruluşundan, hatta ilk Yahudi göçünden itibaren Ortadoğu'yu emperyalist çıkarlarla bütünleştirme hedefiyle yola çıkan bir hareketten ve onun kurduğu devletten söz ediyoruz.
İsrail'in kurucularından, Dünya Yahudi Kongresi 3. Başkanı Dr. Nahum Goldman, 1947'de Montreal'de devletin "neden ille de Filistin'de kurulmak istendiği?" sorusuna, "Uganda'yı, Madagaskar'ı ya da başka yerleri elde edebilirdik" dedikten sonra, şu cevabı veriyordu:
"Filistin'in dini öneminden, ölü deniz sularından buharlaşma yoluyla beş trilyon değerinde metaloid ve toz halinde metal elde edileceğinden, Filistin toprak altının Amerika kıtasının tüm rezervlerinin toplam yirmi misli fazla petrol ihtiva ettiğinden değil, Filistin'in Avrupa, Asya ve Afrika arasında bir kavşak noktası olmasından, Filistin'in dünya hakimiyeti için stratejik bir askeri merkez olmasından ötürü!"
"Süveyş Kanalı'nın bekçisi olacağız" söylemiyle örtüşen bu sözler, İsrail devletinin emperyalizmin bölge ve dünya hakimiyeti açısından önemini gösterdiği gibi, bu önemin "stratejik askeri merkez" olarak tanımlanmasını da ortaya koyuyor.
Bu misyonun oynanabilmesi, yani Ortadoğu'nun emperyalist çıkarlarla bütünleştirilmesi ise; ancak sürekli bir savaş, halkların terörize edilmesi, katliamlar, suikastler, toprak işgalleri, direnenlerin sindirilmesi ve ezilmesi ile mümkündür. Emperyalistler bir yandan Arap diktatörler aracılığıyla, sömürü çıkarlarına darbe vuracak olan, "Araplar'ın birliği"ni engellerken, asıl olarak da İsrail'i kullanır. siyonist devlet, Arap ulusunun birliğine karşı bir sabotaj unsurudur. Onyıllardır hiç bitmeyen işgal ve katliamları ile bölge halklarının kendi ayakları üzerinde durmasını engelleyerek, bölgeyi, emperyalist politikaların uygulanabileceği bir zeminde tutmaktadır. İsrail'in bir devlet olarak neden "savaş makinası" olarak örgütlendiğinin ve "ordu devlet" tanımlamasının cevabı da buradadır.
Siyonistlerin bir ordu kurma çalışmaları, 1920'den itibaren başlar, yani Filistin'e ilk göçlerin kısa süre sonrasında. Haganah, İrgun, Stern (Lehi) gibi siyonist çeteler, bugünkü ordunun çekirdeğidir. Daha kuruluşlarından itibaren Filistinliler'e karşı terör eylemlerine başladılar, Arap nüfusu sürmek için sayısız saldırı gerçekleştirdiler. Ve bu süreçte Filistin halkının örgütlü bir direniş hareketi de yoktur. Yani, o bilinen İsrail vahşetinin, terörün, Filistin halkının direnişiyle açıklanması da doğru değildir. İngilizler'in de desteğiyle teröre ve toprak işgallerine yönelen siyonist çetelerin katliamlarından biri olan, 1948 Deir Yassin Köyü Katliamı'nda 250 kişi katledilirken, tutsak aldıkları kadınları, genç kızları Kudüs sokaklarında kırbaçlayarak dolaştırmışlardı. Örgütsüz Arap halkı üzerinde bu tür vahşet örnekleriyle korkuyu büyütmüş ve 700 bin Filistinliyi topraklarından sürmüştür. 1902'de Filistin'deki Yahudi nüfusu 25 bin iken, 1947'de 600 bine ulaşmış, toprak mülkiyetinde de 1918'de %2.5 iken, 1947'de %77.5'e yükselmiştir. İsrail devleti de bundan sonra kurulur.
15 Mayıs 1948'de İsrail devletinin ilan edilmesinden sadece on gün sonra, çeteler birleştirilerek İsrail Güvenlik Güçleri'nin kuruluşu ilan edildi. Yeni bir devlet olmasına karşın, iki ay gibi kısa bir süre içinde de, dönemin koşullarında en gelişmiş teçhizatlarla donatılmış, en mükemmel ordulardan biri haline geldi. Elbette ki, İsrail'in kendi dinamikleriyle değil, ABD, Fransa ve İngiltere desteğiyle. Klasik bir orduda bulunabilecek birliklerinin yanısıra, özel birlikleri de ihtiva eden ordu, 1970'lere gelindiğinde, dünya çapında en gelişmiş orduların başında yeralıyordu. Bu yıllarda İsrail ordusu 170 bin kişilik bir askeri güce sahipti. Bu bile, o yıllarda 3.2 milyon olan nüfusa göre "normal" olmayan bir rakamdır. Ancak, askerileşmiş toplumun çarpıcı bir örneği olarak, bu sayı bir çağrı ile 455 bine kadar yükseliyordu. Milli gelirden orduya ayrılan pay da, hiçbir ülkede olmayacak şekilde yüzde 25-30 arasındadır.
İsrail hükümetlerinin oluşumunda, karar mekanizmalarında, ordunun ve ordu kökenli unsurların mutlak bir hakimiyeti vardır. Tüm bir tarihi boyunca, siyonist çete ve ordu geçmişi olmayan çok ender hükümet kabinesi görülür. Öyle ki, 1955-67 arasında Savunma Bakanları ile Başbakan aynı kişi olmuş, siyasi ve askeri tüm kritik kararlarda, askeri gereklilik öncelikli olmuştur.
Savaş makinası böyle yaratılırken, toplumsal yapı da buna uygun olarak şekillendirildi. Sürekli bir şekilde "güvenlik, İsrail devletini Araplara karşı koruma" propagandası etrafından militarize edilen toplumsal yapıda, gerçekte sivil olan neredeyse hiçbir kurum yoktur. Geçen hafta İsrail Genelkurmay Başkanı, ne kadar "demokratik" olduklarını göstermek için şöyle diyordu: "Ne pahasına olursa olsun, İsrail'in demokratik görünüşünü koruması gerekir." Evet, yıllardır dünyaya yutturulan "Ortadoğu'nun en demokratik devleti"nde, sivil ve demokratik olan her şey "görüntü"dür. 1999-2003 arasında İsrail Meclisi Başkanlığı yapan Avraham Burg da, "Siyonizmin sonu yakındır" başlıklı yazıda, bu yalana başka bir açıdan şu cevabı veriyordu: "Bir yandan Filistinli çoğunluğu İsrail çizmesi altında bastırıp diğer yandan Ortadoğu'daki tek demokrasi olduğumuzu iddia edemeyiz." (15 Eylül 2003, The Guardion)
Siyonist sağ ve merkez solun arasındaki çatışma da geçmişten beri sahte, düzmece bir şeydir. Siyonist projede, emperyalizmin jandarmalığında hiçbir farkları yoktur. İsrailli Arap Milletvekili Azmi Bişara'nın deyişiyle, 'İsrail parlamentosu' diye adlandırılan savaş sirkinin, yani savaş dansı yapan bir kabilenin demokratik olduğu söyleniyor; savaş davulları çalan, askeri orkestra ritmiyle stüdyo ve matbaada yürüyüş yapan tabura da çok sesli İsrail medyası deniliyor."
İsrail'in bütün kurumları onun misyonuna uygun olarak askeri tarzda ve siyonist ideolojinin gereklerine göre dizayn edilmiştir. Yerinde olarak yapılan, 'İsrail'in ordusu yok, ordulaşmış devleti var' tespiti de, bu gerçekliği yansıtır. Yukarıda örnek verdik, Histadrut, sanırız dünyanın en tuhaf işçi sendikasıdır. İsrail parlamentosunun 2002 Şubatı'nda, sorguda işkence yapılmasını yasallaştırarak, dünyada bu ünvana sahip tek ülke olması, bu yapının doğal sonucu olarak karşımıza çıkan bir başka örnektir.
Savaş makinasının asıl gücünü, dün olduğu gibi, bugün de emperyalistlerin askeri ve mali desteği sağlamaktadır. 1948-1968 arasında İsrail 7.5 milyar dolar ile Amerikan yardımı alan ülkeler arasında ilk sıraya oturdu ve bu durumunu, emperyalizmin Ortadoğu politikalarındaki yerini koruduğu ölçüde, terk etmedi. Bugün ABD, her yıl -borç adı altında verilenlerin dışında- 5 milyar dolar yardım yapıyor. ABD Dış Yardım Bütçesi'nin %30'unu alan İsrail, yine dünyada en çok ABD yardımı alan ülke konumunda. Bu yardımların dörtte üçünün yine Amerika, Almanya başta olmak üzere emperyalistlerden F-16 ve Apache saldırı helikopterleri gibi askeri malzemelerin alınmasında kullanılması ise, yardımın neden verildiğinin bir başka cevabıdır.
Amerikan askeri yardımı salt silah satışı, desteğiyle de sınırlı değildir. Tank, uçak, savunma sistemleri gibi alanlarda, teknoloji transfer ediyor ve bu silahların satışı İsrail aracılığıyla yapılıyor. Burada, İsrail savaş makinasını destekleme amacının dışında dikkat çeken bir başka nokta daha vardır. Satıcının İsrail olması, siyonist devletin ilişki geliştirmesine ve doğal olarak meşrulaşmasına hizmet ediyor.
Militarist yapının bir başka unsuru da yerleşimcilerdir. Avraham Burg'un da kabul ettiği gibi, "yerleşimler devleti" haline gelen İsrail'in devlet politikasında, yerleşim birimleri özel yere sahiptir. Tarihsel olarak birkaç aşaması bulunur, bugünkü yoğunluğuna ise, 1967 işgali ve sonrasında, Batı Şeria ve Gazze'de işgali süreklileştirmenin bir aracı olarak kullanılmasıyla kavuştu. Askeri-stratejik amaçlara uygun olarak, 1975'te tasarlandı ve adım adım uygulandı. Filistin içine sokulan yerleşim birimleri doğaldır ki, kendi içinde risk de taşıyordu. Dini, ırkçı ideolojik motivasyona sahip unsurlara devletin özel desteği de çok gerekmiyordu. Zira, bu idelojiye göre, Batı Şeria zaten ezelden beri İsrail topraklarıydı. Bunun dışında da yerleşimcilere büyük devlet yardımları ile teşvik sağlandı.
İşgalciliğin ve emperyalist çıkarları ikame edebilecek güce ulaşmanın vazgeçilmez bir politikası olarak onyıllardır uygulanan yerleşimcilerin, özellikle ideolojik motivasyona sahip ırkçı unsurları, daha ilk günden itibaren Filistin halkına yönelik binlerce saldırı gerçekleştirdiler. Zaten yerleşimcilerin öne çıkan özellikleri de, silahlı, saldırgan oluşlarıdır ve ne derece "sivil" olarak kabul edilmesi gerektikleri dahi tartışılır düzeyde askerileşmişlerdir.
Eylül 1982'de İsrail, Lübnan'ı bir kez daha işgal etti. FKÖ üslerinin olduğu Batı Beyrut'un dünyayla ilişkisi kesildi, yiyecek, su, yakıt her şey yasaktı, Üniversiteler kapatıldı, silahsız kitle gösterilerine ateş açıldı, Belediye Başkanları görevden alındı. 'Beyrut Kasabı' Şaron komutasındaki İsrail Ordusu, Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına saldırdı. 4 bin Filistinli mülteci vahşi yöntemlerle katledildi.


'Judenrein' ve Siyonist-Nazi işbirliği

Siyonistlerin meşrulaşmasında, Naziler'in 6 milyon Yahudi'yi katletmesinin büyük etkisi oldu. Holywood ve daha başka araçları etkin olarak kullanan siyonistlerle, fırınlarda yakılan Yahudiler iki nedenden dolayı ayrı tutulmalıdır. 1) Siyonist devletin onyıllardır Naziler'le yarışan bir vahşeti uygulaması. 2) Siyonist-Nazi işbirliği.
2. Paylaşım Savaşı arifesinde şöyle bir tablo vardı. Siyonistler, devlet kurmak için Yahudiler'i Filistin'e göç ettirmek istiyorlardı. Naziler; başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa'yı "Yahudisizleştirme"yi (judenrein) amaçlıyorlardı. İngiltere; Ortadoğu'da emperyalizmin ileri karakolu olacak bir siyonist devlet kurmak için göçe destek veriyor, aynı zamanda, Naziler kendi çıkarlarını tehdit edene kadar, sosyalizme karşı "ittifak" olarak görüyorlardı. Bunu, 1938 Münih Anlaşması ile de ortaya koymuşlardı.
Naziler'in iktidara gelişiyle; SS'ler başta Yahudiler olmak üzere, tüm toplumu, muhalifleri baskı altına alırken, Almanya Siyonist Federasyonu'nun önü açıldı. SS'lere bu konuda talimat da verilmişti. Mart 1935 tarihli bir polis kararnamesi, açıkça Yahudi eylemlerinin önlenmesini, siyonistlere ayrıcalık tanınmasını söylüyordu. Yahudiliği ifade eden tüm simgeler yasak, Nürnberg Yasaları ile vatandaşlık hakları dahi ellerinden alınırken, sadece siyonist amblemin taşınmasına, kendi üniformalarını giymelerine izin verildi. SS'ler, baskıyla göç ettiremedikleri Yahudiler arasında siyonist düşüncenin yayılması için de çalıştılar. Siyonist gazete Juedsche Rundschau'un satışı dört kat arttı. Yahudi düşmanı, Nazi Partisi ve SS üyesi Von Mildenstein, siyonistlerle dost ve ilişkiyi sürdürüyor, Filistin'e gidiyor, Nazi gazetesinde siyonizme övgüler içeren yazılar yazıyordu.
Siyonistlerin, Yahudiler'i "Filistin'in zorlu koşullarına hazırlama" düşüncesi de SS'lerce desteklendi. Bin kadar siyonist genç, 1935'de, Viyana Yahudi Göç Dairesi Başkanı Eichmann ile siyonist liderlerden Moşe Bar Gilad arasındaki anlaşma gereği, Avusturya SS kamplarında eğitildiler. Benzeri bir anlaşma Almanya'da Gestapo ile Siyonist örgütten Pinhas Ginsberg arasında imzalandı. Irgun, Hagana ve Stern gibi siyonist çetelerde bu gençler oldukça "faydalı" oldular ve öğrendikleri Nazi yöntemleriyle Filistin halkının kanını döktüler.
Naziler, İngilizler'in de desteğiyle siyonistlerle açık ve zımni işbirliği içinde gönderebildikleri Yahudiler'i Filistin'e gönderdikten sonra, kalanları fırınlara yolladılar.
Elbette, "Yahudiler'i göç ettirme" temelindeki bu işbirliği, onların sürekli müttefik olacağı anlamına gelmiyor, böyle de olmadı. Naziler amaçlarına ulaştıkça siyonistleri de "dost" defterinden sildikleri gibi; siyonistler de, çıkarları ters düştüğünde, israil'in kuruluşunun önünü açan İngiltere'ye karşı da saldırılar düzenledi. Ancak tarih, Siyonistlerin Naziler'le olan işbirliğini de kayıtlara geçti.


Kasım 19, 2007, 07:06:24 ös
Yanıtla #2
  • Skoç Riti Masonu
  • Uzman Uye
  • *
  • İleti: 3734
  • Cinsiyet: Bay

SİYONİST REJİM, SADECE ORTADOĞU'DA DEĞİL, DÜNYANIN HER YERİNDE İLERİCİ HAREKETLERİN KARŞISINDADIR

Siyonist ideoloji ve İsrail'in kuruluşundan itibaren emperyalizmle ilişkilerini ele aldığımız yazımızın ilk iki bölümünde, siyonizmin emperyalist politikalar içindeki yerine, ırkçı yapısına, neden Filistin topraklarının devlet kurmak için seçildiğine yer verdik.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonunda, General Allenby Komutası'ndaki İngiliz Birlikleri 8 Kasım 1918 günü Kudüs'e girdiklerinde, Allenby şöyle diyordu: "Asırlar önce başlayan Haçlı Seferleri artık sona ermiştir. Çünkü muzaffer olduk."
XI. yüzyılın başlarında Batı Avrupa feodallerinin Doğu'nun zenginliklerini ele geçirmek için, "kutsal kentleri kurtarma" söylemiyle, kilise tarafından kutsanan Haçlı Seferleri'ne yapılan bu atıf elbette generalerin dindarlığından değildi. Filistinliler'i şaşırtan bu konuşma, Batı krallarının yerini alan emperyalistlerin, Ortadoğu'yu "nihayet" ele geçirdiklerini düşünmeleriydi. Daimi bir işgalin zor olduğu koşullarda, bu durumun sürekliliği içinse, iki seçenekleri vardı. İşbirlikçi Arap krallıkları aracılığıyla sömürgeleştirme ve bölgede "emperyalizmin uzantısı" bir devletin kurulması. Bu devletin siyonist proje üzerine oturan İsrail olduğunu ve siyonistlerin İngilizler'le ilişkilerinin nasıl başladığını ilk bölümde ele almıştık.
İngiliz himayesinde Filistinliler'in yurtlarına el koyan siyonistler, 2. Paylaşım Savaşı sonunda amaçlarına ulaştılar. Savaştan emperyalist kampın lideri olarak çıkan ABD, Fransa ile İngiltere'nin öncülüğünde ve SSCB'nin dönemin koşullarında tarihsel bir hata ile destek verdiği BM kararı, devlet kuruluşunun meşruiyetini sağladı. Birleşmiş Milletler 29 Kasım 1947'de Filistin'de biri Arap biri Yahudi olmak üzere iki devlet kurulmasını öngören taksim kararını aldı. Filistinliler karara karşı çıkarak, böyle bir devleti kurmayı reddettiler. İngilitere'nin BM kararı uyarınca 15 Mayıs 1948'de Filistin'den çekileceğini açıklamasının hemen ardından siyonist çeteler de saldırılarını yoğunlaştırdı. Deir Yassin Katliamı bugünlerde yapıldı. Aynı günlerde siyonsit İrgun Çetesi Yaffa'ya saldırdı ve 70 bin Filistinli'den 67 bini terörden kaçtı. Siyonist çeteler, bu katliamların propagandasını bizzat yapıyor, korkuyu tüm halka yaymak suretiyle göçe hız veriyordu. İngiliz ordusu güya "tarafsızlık" politikası izliyordu, ancak hem Suriye'den gelen Arap yurtseverlere karşı siyonistleri destekliyor, hem de boşalttığı alanların siyonistlerin eline geçmesi için istihrabat sağlıyordu. Son İngiliz askeri 14 Mayıs'ta çekildi Filistin'den ve ertesi günü, 15 Mayıs 1948'de İsrail devleti ilan edildi.
Siyonist devlet, ABD başta olmak üzere, emperyalistlerce hemen tanınırken, "mazlum ve yurtsuz Yahudiler" bakışının etkisiyle Müslüman ülkeler dışındaki ülkeler de İsrail'i tanıdılar. 1947 taksim kararında Arap ülkeleriyle birlikte Filistin'in bölünmesine, Yahudi devleti kuruluşuna karşı çıkan Türkiye, İsrail'i ilk tanıyan müslüman ülke oldu ve tam diplomatik ilişki kurdu.
Birleşik Arap orduları, Yahudiler'i Filistin'den atmak üzere ülkeye girdiler. Ancak çeşitli komplolar sonucu Filistin direnişçileri yalnız kaldı. Arap ordularının bir kısmı savaşmadan geri çekildi, bir kısmı da Siyonistler önünde bozguna uğradı. Bu ilk Arap-İsrail savaşı sonunda İsrail, sınırlarını genişletti ve yüzbinlerce Filistinli yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. Silah zoruyla, emperyalist destekle Filistinliler'i terörize ederek kurulan devlet, en baştan itibaren tüm emperyalistlerin büyük desteğini aldı. Devletin sınırları içinde kalan yarım milyona yakın Filistinli ise, her türlü insan hakkından yoksun olarak yaşamaya mahkum ediliyordu.

EMPERYALİST CEPHEDE DEĞİŞEN GÜÇ İLİŞKİLERİNİN YANSIMASI

İngiltere, Araplar'ı tümden kaybetmemek için 1939 yılında, Filistinliler'in rızası dışında Yahudi göçünün olmayacağı, gelecek beş yıl içinde Yahudi göçünün 75 bin ile sınırlı olacağı gibi hükümler içeren "Beyaz Kitap"ı yayınlarken, 30 bin Yahudi gönüllü olarak İngiliz ordusunda "Yahudi Birliği" olarak savaşa katılıyor, savaşa katılmayanlar da Arap nüfusa yönelik saldırılar düzenliyor ve kaçak Yahudi göçünü örgütlüyordu. Siyonistlerin bu iki cephenin dışında, asıl yoğunlaştıkları ise, emperyalist cephenin liderliğine hızla yükselmekte olan ABD ile kurulan ilişkilerdi. 4.5 milyon Yahudi'nin yaşadığı ABD'de propaganda faaliyetleri yoğunlaşmış, çeşitli düzeylerde ilişkiler geliştirmişlerdi. Bu hazırlıkların sonucu 1942 yılında New York'ta Amerikan Siyonist Konferansı düzenlendi ve Yahudi devleti talebini içeren Biltmore Programı kabul edildi.
Savaşın sonunda ABD, İngiliz emperyalizminin bütün sömürgelerini ele geçirirken, elbette Ortadoğu uzun yıllar sürecek bir güç çatışmasının da odağı durumuna geliyordu. Emperyalist kampın liderliğiyle birlikte devralınan bir miras gibi, Siyonist varlığın "tasması"nı da yavaş yavaş eline alacaktı ABD. Tümüyle ABD denetimine geçmesinin asıl dönüm noktası ise, 1956 Süveyş Bunalımı oldu. Emperyalistler açısından hem bir iktidar boşluğu hem de güç ve denetim savaşının boyutlandığı 1950'li yılların ikinci yarısı, asıl olarak Fransa'nın İsrail üzerinde etkinliğini artırdığı dönemdir. Fransa, İsrail'in başlıca silah kaynağı olurken, ABD'nin henüz Ortadoğu politikaları tümüyle netleşmiş değildi ve petrol ihtiyacından kaynaklı olarak Arapları karşısına almak istemiyor, özellikle Mısır ile ilişkiler geliştiriyordu.
Suriye ve Lübnan'ı kaybeden Fransa'nın ve İngiliz emperyalizminin en büyük kaygısı, Mısır Devlet Başkanı Nasır'ın "ulusalcı sosyalizminin" bütün Ortadoğu ve özellikle Fransız sömürgelerinin olduğu Kuzey Afrika'nın Arap ülkelerine yayılması ve Arap ulusunun birliğini yaratma yolunda ciddi bir yol katetme eğiliminde olmasıydı. İngiltere de buna karşı Irak ve Türkiye arasında "Bağdat Paktı"nı imzalatarak bir karşı blok oluşturmaya çalışıyordu. Aynı kaygılar elbette İsrail için de geçerliydi. Özellikle sınırlarını genişletme ve "güvenlik", en temel sorundu. Nasır'ın öncülüğünde İsrail'e uygulanan iktisadi boykot da etki yaratmaya başlamıştı. İsrail, Mısır'ın öncülük ettiği Arap ülkelerine karşı saldırgan politikalarını yoğunlaştırdı, 1953 ve '54 yıllarında Gazze başta olmak üzere Araplara karşı katliamlar gerçekleştirdi, Mısır-ABD ittifakını sabote etmek için ajanlar gönderdi, ancak Nasır bunları yakalayarak idam etti.
1948 Birinci Arap-İsrail savaşının yenilgisi ve artan İsrail saldırıları karşısında silahlanma ihtiyacı duyan Nasır, "Yahudi oylarını kaybederiz" kaygısı nedeniyle ABD hükümetinden karşılayamayınca, bu ihtiyacını Çekoslavakya üzerinden Sovyetler'den karşılamaya başladı. İşte bu gelişme, emperyalistler için ciddi bir tehdidin büyümesi anlamına geliyordu. Savaş sonrası tüm dünyada artan, sosyalizme yönelik sempati Ortadoğu'yu da sarıyordu. ABD ve İngiltere'nin cevabı, daha önce vaadettikleri Assuan barajı için yatırımı iptal ederek Mısır'ı cezalandırmak oldu. Nasır ise, İngiltere kontrolünde bulunan Süveyş Kanalı'nı millileştirerek cevap verdi. Temmuz 1956'da yaşanan bu gelişme üzerine, emperyalistler artık Nasır'ın devrilmesi zamanının geldiğine karar verdiler. Bu konuda ABD, İngiltere ve Fransa aynı fikirdeydi, ancak paylaşımda anlaşamamaları üzerine, Fransa ve İngiltere, Ortadoğu'daki ezeli "bekçi köpeği"nden yararlanmaya karar verdiler. Hatırlanacağı gibi, İsrail Cumhurbaşkanı olacak olan Siyonist lider Weizmann, 1900'lerin başında "İngiltere Yahudilerin Filistin'e yerleşmesini desteklerse... Suveyş Kanalı'nın bekçileri olabileceklerini" söylemişti. İsrail Süveyş Kanalı'na saldırarak çıkış bölgesini kontrolleri altına aldı. Öte yandan da İngiliz ve Fransız ordusu harekete geçmişti. Ancak plan tutmadığı gibi, Amerika, emperyalist kampın lideri olduğunu hatırlatır biçimde, kendi onayı olmadan gelişen bu harekete sert tepki göstererek Mısır'ı destekledi, İngiltere'ye yaptırım uyguladı. Saldırı püskürtüldü. Bu olay Ortadoğu'da ABD hegamonyasının artmasını beraberinde getirirken, İsrail'in denetimi de ABD'ye geçti.
Süveyş'e Fransa-İngiltere çıkarları için saldıran İsrail, bu tarihten sonra katliamlarını, işgallerini öncelikli olarak ABD çıkarları paralelinde gerçekleştirecekti. Nitekim, 1967 Arap-İsrail '6 gün savaşı, "Siyonist rejimin kolonyalist yayılmasının önünü açmak için iki yıl önce Washington'da planlanmıştı. ('Siyonist İsrail'e dair gerçeği söylemek!' - Fikret Başkaya) Şimon Peres de "bu savaşa on yıldır hazırlanıyorduk" diyerek, bu durumu teyid ediyordu. Bu savaşta da, öncekiler gibi, Siyonistler ve emperyalizm; Arap ulusunun birliğine yönelik çabalar boşa çıkarmayı hedefledi. Çünkü böyle bir gelişim, kendi ayakları üstünde duran bir Arap ulusu, emperyalist yağmanın önüne çıkabilecek en güçlü engeldi. Burada da Siyonist rejimin başlıca işlevi görülmüş oldu.

50 YILDIR SÜREN İLİŞKİYİ KARŞILIKLI ÇIKARLAR BELİRLİYOR

İsrail'in "Amerika sevgisi" de, ABD emperyalizminin "İsrail'in ağabeyi" rolü de elbette ki, karşılıklı çıkarlara dayanıyor.
ABD; İsrail'in her platformda arkasında yer alıyor, askeri ve mali olarak destekliyor, bütün dünyanın lanetlediği koşullarda dahi uluslararası platformlarda arkasında duruyor, tecrit olmasını engelliyor, BM'de Filistin lehine kararlar alınmasını engelliyor, Arap topraklarının ortasında "güvenliğinin" baş teminatı oluyor.
İsrail ise; emperyalizmin dünya hakimiyeti için strajik bir bölgeyi ABD'nin öncülüğündeki emperyalist cephe adına kontrol altında tutuyor, direnen unsurlara karşı yoketme saldırıları düzenliyor, Ha'aretz Gazetesi'nin deyişiyle, "Batı'ya karşı izin verilenden daha öte bir saygısızlıkta bulunan" bölge ülkelerini cezalandırıyor. Sadece Filistin değil Suriye, Lübnan, İran, Irak... bölgede emperyalist çıkarlar önünde kim engel olmuşsa, nerede emperyalizmin bölge politikalarına karşı bir direniş gelişmişse, mutlaka İsrail karşısına çıkmaktadır.
Raşid El Gannuşi, 'Filistin Sorunu ve FKÖ' isimli kitabında, İsrail'e ABD yardımına ilişkin şu veriyi aktarır: "'67 savaşından önce 200 milyon dolar tutarındaki askeri yardım savaş sonrasında iki kat arttırılmıştır. '73 savaşından sonra da İsrail'e yapılan askeri yardım ve verilen dış borç 2 milyar dolara yükseltilmiştir. Bugün ise İsrail'in aldığı askeri yardım ve dış borç 24 milyar dolara ulaşmıştır ki bu, İsrail'in milli geliriyle eşdeğerdir." (Syf: 67, 68) Bu artışta çarpıcı olan şudur: İsrail'in katliamları ne kadar artmışsa, ABD yardımı da buna paralel artıyor. Elbette tüm bu katliamlar, salt Siyonist proje doğrultusunda gelişmiyor, baştan bu yana altını çizdiğimiz gibi, emperyalist çıkarlara hizmet ettiği için, yardımlar da buna paralel artıyor. Lübnan vahşeti sonrası daha da artması beklenmelidir.
Ortadoğu, tarih boyunca dünya imparatorluğu kurmak isteyen bütün güçler için denetim altında tutulması gereken bir yer oldu. Bunun birinci nedeni; bölgenin yeraltı ve yer üstü zenginlikleridir. Ki, bu yıllarda artık petrol kaynaklarının zenginliği de büyük oranda biliniyordu. İkinci neden, Asya'nın devasa enerji kaynaklarının, enerji yolunun kontrolüdür. Üçüncüsü ise, Ortadoğu'nun anti-emperyalist devrimlere gebe bir bölge olmasıdır. Özellikle 2. Paylaşım Savaşı sonunda emperyalizmin sosyalizme karşı "soğuk savaş" politikalarının bölgede uygulayıcısı, emperyalizmin müttefiki üç ülkeden biri oldu. (Diğer ikisi, Şah'ın İranı ve Türkiye) Bölgede Sovyetler'in etkisine karşı bir jandarma rolü oynadı İsrail. Sovyetler'le ilişkide bulunan ülkeler ve ilerici, devrimci, ulusal hareketler hedef alındı, bugün savaştığı İslamcı güçleri, devrimlerin önünü kesmek için destekledi. Örneğin, El Fetih ve FHKC'ye karşı Hamas'ın gelişimine gözyuman bizzat İsrail oldu.
Burada altı çizilmesi gereken bir başka nokta ise şudur. Nixon Doktrini'yle ABD'nin küresel güç kaybına uğradığı kabul edilmiş ve bunu telafi etmek için, sistem adına bölgesel çıkarların savunmasında yardımcı olacak müttefiklerle ilgili politikalar geliştirilerek, ABD çıkarlarını tehdit eden Sovyetler'in etkisini artırdığı Ortadoğu'da uygulanmıştır. İsrail-Türkiye-Irak-İran gibi işbirlikçilerini ve gerici Arap rejimlerini bu zeminde ittifaka zorlamıştır. Ancak ABD'nin bu hesapları, Irak'ta BAAS iktidarıyla, İran İslam Devrimi ile ve Türkiye'nin içinde bulunduğu istikrarsız durum nedeniye tam olarak yaşama geçmedi, tutmadı. Bu nedenle, bölgede tarihsel olarak öfke kaynağı olmasına karşın, ciddi bir ekonomik dinamiği bulunmayan ve askeri gücüne dayanan İsrail üzerine oynamak durumunda kaldı. Onyıllardır da ilişkinin bu düzeydeki önemi değişmedi.
Siyasi, askeri tüm gücüyle bölgeye abanan ABD'nin Afganistan ve Irak işgali sonrasında, müttefiki/işbirlikçisi ülkeler kendi konumlarını yeniden tanımladılar. Burada yine İsrail başat rolü oynamaya devam etmektedir. Amerikan emperyalizmi öncülüğünde sürdürülen "terörle savaş"ın, halklara karşı savaş olduğunu anlatmayacağız. Bu savaşın temel hedefinin bugün için Ortadoğu olduğu da açıktır. Emperyalist kapitalizmin pazar ağları dışında kalan bölgeler bu söylemle ele geçirilmeye çalışılırken, direnen güçlerin yokedilmesi savaşın odak noktasıdır. İsrail, bu savaşta emperyalistlerin sadece en sadık işbirlikçisi değil, aynı zamanda vurucu gücü durumundadır. Ortadoğu'nun denetim atına alınmasında, emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi önünde engel olan devletlerin ve örgütlerin dize getirilmesinde stratejik bir role sahiptir Siyonist devlet.
Öte yandan "terörle savaş" söylemi, İsrail açısından da, onyıllardır yakalamayadığı bir "meşruiyet" zemini durumuna gelmiştir. Daha düne kadar öne çıkan söylem "İsrail'in güvenliği" olurken, bugün "terörle savaşıyoruz" söylemi bunun önüne geçmiş, kendine yeni bir ideolojik söylem, terörünü meşrulaştıracak bir dil bulmuştur siyonist varlık. O zaman nasıl ki, asıl güvenlik sorunu olan İsrail değil, bölge halkları ise, bugün de İsaril ve emperyalistlerin "terörist" tanımları sınırsızlık üzerine kurulu bir keyfilik ve demagojiye dayanır. Filistin'de Hamas dahil tüm Filistinli direniş örgütleri de teröristtir, Lübnan'da milyonları temsil eden ve hükümette yer alan Hizbullah da. Hedef ülke bir devletse, (Suriye ve İran), onlar da "teröre destek veren ülkeler"dir.
Yaratılan "terörizm" propagandaları etrafında, İsrail düne göre katliamcılıkta çok daha pervasızdır. Evlerin tepesine bombalar yağdırılıyor, siyasi liderlere suikastler düzenleniyor, tekerlekli sandalyedeki insanlar füzelerle hedef alınarak vuruluyor, çocukların katledilmesi "terörle savaşın üzücü sonuçları" diye açıklanıyor, bir ülkenin yerlebir edilmesinin adı, "terörle savaşıyoruz" oluyor. İsrail, tarihsel olarak yoketmeye çalıştığı Filistin direnişine saldırılarını sınır tanımadan, resmen Filistin devlet başkanı olarak tanınan Arafat'ı günlerce karargahında kuşattıktan sonra zehirleyerek öldürme, Hamas hükümetinin üyelerini kaçırma gibi boyutlara vardırırken, yaptığı her şey Amerika tarafından "kendini savunma hakkı" olarak tanımlanıp destek buluyor.
İsrail'in, emperyalist "terörle savaş" söylemi içinde bir başka misyonu ise; bu savaşın en vahşi biçimlerinin meşrulaştırılmasıdır. Doğrudan sivilleri, çocukları ve bir defaya mahsus değil, defalarca hedef alarak vurma; Filistin-İsrail arasında bugüne kadar bir anlamda adı konulmamış bir anlaşma gibi duran, siyasi liderlere yönelmeme vb. örneklerde olduğu gibi, hukukun, meşruluğun "sınırlarının aşılmasında" ön açıcı durumundadır siyonist terör. "Teröriste ne yapılsa yeridir" anlayışı tüm dünyaya başta İsrail aracılığıyla dayatılmakta, ardından tüm emperyalistler izlemektedir.

İSRAİL, ABD'Sİ AVRUPASI İLE EMPERYALİST CEPHENİN SİLAHLI GÜCÜDÜR

Unutulmaması gerekir ki İsrail; sadece ABD için değil, tüm emperyalistlerin ortak çıkarları için varedilen bir ülke olma misyonunu bugün de koruyor. Yine bu misyon, özelde direnen güçlere, halkların mücadelelerine karşı olduğu için, aynı zamanda feodal baskıcı Arap diktatörlerinin de çıkarlarınadır. 1956'dan bugüne temel olarak ABD'nin çıkarlarının jandarmalığını yapıyor oluşu, Amerika'nın emperyalist kamp içindeki liderliğiyle ilgilidir, bu liderlik değiştiğinde İsrail'in ipini yeni emperyalist liderin ele alacağına kuşku yoktur. Siyonist pragmatizm için de, bir sorun olmayacağı açıktır. Bugün Lübnan saldırısında ABD'si, AB'si ile tüm emperyalist cephenin İsrail'e açık destek vermesi, işbirlikçi Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkelerin İsrail'i değil, Hizbullah'ı suçlaması ve fetvalar çıkarması, İsrail bu gerici ittifak adına savaştığının yeniden teyid edilmesidir.
Filistin'de yaşananlar bir başka örnektir. "Bölgeye demokrasi getirme" adına Afganistan ve Irak'ı işgal eden emperyalistlerin, bırakın burjuva demokrasisini, yaşam hakkını yok ettikleri ortada. Buna karşın, Filistin'de tarafsız gözlemcilerin de onayladığı seçimler yapıldı ancak, bu demokrasiyi beğenmedi emperyalistler. ABD ve AB, siyasi ve ekonomik ambargo kararı aldı, HAMAS'ı dize getirmek için. Kısa süre sonra da bu ambargo kararı İsrail tarafından Gazze Katliamı'yla desteklendi. İsrail de emperyalistlerin ortak amacına, kendi bildiği yöntemle katılmış oldu.
Yine İsrail'in nükleer silahları önemli bir örnektir. Tüm emperyalistler elbirliği içinde İran ve Kuzey Kore'nin "nükleer silahları" üzerine fırtınalar koparıp ambargo kararları alırken, İsrail'in dünyanın 6. büyük nükleer gücü oluşunu görmezden gelmeyi sürdürüyorlar. Kuzey Kore ve İran için "haydut devletler" tanımlaması yapan ve bu ülkelerin nükleer güç haline gelişinin "dünya barışı için tehdit olacağını" söyleyen emperyalistler, elbetteki İsrail'in nasıl bir haydut devlet olduğunu çok iyi bilirler. Eğer dünya için bir tehditten söz edilecekse, Amerika'dan sonra İsrail gelir. İsrail'in kendi tarihi dahi, bir haydutluk tarihidir. Filistin'de, Lübnan'da bu vahşeti yaratanların, çok sıkıştığında nükleer silahlar kullanmaktan çekinmeyeceğini görmek için kahin ya da uzman olmaya gerek yoktur. Ancak, İsrail'in varlığı gibi, nükleer gücü de asıl olarak emperyalistlerin bölgedeki nükleer gücü anlamına geldiği için, bu konuda büyük bir riyakarlığı sürmektedir.
Siyonist devlet sadece Ortadoğu'da değil, dünyanın başka yerlerinde de, emperyalist çıkarlarla tam bir uyum içindedir. Özellikle Latin Amerika'daki devrimci hareketlere karşı, ABD ile birlikte faşist oligarşilere destek vermiş, kontraların örgütlenmesinde, silah ve eğitim sağlanmasında rol oynamıştır. Örneğin, İsrailli askeri "uzmanların", El Salvador'da devrimci gerillalara karşı kontra güçlere eğitim verdikleri, 1981'deki büyük gerilla saldırısı karşısında Amerikancı hükümetin safında savaşa doğrudan katıldıkları bilinir. Yine, Etiyopya'da anti-gerilla birliklerini eğiten İsrail, Küba'ya yönelik ABD ambargosunun kaldırılması konusunda yapılan bütün BM'de oylamalarında, 100'den fazla ülkenin karşısında ABD ile yanyana oldu. 1987'de Nikaragua devrimci hükümetine yönelik ticaret ambargosunun kaldırılması oylamasında ve yine Nikaragua'ya karşı düzenlenen askeri ve paramiliter kontra faaliyetler için uluslararası Adalet Mahkemesi kurulmasına ilişkin bir başka oylamada da, 94 ülkenin olumlu oylarına karşın, ABD ve İsrail'in ambargosunun sürmesi, kontraların yargılanmaması yönündeki oyları biliniyor.
Bu ikilinin BM'de birleştiği bir başka çarpıcı oylama ise, Naziler'le siyonistlerin Yahudiler'i Filistin'e göçettirme temelindeki işbirliğini hatırlatmaktadır. 1985'te; "Nazi, faşist ve Neo-faşist faaliyetlere karşı alınacak önlemleri" içeren 40/148 No'lu tasarıya, 121 ülke 'evet' derken, ABD ve İsrail faşistlere, Naziler'e karşı önlem alınmasına karşı çıktılar. Siyonistlerin, Yahudi katliamı nedeniyle, Naziler'e "düşman" olması beklenir. Ancak emperyalizmin dünya hakimiyetine hizmet eden, ilerici hareketlerin önünde barikat olabilecek bütün gerici örgütlenmelere destek vermekten çekinmediklerini, ABD politikalarına, temsil ettiklerini iddia ettikleri Yahudiler'e hakaret pahasına uyum sağladıklarını burada da görüyoruz.


Kasım 19, 2007, 07:07:41 ös
Yanıtla #3
  • Skoç Riti Masonu
  • Uzman Uye
  • *
  • İleti: 3734
  • Cinsiyet: Bay

"İsrail, hukuk ve ahlakla dalga geçen bir devlettir."
(İsrailli aydın Michel Warschawski)

İsrail'in emperyalist politikalar içindeki yeri, ABD açısından misyonu ve daha çok da ABD ve Avrupa'nın Siyonist devlete verdiği destek konusunda, iki temel yanlış karşımıza çıkmaktadır.
Bunlardan birincisi, özellikle İslamcı kesimin, İsrail'e ABD desteğini açıklama biçimleridir. Onlara göre bu desteğin arkasında, Amerika'daki "güçlü Yahudi-Siyonist lobileri" bulunur, zaten onlara göre Amerika'yı ve hatta dünyayı da "Yahudiler yönetmektedir".
Amerika'daki güçlü Siyonist lobiler elbette inkar edilemez bir gerçektir. Amerika'daki Yahudi oyları, burjuva politikacaların özellikle seçim süreçlerinde kararlarına çeşitli düzeylerde etkide bulunabilir. Ancak gözden kaçırılan, daha doğrusu olaylara sınıfsal ve maddi temelleri içinde bakmamanın bir ürünü olarak yanlışa düşülen yer şudur. Bu lobilerin faaliyetleri emperyalist tekellerin genel çıkarlarıyla uyum gösterdiği için ve ancak o oranda etkilidir. Keza, İsrail'in bölgedeki politikaları, saldırganlıkları da emperyalist çıkarlara denk düştüğü için lobiler etkili olabilmektedir. Tersinin söz konusu olması durumunda, varsayılım ki, İsrail'in bir şekilde emperyalizmin çıkarlarına zarar vermesi durumunda, sadece ekonomik-askeri ambargolarla dahi kolayca dize getirilecek bir "besleme"dir. Ekonomik ve askeri gücünün kaynağı Amerika ve Avrupa emperyalistlerinin ortak gücünden başka bir şey değildir. Emperyalistler istedikleri anda, Siyonist varlık kuruluşu sonrası işgal ettiği topraklardan da hemen çekilir ve o güçlü lobilerin de esamesi okunmaz.
Yine bu konuda bir başka yanlış değerlendirme de, özellikle Avrupa'nın desteğinin izahıdır. Bu desteğin, "Nazi soykırımından, holocauste'dan duyulan pişmanlık" olarak açıklanması; tarihi, sınıfsal, maddi temelleri bulunan emperyalist politikaları "iyi adamlar-kötü adamlar" şeklinde açıklamak gibi bir şeydir. Hele tarihi; soykırımlar, katliamlar ve sömürgecilik olan Avrupa için "suçluluk duygusu" sanırız en son düşünülmesi gereken bir şeydir. Afrika'da, Balkanlar'da halkların kanını daha dün oluk oluk akıtanların 'vicdani' sorunları olur mu? Böyle bir "vicdan"dan, özellikle Avrupa halkları için söz edilebilir. Bu da, Nazi soykırımının suçlusu halklar değil, bugün İsrail'i destekleyen tekeller olmasından dolayı, suni olarak yaratılmış bir "vicdan"dır.
Tarihi bir gerçek olan Yahudi Soykırımını, Siyonist projeye dünya kamuoyunun desteğini sağlamak için kullanan Siyonistler ve emperyalistler, sonraki yıllarda da İsrail'i, "Arapların arasında sıkışmış mazlum Yahudiler" makyajı ile pazarlamayı başarmışlardır. Öyle ki, üçüncü Arap-İsrail savaşında, 1960'ların Batı kamuoyunda, Siyonizmin belli bir grubun ya da ulusun ideolojisi değil, doğruluğu sorgulanmayan bir değerlendirme gelişti. Bu yıllarda emperyalist kültürün temel yayılma aracı olan Hollywood'un tüm dünyada etkin hale gelişi ve bu alanda Yahudi sermayesinin ciddi bir ağırlık oluşturması önemli etken oldu. Çarpıcı bir örnektir: Manda yönetiminin son yıllarında çıkarları çatıştığı için Siyonist çetelerin saldırısına uğrayan İngiltere'de, o tarihe kadar İsrail'e destek çok düşüktü. 3. Arap-İsrail Savaşı başladığında yapılan bir araştırma, İsrail'e desteğin İngiltere'de bile yüzde 50'leri geçtiğini, Araplar'a desteğin ise yüzde 2'lerde kaldığını gösteriyordu. Hafızanızı yoklayın; Siyonistleri ya da Yahudiler'i eleştiren, Filistin'de tam bir insanlık dramı yaşanırken bunu konu alan Hollywood orijinli bir tek film hatırlayamazsınız, aksine Filistinli Araplar hep "terörist"tirler, hep "kötü adam"dırlar. Ülkemizdeki etkisi de bilinmekle birlikte, medyanın ve Hollywood'un Amerika ve Avrupa toplumlarında çok daha etkin olduğu gerçeği gözönüne alındığında, bu yaratılan imajın ötesine geçip gerçekleri sorgulayabilen ancak sınırlı bir kesim olmuştur. Batı toplumlarında İsrail'e tepkinin artması ve Filistin davasına yönelik sempati esas olarak, devrimci mücadelenin, solun yükseldiği ve Filistin davasının solun etkisinde geliştiği yıllardır. Özellikle Avrupa kamuoyu ancak bu süreçte Filistin davasının haklılığı yönünde ağırlığını koymuştur. Bugünse, "islami terör" umacası etrafından tersine propagandalar daha hız kazanmış, yaşanan bunca vahşet karşısında tepkiler oldukça cılızlaşmıştır.
Yukarıda Siyonist lobilere değinmiştik. Bu lobilerin emperyalist politikalar üzerinde mutlak bir belirleyiciliği olmamakla birlikte, Avrupa ve Amerikan kamuoyu nezdinde ciddi bir propaganda gücü sağladıkları açıktır. Dünyanın 70'den fazla ülkesinde değişik adlarla kurulmuş olan şubeleri bulunan Yahudi Bürosu ve Dünya Siyonist Örgütü, sadece Batı kamuoylarını manipüle etmiyor, aynı zamanda İsrail'e ciddi mali destek kampanyaları da düzenliyor. Örneğin, 1948-76 arasında üçte ikisi Amerika'dan olmak üzere, bu kuruluşların kampanyalarından toplanıp İsrail'e gönderilen para 4 milyar 500 milyon doları buluyordu. İsrail savaş makinasını desteklemekle kalmayan bu para, aynı zamanda İsrail içindeki siyasal yapının da Siyonist yelpazede kalmasına etkide bulunuyor. Zira bu kuruluşların tüzüklerinde ve İsrail yasalarında, Siyonist partilere doğrudan mali destek verebilecekleri yazılıydı ve siyasal ağırlığın bu yönde olmasını beraberinde getiriyordu. Her iki kurum da tarihsel olarak İsrail devletinin "çekirdekleri" olarak tanımlanırlar. Ancak devletin kuruluşundan sonra lağvedilmeleri yerine, İsrail Anayasası'na, devletin bu kurumlarla "özel ilişkiler içinde bulunduğu" yazılarak, gayri-resmi bir örgütlenme devletin parçası olarak tanımlanmıştır. Devlet örgütlenmesinde böyle bir yere sahip olmasının nedeni, İsrail'in resmi bir devlet olarak kuramayacağı ilişkileri bu kurumlar aracılığıyla kurmaktır. Bunun bir biçimi, yukarıda belirtilen mali kampanyalarken, asıl olarak da hukuk dışı ilişkilerdir. Çeşitli emperyalist tekellerle ya da emperyalist çıkarlar etrafından şekillenen kontra-istihbarat vb. ilişkilerde bu kurumlar yaygın biçimde kullanılabilmektedir.
Tüm bunlar da gösteriyor ki, Siyonist devletin emperyalist Batı ile ilişkileri ne "kültürel ve manevi" düzeyle sınırlıdır ne de doğrudan verilen askeri destekle. Çok yönlü bir içiçe geçmişlik, bütünleşme sözkonusudur. Öyle ki, bugün İsrail'e yönelen, saldıran bir güç, başta ABD olmak üzere tüm emperyalistlere saldırmış gibi algılanmakta, buna göre "muamele" yapılmaktadır.

SİYONİST REJİMİN AHLAKİ, HUKUKİ VE MORAL DEĞERLERİ

İsrail ve destekçileri sıkça uluslararası alanda, Araplar, Filistinliler, İsrail devletini tümden yok etmek istiyorlar propagandası yaparlar. Siyonist terörle ve emperyalistlerce Ortadoğu'nun orta yerine bir hançer gibi sokulan devleti yıkmak meşru olsa da, asıl olarak Filistinlileri tümden yoketme siyaseti Siyonist devlete aittir. Onyıllardır süren katliamcılık, İsrail'in kurucularından, Başbakan Golda Meir'in ağzından 1969'da ifade edilen şu bakış açısından beslenmektedir: "Filistinliler diye bir şey yoktu... mevcut değildi". Varolan bir halkı inkar eden bu zihniyet, İsrail Knesset Dışişleri Komisyonu Sekreteri David Hacohen'un ağzında çok daha aleni bir inkara ve ırkçılığa uzanarak, "Fakat onlar insan değil, halk değil, onlar sadece Arap" sözlerinde ifadesini buldu. Bu sözler, bugün Filistinliler'in ırkçı ve ahlaksız bir düşmanla savaştıklarını da gösteriyor.
60 yıl önce Naziler'in kendilerine yaptıklarını andıran bu soykırımcı ahlaksız saldırılar, emperyalistlerin "uluslararası hukuk" kurallarına ters değil, İsrail'in işgal ve savaş pratiği karşısında ezelden beri geçersiz ve etkisiz bu hukuk. Bu durum, İsrail'in emperyalizm için öneminin de bir yansımasıdır aynı zamanda. Son yıllarda Amerikan imparatorluğunun tüm dünyaya dayattığı hukuksuzluk sistemi, İsrail için neredeyse kuruluşundan bu yana geçerli kılınmış, aleyhine alınmış BM kararlarına uymama konusunda listenin tepesinde yeralmasına karşın, ciddi bir yaptırım uygulanmamıştır.
İsrail'in kendisini hiçbir hukuki kuralla bağlamaması, aynı zamanda onun hiçbir ahlaki değere karşı da sorumluluk duymamasını körüklemiştir. Öte yandan, Siyonizmin ırkçı ve saldırgan niteliği de, temsil ettiği ahlakın şekillenmesinde önemli yer tutmaktadır. Dün Begin, Netanyahu, Şaron, bugün Olmert'in ilham kaynağı olan, ünlü Siyonist ideolog Vlademir Yabotinsky'e göre iki seçenek mevcuttur. "Ya zaaf gösterip, aşağılanarak kendini feda etmek ya da saldırgan, yenilmez bir öfke göstermek." (Jacqueline Rose, 'Siyonist Düşler') Yabotinsky'e göre Yahudiler şiddetle zayıf düşürülmüş ve aşağılanmıştır, çözüm ise saldırganlık ve şiddet kullanmaktır. Siyonist devlet böylece her geçen gün Yahudiler'in celladı Naziler'e daha fazla benzerken, rejimin kendisi de tam bir ahlaksızlık kuramına dönüşmüştür.
İsrailli antisiyonist aydın Michel Warschawski, 2004'te yazdığı "Açık Mezara Doğru: İsrail Toplumundaki Kriz" adlı kitabında, "Bu toplum artık ahlaki ya da coğrafi herhangi bir sınır tanımıyor" der ve İsrail'in "bir kabadayılar çetesi", "hukuk ve ahlakla dalga geçen" bir devlet olduğunu söyleyerek, adaleti bu denli hor gören bir devletin hayatta kalamayacağını vurgular. Yine, '99-2003 arasında İsrail Meclis Başkanlığı yapan Avraham Burg da, "Siyonist devrim daima iki temele dayanmıştır: Adil bir yol ve etik bir liderlik. Bunların ikisi de işlemiyor artık." tespitini yaptıktan sonra, İsrail'in bugün yolsuzluktan ibaret bir inşaat iskelesinin içinde, baskı ve adaletsizlikten bir temelin üzerinde durduğunu belirterek; "Yahudilerin 2 bin yıllık hayatta kalma mücadelesi, sonunda hem kendi halklarına hem de düşmanlarına kulaklarını tıkayan, kanunları hiçe sayan rüşvetçilerden oluşan ahlaksız bir çete tarafından yönetilen bir yerleşimler devletine dönüştü... Araplar başını önüne eğip utanç ve öfkesini sonsuza dek içine atsa bile, bu böyle gitmez. ... Siyonizm'in üstyapısı şimdiden ucuz bir Kudüs düğün salonu gibi çökmeye başladı. Alt katta kolonlar yıkılırken hala üst katta oynamaya ancak aklını kaçıranlar devam eder" diye uyarır.
İsrail içinden, ahlaki, hukuki temelde bu tür uyarılar daha sık gündeme gelirken, özellikle Lübnan'da yaratılan vahşet, çocuk katliamları sivillerin doğrudan hedef alınması, Siyonizmin ahlakı üzerine eleştirilerin yoğunlaşmasını sağladı.
Ahlakı, hukuku tüm dünyada tartışma konusu haline gelen bir yapının içten içe çürümesinin önlenemeyeceğinin bilincinde olan İsrail Başbakanı Ehud Olmert, temmuz ayı sonunda Karmiel kentinde yaptığı konuşmada bu eleştirilere, "İsrail'in binlerce yıllık Yahudi geleneğinin parçası olan en temel ahlaki kurallara bağlı olduğunu, dolayısıyla da hiçbir ülkenin İsrail'e ahlak öğretmeye kalkışamayacağını" söyleyerek cevap veriyordu.
Asıl konumuz Siyonist ideoloji olduğu için, bir din olarak Yahudiliğin savaş ahlakı üzerine, adaletli bir savaş kuramı olup olmadığı konusunda uzun uzadıya ele alacak değiliz. Ancak, Siyonist rejimin ister toplumun manipüle edilmesi amacıyla olsun, ister tarihi kökenleri itibariyle olsun, laik sayılamayacak düzeyde dinle içiçe geçmiş olması nedeniyle, kısaca değinmekte fayda olacaktır.
Olmert'in sözünü ettiği "Yahudi ahlakı", Kudüs İbrani Üniversitesi'nde Yahudi Düşüncesi Departmanı Başkanı Prof. Rachel Elior'e göre; "2800 yıl önce İşayahu Peygamber tarafından 'İnsanlar kılıçlarını çekiçle dövüp saban demiri, mızraklarını bağcı bıçağı yapacaklar. Millet millete kılıç kaldırmayacak, savaş eğitimi yapmayacaklar artık.' (İşayahu, 2:4) sözleriyle şekillenmiştir".
Bu "barışçı" söyleme karşın, bırakın sıradan bir savaşı, tarihin en ahlaksız savaşları arasına şimdiden adı yazılan, kadın-çocuk, sivil-silahlı ayrımı yapmaksızın Lübnan halkının katledilmesini "dinen meşru" gören ve bu yönde fetva veren Yahudi din adamları da aynı kutsal kitaba dayanmaktadırlar. Lübnan işgalini destekleyen Yeşa Hahamlar Konseyi, Yahudiliğin kutsal kitabı "Eski Ahit'te savaşta kadın, çocuk ve yaşlıların öldürülebileceğinin kaydedildiğini" belirterek, Lübnan'da yaşananların tamamen dine uygun olduğunu açıkladı.
Gerçekten de Tevrat'ta (Eski Ahit), kimi araştırmacılara göre belli bir tarihi kesit içinde ve artık yaşamayan bir kavim için söylenmiş olsa da, Yeşa Hahamlar Konseyi'ni onaylayan bölümler mevcuttur.
"Tanrınız RAB'bin size buyurduğu gibi, onları -Hitit, Amor, Kenan, Periz, Hiv ve Yevus halklarını- tümüyle yok edeceksiniz. Öyle ki, ilahlarına taparken yaptıkları iğrençliklere uymayı size öğretemesinler, siz de Tanrınız RAB'be karşı günah işlemeyesiniz..." (Tesniye 20:17-19)
"Şimdi git, Amalekliler'e saldır. Onlara ait her şeyi tamamen yoket, hiçbir şeyi esirgeme. Erkek, kadın, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür." (I. Samuel 15:3)
Elbette İsrail gerçeğine emperyalist sistemin çıkarları açısından bakmayanlar ya da "anti-semitizm" suçlamalarının baskılanması altında kalmayanlar açısından, Lübnan'da şaşılacak bir durum yoktu. Görünen, bir çizginin devamıydı. Yıllar önce Filistinli bir gencin kollarının İsrailli askerler tarafından sıkıca tutularak taşla vura vura kırıldığını yansıtan görüntüleri belki genç kuşaklar hatırlamayabilir. Ama Filistin'de füzelerle suikastlerin, tekerlekli sandalyedeki insanların, çocukların nasıl katledildikleri yeni bir tarihtir. Düşünün, füzeler atıyor Filistin'e. İnsanlar paramparça oluyor. Ölüleri yaralıları toplamak için ambulanslar geliyor olay yerine, insanlar yardım etmek için toplanıyor ve işte o an ikinci füze atılıyor ambulansların ve topluluğun üstüne.
Ancak şu da bir gerçek ki, Lübnan'da Siyonistlerin yarattığı resim, ne sosyolojik analizlere ne siyasal değerlendirmelere gerek bırakmayacak denli açık bir görüntü sundu. Dünyada milyonlarca insanda "bu kadarına pes" duygusu yaşatan ve bir ahlaksızlık perdesinin üzerine kapandığı hissi içinde bırakan, binlerce yıllık insanlık tarihi içinde yaratılan bütün kurallar ve değerlerle aşağılık bir dalga geçişle karşımızda sırıtan, hiçbir lamı cimi yok, bir ahlaksızlık kuramından başka bir şey değildi.
İsrail daha 1960'lı yıllarda, ekonomik yaptırımlar veya ev tahribatlarıyla kolektif cezalandırma yöntemleri uyguluyor, kimi zaman da köylülerin tek geçim kaynağı olan zeytin ve narenciye ağaçlarını budayarak onları geçim kaynaklarından yoksun bırakıyorlardı. Son yıllarda ise, bu tür ahlaksız yıkım politikaları "teröre karşı savaş" hukuksuzluğundan güç alarak daha kitlesel ve daha yıkıcı bir hal almıştır.
Sivilleri ayırmama, artık aleni bir politika olarak uygulanmaktadır.
Lübnan'da yaşandı; bir köyün boşaltılması için süre tanıyor, o süre içinde sivil halk alelacele köyü terk ediyor. Ancak İsrail savaş helikopterleri yakın mesafeden hedef gözeterek kaçan sivil araçları bombalıyor. Bir eve sığınmış çocukların tepesine bombalar yağdırılıyor. Tüm bunlar başka savaşlarda şu veya bu şekilde "kaza, istenmeyen durum" vb. olarak açıklanırken, İsrail tarafından bir politika olarak uygulandığı gizlenmiyor. "Hizbullah sivilleri kalkan olarak kullanıyor" söyleminin, bir avuç İsrail papağanı dışında kimseyi inandırması mümkün değil. Çünkü bu devletin en üst düzey yöneticileri ahlaksızlığı aleni savunmuşlardır.
Mesela, Başbakan Olmert'in, "Gazze'de kimsenin uyumasını istemediğini" söyleyerek, uçaklara alçaktan uçma emri vermesi ile, herhangi bir örgütün "sivilleri kalkan yapması" arasında bir bağ var mı?
Ya da İsrail Ordusu Genelkurmay Başkanı General Dan Halutz'un işaret ettiği şu iki husus gözardı edilerek, "Hizbullah sivilleri kalkan yapıyor" demek en az çocukları parçalayan bombaları fırlatanlar kadar ahlaksızlaşma değilse nedir? İsrail'e fırlatılan her bir Katyuşa füzesine karşılık Beyrut'un Şii bölgesindeki on binanın bombalanması ve "Lübnan'ın 20 yıl öncesine dönecek şekilde bombalanması". (El Pais 28 Temmuz, Haaretz ve Jerusalem Post; ABD de "Taş Devri'ne döndürmek"ten bahsetmişti.) sözleri/emirleri bizzat bu ülkenin Genelkurmay başkanı tarafından verilmiştir.
Hitler'in 1941'de "teröristler" dedikleri, (Çek Cumhuriyetinde Lidice, Fransa'da Oradour-sur Glane, Ukrayna'da Kortelisy için bu ifadeleri kullanmıştı) tarafından öldürülen her bir Alman askerine karşılık 50 sivilin infaz edilmesi emrini vermesi ile, Dan Halutz'un sözleri ya da Filistin'de ve Lübnan'da uygulanan "toplu cezalandırma" yöntemi arasında hiçbir fark yoktur.
2002-2005 yılları arasında İsrail Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan Moshe Yaalon, Lübnan'da yaşananlar nezdinde İsrail'in hukuku ve ahlakının sorgulanması karşısında, ahlaksızlığın öteki yüzünün demagoji olduğunu kanıtlarcasına şöyle diyordu:
"Hizbullah sivilleri kalkan olarak kullandı, sivil ve çocuk kayıplarını dünya kamuoyunu yönlendirmek için lanse etti. Dünyanın sivil kayıplarıyla ilgili olarak İsrail'i kınaması tam da Hizbullah'ın istediği şey. Bu tür kınamalarla dünyanın bütün terör örgütlerine 'bu metot işe yarıyor, halkın arasına yayılın, saldırılardan sonra takip edilirseniz sivillerin arasına karışın' mesajı verilmiştir." (Aish.com)
"Ahlaksızlığa tavır alanlar teröre destek veriyor demektir" şeklinde düzleştirilebilecek olan bu mantık, aslında rakamlara bakıldığında da, Hizbullah'ın sivillere zarar vermeme konusundaki hassasiyetini "terörizm" demagojisi ile bastırmaya çalışmaktadır. Örneğin, İsrail'in Lübnan'dan çekildiği 2000'e kadar geçen 17 yıllık işgal boyunca, ölen İsrailli sivil sayısı sadece 20 iken, buna karşı İsrail'in katlettiği Lübnanlı ve Filistinli sivillerle binlerle ifade edilmektedir. Bu son saldırılarda da, ölen İsrail askeri, sivillerden çok daha fazladır. İsrail'in hedefinde ise, 1200'den fazla sivil ve ölenlerin yüzde 20'sini bulmayan Hizbullah savaşçısı vardır. Göç ettirilen bir milyon Lübnanlı ise cabasıdır. Görüleceği gibi, bu politikada bir kesinti bulunmamaktadır. On yıl, yirmi yıl önce uygulanan politika ile bugün uygulanan politika aynıdır. Arada bir fark var ise, bunu belirleyen İsrail'in kendisinden çok uluslararası dengeler, konjonktürel gelişmelerdir. Lübnan alt yapısının yokedilmesi, ülkeyi 20 yıl geriye bombalama söylemi, hedef gözeterek sivil yerleşim yerlerinin vurulması, ahlaksız bir savaş doktrini olarak uygulanmaktadır.
8-10 yaşlarındaki çocuklarına, Lübnanlı ve Filistinli yaşıtlarını öldürecek olan bombaların üzerine güle oynaya "İsrail'den sevgilerle..." yazılarını yazdıracak kadar ahlaki, hukuki rotasını yitirmiş bir yapı, teşhir olmanın önüne geçmek, Filistin'de yarattıkları vahşetin Batı kamuoylarında duyulmasını engellemek için de, Rachel Corrie ve Tom Hurndall örneğinde olduğu gibi, Batılı barış gönüllülerini öldürmekten de çekinmemişlerdir.
İsrail'in bu denli ahlaki ve hukuki olarak savrulmuş olması elbette kapitalist sistemin çürümüş yapısından bağımsız olmasa da, birebir bununla açıklamak da olanaksızdır. Bir kıyaslama, benzeştirme yapılacaksa, belki Nazilerle, onların yarattığı toplumsal yapıyla bir kıyaslama yapılabilir. Naziler tarihin çöplüğüne gönderildi. Siyonist ideoloji de halkların direnişleriyle o çöplükteki yerini alacaktır. Yahudi halkı da ancak o zaman, hak ettiği şekilde adaletli, ahlaki değerlere sahip olan, güvenlik içinde bir toplumu inşaa edecektir.
« Son Düzenleme: Kasım 19, 2007, 07:18:35 ös Gönderen: skullG »


Kasım 20, 2007, 08:58:53 ös
Yanıtla #4
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 654
  • Cinsiyet: Bay

Emeğine sağlık değerli kardeşim hepsini okuyamadım ama çok güzel bir yazı...
« Son Düzenleme: Kasım 20, 2007, 09:02:44 ös Gönderen: LuckyEye2 »
Çilesini çekmediğin dert senin değildir...


Kasım 20, 2007, 09:06:26 ös
Yanıtla #5
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3120
  • Cinsiyet: Bay

Öncelikle hepinize selam eder büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim :D

Sevgili skullG güzel bir çalışma olmuş fakat  İsrail bunların aksini idda etmiyorki.
İsrail ilericidir yada Demokrasi örneğidir kimse diyemez.Bu gün israile gidin  Cumartesi günleri çoğu yerinde kimse çalışamaz ivi çakmak bile yasaktır.Bu demokrasi yada ilericilik olabilirmi? Nedir bu kurallar Yahudi şeriatıdır.Buna benzer bir çok örnekle karşılaşa biliriz.Bir yönüyle Türkiyeye benziyor Aydınlar ceza evlerinde yatarken yada düşüncelerinden dolayı yargılanırken, Yobazlar etrafta cirit atıyor.
Ayrıca Türkiyede nasılki öz Türkler azınlık durumuna gelmişlerse,İsraildede Yahudiler azınlıkta
İsraile göç edenler ağırlıkta İsrailin resmi devlet dinini kabul eden başka  milletlerden oluşuyor.
Bir gün televizyonda haberleri izliyorum.İsraile göç eden Yahudileri gösteriyor.Aralarında birini konuşturdular adam sarışınmı sarışın yumurta sarısı gibi, İngilizce olarak diyorki topraklarıma kavuştuğum için mutluyum. ;D
Gülermisin ağlarmısın Allahın sarı kafası Şu anda İsrailde Yahudi olarak yaşıyor ya daha ne diyeyim. ;) Bilemiyorum şu ana kadar gördüğüm en beyaz Yahudi o adamın yanında kömür gibi kalır


Kasım 22, 2007, 04:33:25 öö
Yanıtla #6
  • Ziyaretçi

Sevgili Shemuel,

Bildigini tahmin ettigim gibi, gunumuz Israil'inin Yahudi nufusunun %66'si Israil'de dogmustur.

Kaynak: http://www.haaretz.com/hasen/spages/902827.html

Hem ne demek tanidigin en sarisin Yahudi o adamin yaninda komur kaliyor??Bir dusun bakalim, sence de oyle mi:??Ben komur gibimiyim:)))

sevgilerle

ps: Hafta sonu genis bir vaktimde Sn SkullG'nin bu uzun yazisini okuyup gerekli itirazlarimi yapacagim.:))Ben Shemuel'den de miliyetciyimdir :))..Suanda maalesef yeterli vaktim yok.Yalniz gordugum kadariyla hep gelen gecen yonetimleri elestirmis Sn SkullG..Ne ise geliyorum dedim ya, hafta sonunu bekleyin:)

Iyi hafta sonlari herkese...

saygilar
« Son Düzenleme: Kasım 22, 2007, 07:17:22 öö Gönderen: MASON »


Kasım 22, 2007, 09:28:10 öö
Yanıtla #7
  • Ziyaretçi

selam kardeslerim.

Gunumuzde ISRAEL hakkinda olan fikirler maalasefki cok korkuncdur. Bazi kardeslerim ola bilsin ki bana tepki gostere bilir, ama shunuda unutmayalim ki icimizde bu gun oyle insanlar da var ki Israel halkinda da korkunc.

Bu gun ben acik olarak yaziyorum ki ISRAEL halki masum bi halktir.

Onlar uzerinden sadece olarak oyun oynaniyor o kadar. Bi seyi unutmamak lazim ki, 1941-45 yillarinda Almaniyadan kacan Israel halkina her kes siginacak verdi ama sonra onara yaptiklari iyilik icin onlardan bi sey istediler, ISRAEL halkinin buyuk olacaklarina ve Kutsal topraklarina sahip olacaklarina. Ama bu gun onlara verilen vedler yerine yetirilmedi ve onlar uzerinde oyun oynanarak ISRAEL halkini komsularina dusman ettiler.
Bu gun nerde bi bomba partlasa Mossaddan goruluyor.

Kardeslerim bi az gelin onlarin tarafindan bakalim ve duzgun karar verelim.


Sevgi ve Saygilarimla: Yakup Ibrahimi


Kasım 22, 2007, 10:37:27 ös
Yanıtla #8
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3120
  • Cinsiyet: Bay



Hem ne demek tanidigin en sarisin Yahudi o adamin yaninda komur kaliyor??Bir dusun bakalim, sence de oyle mi:??Ben komur gibimiyim:)))

sevgilerle


sebnem bırakmadınki bir espiri yapalım  ;D
nerden buldun  beni sen :D


Kasım 22, 2007, 11:54:30 ös
Yanıtla #9
  • Seyirci
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 920
  • Cinsiyet: Bay

İsrael hakkında birşey demeyeceğim bu konuları tartstıkca yenısı acılıor ve ıkı gun sonra yer kaplamak uzere arsıve gıdıyor...Son sozum sudur : İnadına İsrael...
Taslar yerine oturabilecek mi ? İnşaasına basladıgımız yapı nasıl olur da yarım kalır ..


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
5 Yanıt
9268 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 04, 2008, 08:36:36 ös
Gönderen: Prenses Isabella
5 Yanıt
6956 Gösterim
Son Gönderilen: Temmuz 06, 2013, 01:46:15 ös
Gönderen: Samuray
5 Yanıt
4690 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 28, 2007, 02:57:17 ös
Gönderen: MASON
1 Yanıt
3912 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 11, 2007, 08:37:15 ös
Gönderen: SublimePrince
2 Yanıt
4060 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 11, 2008, 06:42:31 ös
Gönderen: Isis
22 Yanıt
15824 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 09, 2012, 03:25:45 ös
Gönderen: NOSAM33
1 Yanıt
4053 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 21, 2009, 04:28:58 ös
Gönderen: MASON
0 Yanıt
3918 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 13, 2009, 10:01:36 öö
Gönderen: karahan
5 Yanıt
10721 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 29, 2010, 08:34:03 öö
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
5714 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 02, 2013, 06:47:13 ös
Gönderen: ADAM