Masonlar.org - Harici Forumu

Sanat => Diger Sanatlar => Muzik => Konuyu başlatan: Isis - Mayıs 26, 2009, 10:39:35 ös

Başlık: Ahmet Kaya
Gönderen: Isis - Mayıs 26, 2009, 10:39:35 ös
(http://img7.imageshack.us/img7/4113/ahmetkayaq.jpg) (http://img7.imageshack.us/my.php?image=ahmetkayaq.jpg)


“Tarifi imkânsız acılar içindeyim
Gurbette akşam oldu, yine rüzgâr peşindeyim
Yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim
Akşam oldu
Sürgün susuyor…”


Ahmet Kaya’nın 1957 sonbaharında doğduğu şartlar düşünüldüğünde, ömrünün çoğunu sonbaharlarla geçireceğini tahmin etmek pek de güç değildi aslında. Ne kumaş fabrikasında işçi olarak çalışan babasının dünyayı değiştirmek gibi bir iddiası vardı ne de doğduğu şehir Malatya’nın ve ailenin kırk metrekarelik evinin dünyanın güzelliklerini rahatça görebilecekleri bir penceresi. Belki doğanın her türlü nimetiyle onurlandırdığı topraklardı doğduğu topraklar; ama dünyanın o yöresinde görülebilecek pek bir güzellik yoktu o yıllarda. İkinci Dünya Savaşı’nın iyiden iyiye yoksullaştırdığı Türkiye, küçük Ahmet’in doğumundan üç yıl sonra cumhuriyetin ilk büyük askerî darbesine şahit olacak, idam sehpalarında başbakanlarını, bakanlarını görecekti. Otuz dört yıllık genç cumhuriyet, çok büyük acılara gebeydi. Binlerce yıldır din uğruna, altın uğruna ve hatta bazen bir kadın uğruna onlarca ırktan milyonlarca insanın kanının döküldüğü Anadolu topraklarının acısı dinmeyecekti kim bilir kaç yıl daha.

Beşinci ve son çocuktu Ahmet. Babası Adıyaman’dan Malatya’ya iş bulmak uğruna göç etmiş bir Kürt, annesi çocuklarını namuslu ve iyi yetiştirmeye çalışan bir Türk’tü. Türkiye’nin o yıllardaki özeti gibiydiler yani biraz. Ahmet’in otoriteyle uyuşmazlığı daha dört-beş yaşlarında iken sokakla tanışmasıyla başladı. Sakin ve kendi halinde yaşayan ailenin dünyayla çatışan, dışa dönük ve disipline edilemez bireyiydi o. Sinemaya gidebilmek için dedesinin ayvalarını manava satıyordu bazen, bazen mahallenin başıboş eşeğine binip zamanın en ünlü gazetesinde günlük bant olarak yayımlanan çizgi roman kahramanı Kara Murat olup kötüleri kılıçtan geçiriyordu.

Müziğe olan ilgisini keşfeden babası, Ahmet henüz altı yaşındayken nerdeyse boyu kadar bir bağlamayı doğum günü hediyesi olarak eve getirdi. Ailenin yemek parasından artırılıp alınan bu bağlamanın engellenemez bir fırtınanın ilk esintisi olduğunun kimse farkında değildi elbette.

Sanki bir uzvu eksik doğmuştu da Ahmet, o bağlama eve gelince tamamlandı vücudu.

Birkaç ay içinde bağlamadan çıkardığı seslerle tüm aileyi bıktırdı. Oysa ona göre artık sahneye çıkmanın zamanıydı belki de. İnsanlar dinlemiyorsa o, dinleyecek birilerini mutlaka bulacak kadar inatçıydı. İlk konserini, bahçedeki kümeste tavuklara verdi. Tavuklar mutlu oluyor muydu bilinmez; ama Ahmet bu parasız konserleri uzunca bir süre devam ettirdi. İlk gerçek sahnesi içinse dokuz yaşına kadar beklemek durumundaydı. Dokuz yaşına geldiğinde babasının çalıştığı fabrikanın işçilerinin düzenlediği işçi bayramı gecesinde kendini sahnede buldu. İşçiler Ahmet’i dinlemeyi, Ahmet kendini dinleyen işçileri çok sevmişti o gün… Yüz binlerce insanın, işçinin hayatlarının yeniden darmadağın olacağı ikinci darbeye üç yıl vardı. O gece ne oradaki işçiler ne de Ahmet, çok yakın bir gelecekte işçi bayramını kutlamak şöyle dursun, işçi kelimesini bile kullanamayacaklarını bilmiyorlardı.

Türkiye on binlerce üniversite öğrencisini, işçisini hapishanelerde çürümeye yollarken 1971 darbesine damgasını vuran olay, Amerikan emperyalizmine karşı duran henüz yirmili yaşlarının ortasındaki üç sosyalist gencin, hiç kimseyi öldürmedikleri ve yaralamadıkları halde, hızla yapılan bir yargılamanın ardından idam edilmeleri oldu. Ahmet on beş yaşındaydı. Anadolu toprakları, verdiği nimetlerin karşılığını almaya devam ediyordu. Bu toplumsal ve siyasal atmosfer eşliğinde bir kuşak daha büyüyor ve onların bilinci şekilleniyordu. Bu kuşağın tanıklık edeceği ilk haksızlık da bu olmayacaktı.

Ahmet okula gidiyor ve geri kalan zamanlarında bir aile dostlarının kaset, plak satan müzik dükkânında çalışıyordu. Bu dükkânda çalıştığı sıralarda, çok çeşitli müzik türlerini tanıma imkânı buldu. Özellikle dükkâna gelen, Ruhi Su kasetleri alan ve bol paçalı pantolon giyen uzun saçlı gençler dikkatini çekmekteydi. Yıllar sonra kendi hayatını anlatan bir belgeselde onlara o zamanlar “Sucular” dediğini söyleyecekti. Ahmet’in Sucular dediği gençler, toplumsal duyarlılığı olan ve bütün dünyada 68 kuşağı olarak anılan kuşağın Türkiye’deki yansımasından başka bir şey değildi. Ahmet’in yazdığını hatırladığı ilk beste de o gençlerden biri olan, Volkswagen marka bir minibüsle dolmuşçuluk yapan ve bir süre yanında muavin olarak çalıştığı, çok sevdiği Başar Ağabey’i için yazılmıştır. Bir gün sokak ortasında aniden polis tarafından tutuklanıp götürülen Başar’ın durumuna çok üzülen Ahmet, “Bir Volkswagen alacağım, adını Başar koyacağım.” diye başlayan bestesiyle yüzlerce şarkılık bir repertuvarın ilk adımlarını attığını bilmemektedir elbette.

Aile, babanın emekli olması ve alınan emekli maaşının geçinmeye yetemeyecek kadar az olması nedeniyle Malatya’yı terk edip yeni bir iş ve çocuklar için daha iyi bir gelecek umutlarıyla İstanbul’a göç etme kararı alır. Dönem, tüm Türkiye’de göç dönemidir. Yüzlerce otobüs ve kamyon doğudan, batıdaki şehirlere ve özellikle de İstanbul’a her gün umut taşımaktadır. Her gün binlerce küçük çocuk, tıpkı Ahmet’in o zaman hissettiği büyük şehrin içlerine saldığı korkuyu ve bunun üzerlerine tüm ihtişamıyla çöküşünün ezilmişliğini yaşamaktadır. Ahmet, ilk kez gördüğü denizi kocaman bir dere sanmış, eşyalarının bulunduğu kolilerin üzerinde yazan “Malatya” yazısından dolayı küçümsendikleri bir şehre geldiklerini daha ilk gün anlamış ve yine daha ilk gün aynı dili konuştukları halde kendi konuşmasındaki aksan yüzünden “öteki” olduğunu fark etmiştir. Bu “fark”lılık, emeklerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanları giderek yalnızlaştırmakta ve bu da çaresiz bir öfke mecrasına doğru birikmektedir.

Türkiye’nin batısı nüfus olarak kabardıkça toplum katmanları arasındaki uçurum büyümekte, siyasî kutuplaşmalar uçlara gitmekte, ülke her yeni gün en batısından en doğusuna daha fazla gerilmektedir. Üniversitelerden her gün yeni ölüm haberleri gelmekte, gün be gün kötüye giden ekonomi ve işsizlik, sokaklara taşan kalabalıklar yaratmaktadır. Ahmet, okulu bırakıp aile ekonomisine katkıda bulunmak için çalışmak zorundadır artık. Sokağı artık başka bir gözle tanımaya ve başka türlü algılamaya başlamıştır. Kızlı erkekli gezen İstanbul gençliğine çok özenir; ama onlar gibi giyinmenin kendisine yakışmadığını hissedip çok üzülür. Ne doğduğu ve bildiği kültürü tamamen bırakabilir ne de İstanbul’u Malatya yapabilir. Birçok vasıfsız işe girer çıkar o yıllarda. Kısa süreli de olsa işportacılık, çeşitli iş yerlerinde çıraklık yapar; ama asla bağlamasını bırakmaz. Müzikle yatıp müzikle kalkmaktadır. Ve tabii ki ülkenin içinde bulunduğu durum, ruh hâlini nasıl etkiliyorsa müziğini de etkilemektedir.

Çalışmaya başlayıp okulu bırakması, Ahmet’e sokağı daha fazla tanıma şansı vermiş; ama içinde bir yara daha açılmasına neden olmuştur. Konservatuvar okumak istemektedir; ama artık bu çok olası görünmez. Umudunu diri tutabilmek için liseyi dışardan bitirmeye karar verir. Ahmet’in iç depreminin en sarsıcı yıllarıdır bunlar. 70’li yılların ikinci yarısına doğru gelişen toplumsal muhalefet, kanalize olacak hiçbir alan bulamamakta, bu belirsiz iklim içinde en çok üşüyenlerden biri de tüm bunların farkında olarak hayata o yaşın heyecanıyla bakan Ahmet olmaktadır. Ne olacağını bilememenin ötesinde, yıllar sonra kendisinin de anlatacağı gibi besteler yapmakta; var olma, biraz para kazanabilme çabasıyla umutsuzca sokaklarda gezmektedir. O günlerde, tamamen mutsuzlaştığı ve umutsuzlaştığı bir gün yanından geçtiği ve hiç tanımadığı insanların bulunduğu bir düğün salonuna girip kendini düğünde dans edenlerin arasına atarak delirmişçesine ve ağlayarak dans ettiğini yıllarca hiç unutmayacak ve birçok sohbette anlatacaktır.

Öteki olmanın, ayrıksı durmanın, çaresizliğin ve tutunamamanın birleştirdiği gençler, tüm idealizmleri ve hayatı değiştirme iddialarıyla her alanda örgütlenmeye başlamışlardır. Tüm devrimci arkadaşları gibi Halk Bilimleri Derneği’ne gidip gelmeye ve oradaki kültürel çalışmalara katılmaya başlar. Elbette orada da bağlaması elinden hiç eksik olmamaktadır. Daha ilk günlerden garipsenir Ahmet’in bağlama çalışındaki fark. Kendi başına öğrendiği için herhangi bir metoda ya da öğretiye uymamaktadır Ahmet’in çalış biçimi. O dönem, hayranı olduğu Ruhi Su’nun Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bir dinletisine gider ve dinletiden sonra bir yolunu bulup “Usta”nın yanına ulaşmayı başarır. “Ruhi Su besteleri”ni kendisinin nasıl yorumladığını göstermek istemektedir Ruhi Usta’ya. Ruhi Usta’nın en bilinen eserlerinden “Mahsus Mahal” isimli şarkıyı çalar. Usta, şarkıyı yarıda kesip bağlamayı Ahmet’in elinden alır ve kızarak “Öyle at teper gibi bağlama çalınmaz, kavga edilmez bağlamayla, bağlama ile meşk edilir.” der. Ahmet, şaşkınlıkla oradan uzaklaşır; ama tabii ki bildiğini yapmaya devam edecektir. Ustanın sözleri Ahmet’i daha da biler, o güne kadar pek denenmemiş şeylerin peşindedir hep. Besteleri de bilinen hiçbir tarzın içine girmediğinden garipsenmektedir.

Halk Bilimleri Derneği’ndeki arkadaşlarıyla müzik dinletileri ve halk oyunları gösterileri sunmak amacıyla Türkiye’nin çeşitli yerlerine giderler. Bir yandan çeşitli dernek ve sendikaların ya da öğrenci kuruluşlarının düzenlediği bu ‘Devrimci Geceler’de, dönemin âşıkları ve sanatçıları ile birlikte sahneye çıkan Ahmet, bağlamasını öfkeyle çalıp devrimci marşlar ve türküler söylemekte, diğer yandan tüm toplumsal duyarlılığı ile halkın içinde, onların somut ve yaşamsal taleplerine yanıt olabilmek amacıyla onlarla dayanışmaktadır. Van Depremi sonrası kamyonlarla eşyalar toplayıp depremzedelerin yanına giden devrimci gençlerin içinde de, bir gecekondu mahallesi oluşumundaki dayanışmada da Ahmet vardır.

1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’ndaki işçi bayramı kutlamalarında, çevre binalardan bugün bile hâlâ kimler tarafından açıldığı bilinmeyen otomatik silah ateşi altında yanı başındaki arkadaşlarını yitirir Ahmet. Ayakkabısının kalan tekiyle oradan sağ salim kurtulsa da arkadaş ölümlerine tanıklık etmenin ilk acısını, masum içerikli bir afişi asarken gözaltına alınarak ‘içerde’ olmanın nasıl bir duygu olduğunu yaşamıştır artık.

Muhalif ve öfkeli kalabalıklar, kendilerine bir ‘yarın’ kurabilme telaşı ve hazırlığı içindeyken liseyi dışarıdan bitirip Eğitim Enstitüsü’nün Keman bölümüne girdiği sıralarda, Halk Bilimleri Derneği’nde Emine isimli bir kızla tanışır; çok geçmeden yakınlaşan ve kendilerini aynı saflarda hisseden iki genç, evlenmeye karar verirler. Nişanlanırlar; ancak bu ülkede her erkeğin hayata atılmadan önce yapması gereken bir görev vardır: Askerlik. 1978 yılında, Ahmet yirmi bir yaşındayken keman eğitimini yarıda, nişanlısını ardında bırakarak on sekiz ay sonra dönmek üzere askere gider.

Askerliği Gelibolu’ya çıkar. Kısa sürede müziğe ilgisini ve kabiliyetini keşfeden komutanları onu orduevinin orkestrasında görmek isterler. Askerliğinin tamamını orkestranın joker elemanı olarak geçirir. Birçok müzik aletiyle kurduğu bağını burada geliştirir. Bağlamayla yaptığı müziğe kafasında kemanla kattığı Batı motifleri, askerdeyken çello gibi daha klasik aletleri mecburiyetten çalmasıyla daha da gelişir.

Askerlik dönüşü daha saçları bile uzamadan hem Ahmet’in hayatının hem de Türkiye’nin üçüncü ve en büyük darbesi geliverir. 12 Eylül sabahı Türkiye, askerî marşlarla uyanır. Tüm kabine tutuklanarak hapse atılır ve sokaklarda bir sürek avı başlar. Ahmet’in birçok arkadaşı yakalanarak kimsenin bilmediği yerlere götürülür, gidenlerden haber alınamamaktadır. Askerlik öncesinde birkaç kez gözaltına alınması ve Halk Bilimleri Derneği ile olan bağlantısı yüzünden kendisini de aynı akıbetin beklediğini düşünüp gergin günler yaşamaya başlar. Türkiye’nin üzerinden tank paletleri geçmektedir. Bugünkü tahminlere göre 600.000 kişi çeşitli nedenlerle tutuklanır, binlerce kişi işkencelerde hayatını yitirir, binlerce kişi kaçak yollardan yurtdışına kaçıp çeşitli ülkelere sığınır. Türkiye, kötü yönetilmenin cezasını, gencecik ömürleri tüketerek ödemektedir.

Ahmet tutuklanmaz; ama yapayalnız kalmıştır. Tüm arkadaşları, neredeyse tanıdığı herkes hapishanelerde ya da bilinmeyen bir yerlerdedir. 1981 yılı Ahmet’e bir başka büyük acıyı daha getirir. Nisan ayında hayatta en değer verdiği, o güne dek Ahmet’in müziğine gerçekten inanan tek insan olan babasını o yıl sonsuzluğa uğurlarlar. Ahmet kimseye görünmeden, babasının ona aldığı ilk bağlamayı eline alıp günlerce sokaklarda ağlar.

Emine ile Ahmet evlenmiş, aylar geçtikçe darbenin içinde yaşamayı öğrenmişlerdir. Ahmet müzik yapıp içindekileri anlatmak, hapishanelerdeki dostlarına sesini ulaştırmak istemektedir; ama artık geçindirmek zorunda olduğu bir de evi vardır. Zira çok geçmeden 1982 yılı Ağustosu’nda çiftin bir kızları olur. Çiğdem koyarlar adını. Ahmet alır bağlamasını eline ve bir şarkı yazar; Çiğdem’e doğduğu dünyanın kötülüğüne ağlamamasını, geleceğe ilişkin umutları taze tutmak gerektiğini söyler şarkısında: “Ağlama bebeğim, ağlama sen de, umut sende, yarın sende… Çok uzakta öyle bir yer var; o yerlerde mutluluklar, paylaşılmaya hazır bir hayat var...”

Kısa bir süre sonra Ahmet’in albüm yapmak peşinde olması, evi geçindirecek parayı kazanamaması, Emine’yi gelecek kaygısına sürükler. Bir gün hiç haber vermeden, o sıralarda birkaç aylık olan bebek Çiğdem’i de alarak evi terk eder Emine ve boşanırlar. Bir kez daha, bağlaması ve Ahmet yapayalnızdırlar.

1984’e gelindiğinde Ahmet ısrarla şarkıları cebinde, müzik şirketlerinin kapısını aşındırmaktadır. Şarkılar da, Ahmet de yorulmuştur artık. Bilinen hiçbir türe benzememesi ve toplumsal içeriği yüzünden korkulması nedeniyle hiçbir firma yanaşmaz Ahmet’in albümünü yapmaya; ancak dipten derinden Ahmet’in adı ve şarkıları dillerde dolanmaya başlamıştır. Birkaç arkadaşının yardımıyla Hodri Meydan Kültür Merkezi ve Bilsak’ta dinleti düzenler ve afişlerinde de Ruhi Usta’nın kendine söylediği cümleye gönderme yapar: “Bağlama Böyle de Çalınır!”

Bu dinletinin umulanın çok üzerinde ilgi görmesi üzerine, elde kalan küçük bir para, arkadaşlarının ve annesinin de küçük katkılarıyla Ahmet yine Beyoğlu’nda, Sezer Bağcan’ın Değişim Stüdyosu’nda alır soluğu. Albümünü kendi yapacaktır. Sezer Bağcan, değişik şarkıları olan bu istekli genci çok sever ve başlarlar albüme. Şarkıları o dönem için çok tehlikelidir. Öyle şarkıları yayımlamayı bırakın, dinlemek bile suç olabilecek, hapishane kaçınılmaz son olacaktır; ama Ahmet şöyle der: “İş yok, sokaklarda aç geziyoruz, terk edildim, bebeğim bana gösterilmiyor, tüm arkadaşlarım da zaten içerde. Şarkılarımı söyler, arkadaşlarımın yanına giderim…” Ancak Ahmet ileride kendisinin de itiraf edeceği gibi hapse girmek istemekte; ama orda çok durmak istememektedir. Albümdeki onca eleştirel şarkının içine bir de Türk ordusunun Kurtuluş savaşındaki kahramanlığını anlatan bir şarkı koyar… Kafalar karışacaktır

Albüm kısa sürede ve zor şartlarda biter. Bitmiş bir albüm satmasa da fazla ticarî bir risk getirmeyeceğinden bir firma bulması zor olmaz Ahmet’in. Çiğdem’e yazdığı şarkının adı olan “Ağlama Bebeğim” adıyla yayımlanır albüm 1985 yılının Nisan ayında. Hemen ardından İstanbul’un o günlerdeki en prestijli salonlarından biri olan Şan Tiyatrosu’nda da tek başına bir konser verir ve salon hiç beklenmedik şekilde tıka basa dolar.

“Ağlama Bebeğim” albümü yayımlanır yayımlanmaz toplatılır ve Ahmet gözaltına alınır. İlk mahkemede hâkim, Ahmet’in “Ağlama Bebeğim” şarkısındaki “Çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluluklar” sözlerine takılmıştır. O güzel yerlerin nereler olduğunu sorarlar Ahmet’e! Yargılama kısa sürer, belki de o kahramanlık şarkısının kafa karıştırmasıyla ve Danıştay kararıyla albüm serbest bırakılır. Firma ve Ahmet, albümün satışının serbest bırakıldığını gazeteye ilan vererek duyurur. “Ahmet Kaya’nın yasaklanan “Ağlama Bebeğim” isimli albümü mahkeme kararıyla serbest bırakılmıştır.” içeriğiyle çıkan ilan, albüme olan ilgiyi artırır. Hiç beklenmedik bir şekilde albüm önce hapishanelerde, sonra sokakta inanılmaz bir ilgi görmeye başlar. Ahmet, albümüyle yüz binlerce siyasî tutsağın ve onların ailelerinin sesi olmuştur.

Hapse 1980’de girenlerin bir kısmı yavaş yavaş hapisten çıkmaya başlamıştır. İkinci albüm için yeniden Değişim Stüdyosu’na girilir. Değişim Stüdyosu’nun sahibi Sezer Bağcan, ünlü sanatçı Selda Bağcan’ın ağabeyidir ve Selda da darbeden sonra çok kısa bir süre Metris Askerî Cezaevi’nde yatmıştır. Selda hapisteyken oradaki kızlardan biri ile çok yakın bir arkadaşlık kurar. İşte o kız; Gülten Hayaloğlu, dört yıl yatıp hapisten çıkınca dostu Selda Bağcan’ın ısrarı üzerine Değişim Stüdyosu’nda çalışmaya başlar. Ahmet’in ikinci albümünün kayıtları sırasında Gülten ve Ahmet stüdyoda uzun süre sohbet etme imkânı bulurlar, dünyaya karşı aynı duygularla dolu iki gencin uzun sohbetleri kısa sürede su sızmaz bir arkadaşlığa dönüşür. Gülten, Ahmet’in ilk albümünü onunla tanışmadan dinlemiş ve çok beğenmiştir zaten; ama birçok kişi gibi o da Ahmet’in yüzünü bilmiyordur tanışana kadar. Çok geçmeden ikinci albüm “Acılara Tutunmak” yayımlanır ve o sıralarda da Gülten’le aralarındaki dostluk aşka dönüşür. İkinci albüm de hiç reklâm yapılmadan dilden dile dolaşarak inanılmaz satış rakamlarına ulaşır. Bu mutluluğu, sevdiği kadınla yaşayacaktır Ahmet.

Albümler satmakta; ama para kazanılamamaktadır. Birçok yerde konser vermeye başlar Ahmet tek başına, bağlamasıyla. Birçok konserde gözaltına alınır, tutuklanır. Bu sırada Gülten’le evlenmişlerdir. O günlerde Gülten hapishanede tanıdığı bir idam mahkûmunun, Nevzat Çelik’in annesine yazdığı şiiri Ahmet’in önüne koyar: “Şafak Türküsü”. 1986 yılıdır ve hâlâ yüz binler hapishanelerde, haklarında karar bile alınamamış, yıllardır mahkemelerinin bitmesini beklemektedir. Hapishane önleri ağlayan anneler ve babalarla doludur. Üçüncü albüm, Ahmet’in bestelediği “Şafak Türküsü” adıyla çıkar. Ahmet bir kez daha toplumun kanayan yarasını anlatmış, bir kez daha sistemin yaramaz çocuğu olmuştur. Gözaltılar ve sorgular hiç bitmez; ama Ahmet artık iyiden iyiye tanınan ve çok tartışılan bir isimdir. 1986 Şafak Türküsü’nün yılı olurken 1987, Gülten-Ahmet çiftinin kızları Melis’in dünyaya gelmesiyle Ahmet’in ikinci babalığının da yılı olur. Ahmet, asıl Melis’te yaşayacağı baba olma duygusunun heyecanıyla inanılmaz üretkendir ve yepyeni bestelere peş peşe imza atmaya başlar.

1987’de, gazetelerde “çok satanlar” listeleri de moda olmaya başlamıştır. Ahmet’in o yıl çıkan “An Gelir” albümü liste başına oturunca gerçek satışlar ve Ahmet’in ne kadar çok dinlendiği resmî olarak da ispatlanmış olur. O güne dek herhangi bir kategoriye sokulamayan Ahmet’in müziği belki de gazetelerin tür saptama gereği duymasından, yeni bir tür adı yaratır: Özgün Müzik. Ahmet, kendi kulvarını açmış ve onun müziğinin adı konulmuştur artık.

Gülten’in şair bir ağabeyi vardır: Yusuf Hayaloğlu. Yusuf, Şişli’deki küçük atölyesinde tasarım, yontu ve grafik işleri yapmaktadır. Ağabeyinin şiirlerini ve üretkenliğini bilen Gülten, bu şiirlerle Ahmet’in müziğinin buluşmasından iyi bir sonuç çıkacağına inanmakta, şarkı sözü yazmayı hiç düşünmeyen Yusuf’la Ahmet’i ortak üretimde buluşturmayı çok istemektedir. Bir gün Tarabya sırtlarında hep birlikte yemekteyken bu konuda sürekli direnen Yusuf, Ahmet’in önüne ilk şarkı sözü denemesini koyuverir: “Hani Benim Gençliğim”. Yıllarca dillerden düşmeyecek, Türkiye’de bir fenomen olacak ve ellerinden tüm sevdiği şeyler alınmış bir gençliği anlatan bu sözleri okur okumaz Ahmet ağlamaya başlar. Gece eve döner dönmez bir çırpıda besteler sözleri. Takip eden günlerde yine Yusuf’un birkaç şarkı sözünü de besteleyip kendi şarkılarının yanına koyan Ahmet, 1987 yılının Kasım ayında “Yorgun Demokrat” adlı albümünü yapar. Albüm yine defalarca yargılanır; ama yine liste başlarından inmez ve Ahmet’in başarısının, sistemle uyuşmazlığının, muhalifliğinin geçici olmadığı kanıtlanır.

Ahmet üretmeye devam ederken işçilere, öğrencilere, Türkiye’nin her yerinde hak ettikleri yaşam için mücadele ettiğine inandığı mağdurlara şarkılarıyla destek olmaya gider; bir yandan konserler veriyorken öte yandan ardı ardına albümler yapmaya da devam eder. 1988’in Ağustosu’nda “Başkaldırıyorum” ve 1989 Nisanı’nda tek bağlamayla verdiği konser kayıtlarından oluşan “Resitaller” albümünü piyasaya çıkarır. Her iki albüm de bir kez daha dönemin en çok satan albümleri olurken özellikle “Resitaller”in tek enstrüman ve iki mikrofonla kaydedilmiş bir albüm olarak listelerin başına yerleşip uzun süre inmemesi de bir ilk olarak tarihe yazılacaktır.

1990 yılında ilk kez çok geniş bir alanda konser verme şansı bulan Ahmet’in Gülhane Parkı’ndaki konserine 70.000 biletli, tahmini 150.000 kişi gelir. Konserde büyük olaylar çıkar, polis havaya ateş açar ve seyircilerden çok sayıda yaralanan olur. Ahmet, bir kez daha, bir seyircinin sahneye atlayıp boynuna doladığı fuların sarı-kırmızı-yeşil renklerinin Kürt simgesi olması gerekçesi ile yargılanır.

Profesyonel anlamda müziğe başladığı yıllarda Ahmet’in bu kadar geniş kitleye ulaşabilmiş olmasının diğer ilginç tarafı da o dönemde Türkiye’de hiçbir özel televizyonun bulunmayışı, sadece devlet televizyonu ve radyosunun bulunmasıdır aslında. Yani Ahmet Kaya yasaklı olduğu için işitsel ve görsel hiçbir medya organında duyulmuyor, görülmüyor, şarkıları çalınmıyor, adı bile anılmıyordur. Konserlere ağırlık vermeye devam eder Ahmet. Onu sadece bir resim olarak tanıyan hayranları da gittiği her yerde konser salonlarını tıka basa doldurur.

Ahmet’i o yılların gazete kupürlerinde genellikle ya yargılanırken, ya konserlerinde çıkan olaylar nedeniyle, ya üniversitelerdeki antidemokratik uygulamaları protesto eden öğrencilerin eylemlerine destek olmak için açlık grevlerinde, ya grev yapan işçilerin yanında ya da mahkûm yakınlarına yaptığı yardımlar sırasında görebiliyoruz.

80’lerin sonuna doğru Türkiye birkaç yıl önce askerî izinler ve yönlendirmelerle kurulan meclisiyle çok partili demokrasiye geri dönmüş olsa da hâlâ hapishaneler 12 Eylül 1980 darbesiyle hapse girenlerle doludur ve ülke gerçek demokrasiden çok uzaktır.

1982 yılında yapılan ve darbe anayasası olarak anılan anayasa yürürlüğe girse de akademisyenler, uygulayıcılar, siyasal partiler, dernekler, sendikalar, basın-yayın organları tarafından şiddetle eleştirilmektedir.

Eylül’ün o ağır koşullarında başlayan ve hâlâ süren davalarda, mahkemeler idam cezaları, müebbetler veriyor; sesleri kısılmaya çalışılan tüm bir kuşak karalanıyor, kötüleniyor, iyi ve güzel olan her şeyden soyutlanmaya çalışılıyordu. Kendisini yeniden hayatın içine sürmeye çalışan gençliğin, hayatı değiştirme ütopyası sürse de, onlar cezaevlerindeki direnişleriyle umutlarını ayakta tutmaya çalışsalar da daha uzun yıllar boyunca paylarına sadece acı düşecekti. Bu ülkeyi ve bu halkı kendimizden daha çok sevdik diyen bu gençler düşlerinin cezasını çekiyorken Türkiye’nin ilk özel televizyonları da o yıllarda kurulup yurtdışından Türkiye’ye yayın yapmaya başlarlar. Bundan sonra Ahmet Kaya ilk kez televizyonlarda boy gösterecek ve halkla daha yakından tanışacaktır. Onun muhalif dilini, haksızlıklar karşısında hiç korkmadan ağzına geleni söylemesini daha yakından tanıma fırsatı bulan sevenleri ona daha fazla bağlansa da sistem, bu gidişata engellerini doz arttırarak koymaya devam edecektir; çünkü düşsüz bırakılmış bir kuşağın sesi olmuştur artık Ahmet. Tarihsel ve gündelik kaygıları bir arada yaşayarak üreten Ahmet’in üretimi ne kadar yok sayılırsa onu benimseyenler o kadar çoğalır. Albümleri birçok ilde toplatılır, konserleri yasaklanır, hakkında onlarca yıl istenen davalar açılır.

Özel televizyonların çoğalması Ahmet Kaya’ya kendini ilk ağızdan anlatma fırsatını doğurduğu gibi, onun içindeki görsel sanat merakını da ortaya çıkarır. Eski şarkıları da dâhil birçok şarkısına kendi yönetmenliğinde video klipler çeker. Ahmet artık Türkiye’nin en çok konuşulan, en popüler ve en çok satan birkaç sanatçısından biri durumuna gelmiştir. Bir muhalif olarak bu durumu doğru değerlendirme gerekliliğinin farkındadır Ahmet. Her adımında medya tarafından takip edilirken reytinginin yüksekliği nedeniyle birçok televizyon programına sıkça çağrıldığında, her fırsatta toplumsal mesajlarını verir. Doğru bildiklerini kendine has üslubuyla söylemeden duramaz. Medya için çok istek alınan bir malzeme olmakla beraber, ağır eleştirileri ve muhalif üslubuyla da yine medya tarafından hem çekinilen hem çok eleştirilen bir adam olur.

Bu yıllarda yurtdışı ve yurtiçi konserleriyle birlikte peş peşe, her biri satış rekorları kıran albümler yapar. Sırasıyla: İyimser Bir Gül (Kasım 1989), Resitaller 2 (Mayıs 1990), Sevgi Duvarı (Ekim1990), Başım Belada (Ağustos 1991), Dokunma Yanarsın (Temmuz 1992), Tedirgin (Nisan 1993) albümlerini piyasaya çıkarır. Her bir albüm, listelerde en üst sıraya yerleşirken Ahmet Kaya çeşitli kurumlar ve gazetelerden onlarca ödül alır. Aynı yıllarda, her siyasî görüşten Ahmet Kaya taklitleri piyasaya çıkmaya başlar. Piyasayı saran birçok albümün kapağında Ahmet Kaya gibi giyinmiş, Ahmet Kaya gibi sakalı olan, Ahmet Kaya gibi duran sanatçılar vardır ve bunlar, Ahmet Kaya müziğine benzetilmeye çalışılan şarkılar söylemektedirler. Öyle ki bunların çoğunluğunda Ahmet Kaya’nın şivesinden kaynaklanan bazı kelimelerin farklı vurgusu bile aynen Ahmet Kaya gibi söylenmiştir.

Ahmet’in dünya üzerinde en çok merak ettiği ülkelerden biri Küba’dır. 1993 yılında eşi Gülten, kızları Melis ve bir grup arkadaşıyla Küba’ya, 1 Mayıs kutlamalarına giderler. Küba’da birçok sanatçıyla ve hükümet görevlisiyle tanışır Ahmet. Dönüşte Küba’nın ünlü Tropicana grubunun bir kısmını Türkiye’ye davet eder. Davet üzerine Türkiye’ye gelen Tropicana’dan dokuz kişilik bir ekibi kendi evinde de misafir eder Ahmet ve gelirinin tamamı Kübalı çocuklara kalmak üzere on altı konserlik bir turne yaparlar.

Bu dönemde Ahmet Kaya, Bosnalı çocuklar için, Danimarkalı işçiler için yapılan konserlere katılır. Avrupa’nın hemen her ülkesinde çeşitli yardım konserleri verir.

90’lar, Anadolu topraklarındaki bitmeyen kavgaların bir yenisinin iyiden iyiye alevlenmesiyle başlar Türkiye’de: Kürt sorunu. Türkiye’nin doğu ve güneydoğu illerinde PKK ile Türk ordusunun mücadelesi kısa zamanda etkisini tüm Türkiye’de gösteren bir iç savaşa dönüşür. Türkiye’nin dört bir yanında her gün olaylı, gösterili cenazeler kaldırılır. Anneler oğullarına ağlarken doğuda Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerden de neredeyse her aileden birkaç kişi dağlara çıkıp savaşmaya başlamakta, yas hiç bitmemektedir. “Kürt diye bir şey yok, Kürtçe diye bir dil yok.” denildikçe Kürt kökenli vatandaşlar PKK saflarına geçmekte; PKK tarafından gelen saldırılar çoğaldıkça devlet, önlemlerini sertleştirmektedir. Savaş ortamının gergin günleri ve sert önlemler sırasında medya, Kürt sözcüğünü korkulacak bir sözcük haline getirir. Artık Kürt demek, PKK demekle neredeyse özdeşleştirilir. Milyonlarca Kürt ve Türk binlerce yıldır dost olarak yaşadıkları bu coğrafyada, birer yabancıdırlar artık. PKK saflarında hiç bulunmadan, PKK ile hiçbir ilişkide olmadan Kürt dilinin ve kültürünün kabul edilmesi ve buna saygı gösterilmesi gerektiğini söyleyen birçok insan da vatan haini ilan edilmeye başlar. Bunlardan biri de Ahmet Kaya’dır.

Medya’nın uzattığı hemen her mikrofonda, her konserinde, her televizyon programında bu sorunu dile getirir Ahmet Kaya. Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesini değil, daha da birleşmesini istediğini ve tam demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti’nde her ırktan insanla kardeşçe yaşamak istediğini anlatmaktadır her seferinde; ancak devletin bu ülkede Kürtlerin de yaşadığını kabul etmesi, Kürt dilini ve kültürünü tanıması, doğudaki Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlere daha iyi eğitim ve yaşam koşulları getirilmesinin gerektiğini vurgular hep. Hiçbir zaman, hiçbir örgütü desteklemediğini, sanatın örgütler üzeri olduğunu ve örgütlü sanat yapılamayacağını, sadece kendi doğrularını söyleyip şarkılaştırdığını, en doğusundan en batısına kadar Türkiye’yi çok sevdiğini, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü savunduğunu, ancak “Kürt diye bir şey yok.” demenin sorunu hiçbir şekilde çözmeyeceğini söyler durur. Ahmet “Kürt” dedikçe basında çıkan Ahmet Kaya haberleri sertleşir.

1994’te çıkardığı “Şarkılarım Dağlara” albümü yayımlanır yayımlanmaz çok açık arayla listelerin başına oturur. Albümden üç parçaya aralıklarla çekilen klipler tüm televizyonlarda en çok istenen klipler olurlar (Saza Niye Gelmedin, Kum Gibi, Ağladıkça). Bu albümde hâlâ dillerden düşmemiş şarkılardan “Ağladıkça”nın söz yazarı ise eşi Gülten Kaya’dır.

Şarkılarım Dağlara, bugüne kadar resmî 2 milyon 800 bin satışla, kırılması çok zor bir rekora ulaşmıştır. Türkiye’de bandrolsüz, yasadışı kaset ve CD üretiminin bandrollü satıştan çok yüksek olduğu gerçeğinden yola çıkılırsa bu satışın aslında birkaç kat daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Albümün hemen ardından Kanal D ile bir program anlaşması yapar Ahmet Kaya. Gülten Kaya ve Yusuf Hayaloğlu ile hazırladığı programın adı “Ahmet Abi’nin Vapuru”dur. Bu programda konuk ettiği sanatçılarla şarkılar söyler ve ülke gündemini konuşur. Programdaki kürsüsünü de sıklıkla barış, kardeşlik ve demokrasi çağrıları yapmak için kullanır. Ülkenin dört bir yanından konuk ettiği sanatçılarla Türkiye’nin çok kültürlülüğündeki zenginliği vurgular. On üç hafta süren bu programların her birinde, ağırlıkla Yusuf Hayaloğlu’nun yazdığı ve kendisinin yönetip oynadığı şiir klipleri çeker.

1995 yılında Türkiye, her cumartesi günü Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’nin önünde bir araya gelen ve kayıp çocuklarını aradıklarını söyleyen annelerle tanışır. Çok geçmeden “Cumartesi Anneleri” adını alacak bu sivil inisiyatif, annelerin engellenmesi ve gözaltına alınmalarıyla gündeme oturacaktır. Cumartesi Anneleri, çeşitli siyasî gerekçelerle polis tarafından sorguya alınmış ve kendisinden bir daha haber alınamamış çocuklarını arayan annelerden oluşmaktadır. Birçok şarkısında zaten anne kavramını kutsamış olan Ahmet Kaya, Cumartesi Anneleri’nin safında yer alır ve o yıl, yani 95’te çıkardığı albüme ismini veren parçayı da Cumartesi Anneleri için yazar: “Beni Bul (Anne)”.

Bu başkaldıran sert adam ifadesinin altında hiçbir zaman asık bir surat taşımamıştır Ahmet Kaya. Onu tüm tanıyanların çok eğlenceli, esprili, ilginç, hazır cevap ve çok zeki olduğunu söylediklerini rahatlıkla ifade edebiliriz. O, aslında hep mahallenin başıboş eşeğinin üzerinde düşmanları kovalayan çocuk olarak kalmıştır bir tarafıyla. Konserlerden ve müzik çalışmalarından fırsat buldukça ailesi ve dostlarıyla geniş sofralarda yemekler yemek, onlara yemek yapmak, sabaha kadar sohbet etmek, çeşitli şakalar hazırlayıp onları tuzağa düşürmek en büyük keyiflerindendir. Kızı Melis’le vakit geçirmeye, elektronik aletler alıp onların içini açarak incelemeye, kamerasıyla kurguladığı sahneleri çekmeye bayılır. Para mefhumu pek gelişmemiştir.

Kızı ve eşinin geleceğini garantilemek dışında neredeyse hiçbir elle tutulur yatırım yapmaz. Birçok turneden beş parasız döner. Organizatör parayı ödemez; ama onu bekleyen insanların bir suçu olmadığı düşüncesiyle yine de çıkar konsere, ihtiyacı olduğunu düşündüğü birilerine cebindeki tüm parayı verir, bazı konser gelirlerinin tamamını kendisine eşlik eden müzisyenlere dağıtır. Bu tavrını da “Ben istediğim zaman zaten para kazanırım.” diye açıklar.

’96 yılında ilk üç albümünden seçme şarkıları yeniden düzenleyerek ve albüme iki de yeni parça koyarak hazırladığı “Yıldızlar ve Yakamoz” albümü, yine en çok satan albüm koltuğuna oturur. Albümdeki yeni şarkılardan “Yakamoz” ve onun klibi bir kez daha döneme damgasını vuracaktır.

Her yaptığı albüm olay olduğu gibi her söylediği de olay haline getirilir Ahmet Kaya’nın. Kürt dili ve Kürt kültürüne yaptığı vurgular nedeniyle iyiden iyiye basının hedefi haline gelen Ahmet, artık herhangi bir konuda söylediği herhangi bir cümle ile de boy hedefi haline getirilmektedir. Türkiye’de eskiden köylerde berberlerin diş çekmesi, sünnet yapması gibi alışkanlıklar olduğundan söylenegelen bir deyimi Ahmet Kaya söyleyince basının yönlendirmesiyle Berberler Federasyonu ayaklanır. Bir programda bir konuğun Tokatlı olduğunu söylemesi üzerine gülerek “Bak, Tokatlılar tehlikeli adamlardır.” diye espri yapmasına Tokatlılar ayaklanır. Aynı dönemlerde fazla milliyetçi bulduğu çeşitli sanatçılara da kendi üslubunca, nüktedan göndermeler yapar.

Türkiye’de radikal İslam ve radikal sol görüş baştan beri zıt kutuplardır ve asla adları bir arada anılmaz. Birbirlerine yaptıkları sert eleştiriler, birçok kez gündem olmuştur ülkede. ’97 yılında İstanbul Belediye Başkanı, şu anda Başbakan olan Tayyip Erdoğan’dır ve bir mitingde okuduğu şiir yüzünden yargılanarak 9 ay hapse mahkûm edilir. Bu mahkûmiyet üzerine İslamcıların yoğun protestosu sürerken sol kesimden kimse sesini çıkartmaz. Ahmet Kaya’ya mikrofon uzatılır ve Ahmet Kaya “Demokrasi hepimiz içindir. Düşünce özgürlüğünün benim için ne kadar var olması gerekiyorsa Tayyip Bey için de o kadar olması gerekir. Kimse, okuduğu bir şiir yüzünden özgürlüğünden alıkonulmamalıdır!” deyince Ahmet Kaya bu kez sol kesimin yoğun tepkisiyle karşı karşıya kalır. Aynı zamanlarda üniversitelere başörtüleriyle girmek isteyen ve alınmayan İslamcı öğrencilerin eylemlerine de aynı demokrasi tanımıyla “Ben takım elbise giyebiliyorsam o da başörtüsü takabilmelidir.” diyerek destek olunca gazetelerin köşe yazılarında demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla ilgili derin bir tartışma başlar. Bunun üzerine Ahmet Kaya “Beni sağcılar sevmez, beni solcular sevmez, beni İslamcılar sevmez. Peki kardeşim kim bu benim albümlerimi alan milyonlarca insan, kim bu konserlerime gelen on binler?” diyerek halktan kopuk siyaset üreten köşe yazarlarını ve sanatçıları eleştirir.

Gülten ve Ahmet çifti, Ahmet’in çalışmalarını daha özgür ve rahat yapabilmesi ve yeni yetişen genç, kabiliyetli müzisyenlere albümler yapabilmek için bir stüdyo ve bir yapım firması açmaya karar verirler. GAK (Gülten Ahmet Kaya) ismini verdikleri bir müzik yapım firması ve aynı isimle bir de stüdyo kurarlar. Bu stüdyoda yıllardır Ahmet Kaya’nın asistanlığını yapmakta olan Çetin Oraner’e ve beş konservatuvar öğrencisinden kurulu Kent Ozanları adlı gruba albümler yapılır, onların klipleri Ahmet Kaya yönetmenliğinde çekilirken Ahmet Kaya da ’98 Martı’nda ilk kez kendi stüdyosunda kayıtlarını yaptığı “Dosta Düşmana Karşı” albümünü bitirir.

“Dosta Düşmana Karşı” da en çok satan albümler sıralamalarında birinciliği çok geçmeden alır. Albümden “Giderim” ve “Korkarım” isimli parçalara çekilen klipler o yıl uzunca bir süre en çok istenen ve yayımlanan klipler olur. Ahmet, birçok şarkısını tamamladığı son bir albümden sonra birkaç yıl için müzik çalışmalarını ağırlaştırıp artık kafasında yıllardır kurduğu ve senaryosunu yazmaya çalıştığı “Mülteci” isimli filmi çekmek istemektedir. Hatta sinema ve tiyatro sanatçısı dostlarıyla bir araya geldikçe rol paylaştırmaya bile başlamış, filmi için uygun mekânlar aramaktadır.

Ahmet Kaya’nın sanat hayatı boyunca aldığı ödülün kesin sayısını bilemiyoruz; ancak birçok kez çeşitli kurumlar, televizyonlar, gazeteler, dergiler tarafından halk oylamalarıyla yılın sanatçısı seçildi. Birçok yardım kuruluşu ve demokratik kitle örgütlerinden onur ödülleri aldı. Neredeyse her albüm sonrası olduğu gibi ’98 yılında da bu kez Magazin Gazetecileri Derneği’nin halk oylarıyla belirlediği “Yılın Sanatçısı”, Ahmet Kaya olmuştu.

10 Şubat 1999 gecesi Türkiye’nin en ünlü sanatçılarının ve simalarının bulunduğu bir salonda yapılıyordu ödül töreni ve Show TV’den canlı yayımlanıyordu tüm Türkiye’ye. Herkes sırasıyla çıkıp ödülünü alıyordu sahnede. Sıra Ahmet Kaya’ya geldi, yılın sanatçısıydı Ahmet Kaya. Bir kez daha sahneye alkışlarla çıktı, ödülünü aldı ve “Giderim” isimli şarkısını söylemek için mikrofonu eline alıp şu konuşmayı yaptı:

“Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir KÜRTÇE şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.”

Salonda derin bir sessizlik oldu…

10 Şubat gecesi, o açıklamadan hemen sonra başladı daha önce hiç rastlanmamış ve hiçbir sanatçının yaşamaması gereken senaryo. Yaptığı konuşmaya karşı çeşitli protesto sesleri yükselirken Ahmet Kaya, elinde ödülü, her zamanki tavrıyla, gülümseyerek şarkısını söyledi. Şarkısını bitirince mikrofonu bırakıp yerine doğru yönlenmesiyle bazı sanatçıların(!), gazetecilerin, magazin dünyasının bilinen isimlerinin masalarından önce yuhalamalar yükseldi ve hemen ardından sağdan soldan Ahmet’e çatal bıçak fırlatmaya başladılar. Ahmet, en dipte eşi Gülten ve birkaç arkadaşının oturduğu masaya güçlükle varabildi. Ortalık fena halde karışmıştı. Tüm Türkiye’nin gözleri önünde, canlı yayında kameraların ve ayaklanmış insanların arasından Ahmet’in acı gülümsemesi görünüyordu. Birkaç garson ve sanatçı Ahmet ve Gülten’e atılan çatalların, yemek artıklarının arasında durmaya çalıştılar. Tam bir arbede yaşanıyordu. Ahmet “Kürtçe” demişti çünkü.

Sunucular durumu toparlamak için alelacele sıradaki şarkıcıyı sahneye çağırdılar. Bu şarkıcının, bu hassasiyetin üzerine son derece provokatif davranarak, şarkısının sözlerini değiştirerek (“Bu devirde kimse sultan değil, hükümdar değil, padişah değil / Atatürk yolunda tüm Türkiye / bu vatan bizim / ellerin değil”) gibi bir kahramanlık marşı haline getirerek okuması, arkasından da bir eğlence gecesinde 10. Yıl Marşı’nı okumasının hemen ardından Türkiye’nin en ünlü anchormanlerinden biri sahneye atlayıp salonda bulunan tüm sanatçıları marş söylemeye çağırdı. O sırada Ahmet, güvenlik ve kamera çemberi içinde salonu terk ediyordu. Salon, hain(!) bir adam ve eşinden temizlendikten sonra gece, olanca coşkusuyla(!) devam etti.

Kaya çifti uzun yıllardır yargılamalara ve gözaltına alınmaya alışıktılar; ama 11 Şubat sabahı hiç yaşanmamış bir yargılamayla baş başa kalmışlardı. Ülkenin birçok gazetesi olayı baş sayfadan vermiş, tüm ana haber bültenleri dakikalarca bu haberi geçmiş ve Ahmet’i vatan haini ilan etmişti.

Daha bitmemişti ama… 14 Şubat günü ülkenin en yüksek tirajlı gazetesi Hürriyet, en büyük puntolarıyla baş sayfasına “Ayıp Ettin Gözüm” başlığı attı. Mahkemeye asla sunulmayan (Belge 1 - Belge 2) 1993 yılında Berlin’de çekildiği iddia edilen ve sahne arkasında Türkiye topraklarının bir kısmını Kürdistan olarak gösteren Ahmet Kaya konseri fotoğrafı yayımlandı. İlk sorgudan sonra tutuklanıp cezaevine gönderilen Ahmet Kaya, aynı gün avukatlarının yaptığı itirazla serbest bırakıldı. Ahmet serbestti şimdilik; ama basın tarafından ablukaya alınmış evlerinde Gülten, Ahmet ve Melis yapayalnız kalmışlardı. Çok yakın birkaç dostları dışında çevrelerini sarmış olan onlarca kişiden, her gün defalarca arayan ve birlikte şarkılar söylediği sanatçılardan hiçbiri çaldırmadı telefonlarını. Televizyonlar ilk haber olarak hain Ahmet’i anlatıyorlardı haber bültenlerinde. Melis on bir yaşındaydı, bir yanı başındaki babasına, bir televizyondaki ‘vatan hainine’(!) bakıp anlam vermeye çalışıyordu olanlara.

Kocaman bir yalnızlığa sürüklenen aile, posta kutularına bırakılan isimsiz mektuplar ve telefonlarla ölüm tehditleri alıyorlar, kızlarını okula büyük bir kaygı ile gönderiyorlardı. Ahmet sokağa çıkmayı bir kez denediğinde marşlarla ve tükürüklerle karşılandı.

Devam eden duruşmalarda, pasaport kayıtlarıyla 1993’te Ahmet’in Almanya’ya hiç gitmediği kanıtlansa da, basında çıkan o fotoğraf tüm yazışmalara rağmen Hürriyet gazetesi tarafından mahkemeye sunulmasa da, Ahmet resmin fotomontaj olduğunu ve olmasa dahi özellikle yurtdışında bir konserde sahne dizaynından sanatçının sorumlu tutulamayacağını ne kadar söylese de, hiçbir gazete bunları yazmadı. Kimse Hürriyet gazetesine ’93 yılında hainliğini tespit ettiği bu adama ’94 yılında neden “Yılın Sanatçısı” ödülü verdiğini sormadı ve kimse savcının iddianamesinin sadece televizyonlardaki yorumcuların cümlelerinden ibaret olduğunu fark etmedi, etmek istemedi.

Yapayalnız geçti sonraki günler. Ahmet, stüdyosundan çıkmıyor ve geleceği göremediği için alelacele yeni albümdeki şarkıları kaydetmeye çalışıyordu. Çok aşırı kilo almaya başlamış ve cildinde problemler oluşmuştu. Dostlarının bir telefon açmamasına, bir merhaba dememelerine çok içerlemişti. Hayatı boyunca bir film yapmak istemişti Ahmet; ama başkalarının yazdığı bu senaryoda başrol oynamayı hiç benimseyemedi.

İlk mahkemede Savcı, “Vatana İhanet” suçlamasıyla 13 buçuk yıl hapsini istedi; Ahmet de on iki sayfalık bir savunma yaptı. Savunmasında, kendisini hiçbir yere ait görmeyecek kadar dünyalı, duygularını hiçbir biçimde daraltmayacak kadar evrensel yaşayan bir müzik adamı olduğunu, dünyanın bütün dillerini, dinlerini, uluslarını ve onların kültürlerini, inançlarını, şarkılarını sevecek ve onlara hoşgörüyle bakacak kadar büyük bir yüreğin sahibi olduğunu söyledi. “Başka bir dilden, örneğin İtalyanca, Arapça ya da İngilizce şarkı söyleyeceğimi açıklasaydım, yine vatan haini ilan edilir miydim? Her an yanı başımızda duyduğumuz ve konuşulan bu dili ben bilmediğim halde, bilen ve konuşan milyonlarca insanla aynı topraklarda yaşıyor olmam gibi nesnel bir gerçekten yola çıkarak bu dilden bir tek şarkı söyleme isteğim, bütün bir Türkiye halkı ve çocuklarımın önünde ‘Vatan Haini’ olarak suçlanmamı mı gerektiriyor sizce?” diye sordu mahkemeye.

Mahkeme, delillerin toplanması için ileri bir tarihe ertelendi.

Mahkemeden sonraki gün gazeteler on iki sayfalık savunmanın tek kelimesini yayımlamadılar. Sanık Ahmet Kaya gazetelerin baş sayfalarında “Yavşak”, “Soysuz”, “Şerefsiz”, “Alçak”, “Fikirsiz fikir suçlusu” diye anılırken kimse Ahmet’in okuma yazma bilen iki kızının olduğunu umursamadı.

Ahmet’in imzaladığı bir Avrupa turnesi anlaşması vardı. Yurtdışına çıkma yasağı konulmuştu. Mahkemeye tekrar başvuruldu ve mahkeme, yasağı kaldırdı.

1999 Haziranı’nda Kürtçe şarkıyı stüdyosunda söyleyip kaydettiği gecenin ertesinde, sabah 4’te yağmurlu bir İstanbul’a kırgın, yorgun ve bir dost uğurlaması olmaksızın veda etti.

Ve Paris… Ahmet Kaya, Avrupa’da konserlerini veriyor ve Türk basını Ahmet’i izliyordu. Basın, Ahmet’in her söylediğinden anlamlar çıkarıp üzerine geldikçe Ahmet hırçınlaşıyor, yalnızlaşıyordu. Her cümlesi manipüle ediliyor, her konser haberi çarpıtılıyor, yazılı basın ve TV’lerin ana haber bültenleri onun en birleştirici cümlelerini en kıyıcı cümleler haline getirerek yayımlıyorlardı. Tüm bunlar yeni dava konuları oluşturuyordu.

Bir konserinde “…Birkaç şerefsizin yüzünden bana yaşatılanları, ülkemden bu kadar uzakta kalmayı ve içine düşürüldüğüm bu durumu içime sindiremiyorum. Kürt realitesinin kabul edilmesini istiyorum. Türkiyeli Kürt Ahmet olarak yaşamak istiyorum.” diyor, bu cümle ertesi günün gazete manşetlerinde “Vay Şerefsiz” üst başlığı ve “Ahmet Kaya 64 milyona hakaret etti.” cümleleriyle yer alıyordu. O, cevap hakkını kullanmak istiyor ve/fakat yaptığı açıklamalar hiçbir gazetede ya da televizyonda yer almıyordu.

İçeriğinde “Benim hesabım Türk halkıyla ya da Türkiye Cumhuriyeti’yle değil, benim sorunum kendim gibi ağlayan Kürt halkıyladır.” cümleleri yer alan haber, “PKK militanı gibi” bir başlıkla sunuluyordu.

“Bir Boşnak ‘Ben Boşnağım.’, bir Ermeni, ‘Ben Ermeniyim.’ vs. diyebiliyor. Neden bizim milletimiz ‘Ben Kürdüm.’ diyemiyor? 70 yıldır Yunanistan ile savaşan Türkiye onunla barışabiliyor da neden 1500 yıldır birlikte yaşadığı Kürtlerle barışamıyor?” şeklindeki konuşmasına yer veren gazete bu haberi, ‘Kaya yine kin ve küfür kustu.” başlığı ile verme gereği duyuyor.

Bu başlıkların her biri yeni bir dava konusu oluşturuyor ve Ahmet’in ülkesine dönme isteği fiilen ve hukuken imkânsızlaşmaya başlıyordu.

Ahmet, hayatının hiçbir evresinde kendi toprakları dışında yaşamayı planlamamış olsa da ülkesinin en önemli ulusal gazetelerinden biri, büyük bir pervasızlıkla ve hiçbir belge ya da kanıta dayandırmadan, Ahmet Kaya’nın Fransa’dan oturma izni aldığını başlıktan vererek aylardır yürütülen bu bilinçli anti-kampanyayı başka bir boyuta taşıyordu.

Ahmet bir yandan tüm bu olup bitenleri algılamaya çalışıyor, diğer yandan da içindeki her şeyi, her zamanki içtenliği ve açık sözlülüğü ile dillendirip kendisiyle Paris’te röportaj yapan bir başka gazeteciye şunları söylüyordu: “Bak gözüm, ülkemin insanlarına selam götür ve söyle onlara: Bir kere de benim için baksınlar pencereden gökyüzüne; ama ne olur, unutma da söyle, bir kerecik de olsa benim gözlerimle baksınlar, tıpkı Mecnun’un Leyla’ya bakışı gibi…”

Gülten bir yandan neredeyse her hafta Paris’teki sürgün evine, Ahmet’e moral olmaya gidiyor; bir yandan buradaki süreci tek başına taşıyor, çocuklarla ve işlerle ilgileniyor; diğer yandan her ay DGM’lerin yolunu tutup Ahmet’in duruşmalarına giriyor ve tüm bu yalnız günler onu paramparça ediyordu.

Girdikleri her duruşmada avukatları gazete başlıklarına dikkat çekerek bunların kamuoyunu olumsuz etkilediğini ve müvekkilleri hakkında bir linç ortamı oluşturduğunu söyleyerek konuya dikkat çekseler de bu linç kampanyası hızını artırarak sürüyordu.

Aleyhinde açılan ilk dava Ahmet Avrupa’dayken sonuçlanıyor, mahkeme Ahmet Kaya’ya 3 yıl 9 ay ceza veriyordu.

Tutuklama kararı ve yakalama emri verildiği için dönmedi Ahmet. Paris’te, kendini anlatabilmenin yollarını aramaya karar verdi. Bir basın toplantısı düzenledi, başına gelenleri anlattı. Tüm Türk basınından temsilciler vardı toplantıda. Ertesi gün hiçbir gazete yine tek bir kelime yazmadı Ahmet’in anlattıklarından.

Aylar geçti. Her konuşmasında kendisine yapılan haksızlığı anlatmaya çalıştı. Her konuşmasında kızlarını, eşini, annesini, ülkesini, halkını ve sevenlerini nasıl özlediğini, onu bir kez aramayan dostlarına nasıl üzüldüğünü anlattı:

“Ben Türkiye’nin ceza yasalarından hiçbirini ihlal ettiğimi düşünmüyorum. Adam öldürmedim, kimseyi dolandırmadım, hiçbir yeri soymadım, vergi kaçırmadım, namussuzluk yapmadım, uyuşturucu satmadım… Sadece düşündüklerimi söyledim. Şu anda Paris’in orta yerinde olmaktansa İstanbul’daki evimde, bir ayağı kırık mangalımın başında olmayı; isimlerini bilmediğim şarapları içmek yerine, kokusunu ve lezzetini hiç unutmadığım bir kadeh rakı içmek isterdim ya da Boğaz’a inerek köfte-ekmek yemeyi… Ve ardından, cila yerine geçecek bir bardak bira içmeyi... Devamında da eve, her zaman olduğu gibi, sokaklardaki polislerle şakalaşarak gitmeyi isterdim. Farkındaysanız, ‘Ahmet Kaya Özel Linç Programı’ bir ritüel halinde devam ediyor. Beni ülkemden gönderdiğinizi düşünüyor ve sonra da geri dönüp dönmeyeceğimi merak ediyorsunuz. Oysa ben zaten ordayım ve kolay kolay da başka bir yere gitmeye niyetim yok.” dedi.

Gülten ve Melis sürekli ona gidiyorlardı; ama aile dağılmıştı neredeyse. Melis’in okulu, yarım kalan üretim ve yalnız kalan şarkılar, İstanbul’da kurgulanmış bir hayat…

Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Yine bir Paris ziyareti yapıp Ahmet’le küçük bir tatil yaptılar. Gülten, Ahmet’in çok yorgun ve çökmüş olmasından endişe ediyordu; ülkesinden uzak bırakılmak, içindeki yalnızlık duygusu ve haksızlıkla mücadele etmek Ahmet’i iyiden iyiye sarsmıştı.

Hayatında belki de ilk kez bu kadar derin bir umutsuzluğa kapılmıştı, ne olursa olsun dönmek istiyordu artık, vatanını özlüyordu… Ablasını, yeğenini ve Gülten’in büyük ağabeyini (Ahmet’in çok sevgili dostunu) kaybetmişlerdi ve Ahmet ülkesine dönememişti. Yaşlı ve acılı annesi ile ablası bir kez gidebildi yanına.

Tuhaf, adını koyamadıkları bir ‘ayakta olma hali’ sürmekteydi Paris’te. Ne tam göç etmişti oraya ne tam olarak yurdu belliydi Ahmet’in. Paris’in ortasında ülkesini yaşamakta, büyük bir dikkatle gelişmeleri izlemekteydi. Hiç sevmediği yalnızlık, üstelik de hiç tanımadığı yerlerde koynuna almıştı onu. Başlangıçta çok kısa süreli olacağını ümit ettikleri geçici yerleşme durumu, artan belirsizliğe rağmen bir türlü kalıcılığa dönüştürülemiyor, Ahmet Paris’teki sürgün evinde her an İstanbul’daki evine dönecekmiş gibi yaşamaya çalışıyordu.

Okuyor, Kürtçe ve Fransızca dersler alıyor, konserlere gidiyordu. Tüm parçalarını ülkesinde bırakmış, yepyeni projeler için heyecanla kurduğu ses kayıt stüdyosu, Gülten’in de bin parçaya bölünmesiyle neredeyse kaderine terk edilmiş, o stüdyonun bahçesinde her akşam sevdikleriyle bir araya geldiği mangallı sofralar bitmiş, gece yarıları bahçeye çıkıp oynadığı kangal köpekleri yapayalnız kalmıştı.

Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Isis - Mayıs 26, 2009, 10:42:35 ös
Melis, âşık olduğu babasının korunaklı koynundan uzakta, okuluna gidiyor ve dış dünyada olup biteni kendi başına ve gücünün yettiğince göğüslemeye çalışıyorken annesi paramparça durumda DGM’ler, ailenin tüm gidişatı, çocuklar, iş, genel durum ve en önemlisi Ahmet’i sırtlamış olarak, onun moralini yüksek tutmaya çalışıyordu.

Neredeyse her hafta Paris’e gitmesine rağmen bu gidişler Ahmet’e yetmiyor; ama bir başka ülkede yerleşik hayata geçmeyi de planlayamıyorlardı.

Gülten’le Paris sokaklarında uzun yürüyüşlere çıkıyor, akşamları evde haber başında ülkesini takip ediyor ve neler olup bittiğini Gülten’in yorumlarıyla da anlamaya çalışıyordu. Ne olmuştu da altını çizdiği yaşamsal gerçek, patlamaya hazır bir bomba gibi hayatının ortasına düşerek tüm hayatını ve üretimini havaya uçurmuş ve onu böyle vurmuştu?

Kendisine o kadar çok soru soruyordu ki…

Peki, başka türlü nasıl yaşanırdı? Rahatsız olmaz mıydı insan zaten yok sayılan bir gerçeğe kendi gözünü de kapattığında? Peki, o zaman sanatın işlevi olabilir miydi? Kendisini, üretimini, varlık koşulunu başka türlü nasıl anlamlı kılabilirdi bir insan? Bu bir ‘karar’ değildi ki… Bu bir hissedişti, bu içsel bir durumdu ve asla planlayarak ve karar alarak olmazdı zaten. Onu rahatsız eden bir tarih vardı, yalancı bir tarih ve o bunun üzerindeki örtüyü aşağıya indiriyordu sözleriyle. Olması gereken bu değil miydi zaten? Herkesin yapması gereken, özellikle sanata düşen bu değil miydi? Dünya sanat tarihinde bunun onlarca örneği yok muydu? Peki, o halde neden sadece kendi sesini duymuştu ve hâlâ neden sadece kendi sesini duymaktaydı?

Fransa, bir muhalif portre olarak Sartre’ı ne güzel kucaklamıştı ve bu tarihsel tavrı Fransa’yı dünya demokrasi tarihinde nasıl da onurlu bir ayrıcalığa oturtmuştu.

Bitmek bilmeyen sorgulamalardı bunlar ve tüm bunların bir gün kendi ülkesinde de tolore edileceğinin umudu içindeydi hep… Kendisi göremeyecek olsa bile… Öngörüsünden uzağa düşmeden, bunun bedelini de sırtına alarak yaşamaktı onunki.

Küçük keyiflerle avunmaya çalışıyor, evde çiğ köfte yapmayı deniyor, ya kıymayı ya maydanozu beğenmiyor, yanlış yere park ettiği otomobili çekilince sinirleniyor ve dilini bilmediği bu ülkede, bu detayların her biri ona ülkesini özletiyordu.

Akşamları, Türkiye’deki televizyonlardan bir siyasî tartışma programını izlerken İstanbul’daki Gülten’i arıyor, telefonu saatlerce açık tutarak programı onunla birlikte izliyor ve karşılıklı yorumlar yapıyorlardı birliktelermiş gibi. Sabaha karşı yeniden arıyor ve Melis’in uykusundaki soluğunu duymak istiyordu. Her defasında karar alıyordu, gidecekti… Herkesin, Ahmet Kaya’nın tüm gemileri yaktığını sandığı bir aşamada, mecazî anlamda, bir kenarda bağlı tuttuğu umutla yüklü küçük sandala binecek ve karanlık sularda ülkesine doğru yol alacaktı.

Yeni şarkılar yapıyor; ama bilinmez bir içgüdüyle ve kendisi için kurduğu stüdyoda özgürce çalışamamanın tepkisiyle hiçbirini kaydetmiyordu… Sinema yapma kararı giderek öne çıkıyor, kurguladığı hikâyelerle ilgili ön araştırmalar yapıyor, teknik ekibi oluşturuyor, mekânlar bakmaya çıkıyordu. Fransa’da, İspanya’da, İtalya’da ülkesine benzer yerler arıyordu durmadan.

Tüm bunların yanı sıra, biten davasını temyiz etmeye karar vermişlerdi avukatlarıyla.

Birilerinin bilinçli iradeleriyle giderek açılıyordu ülkesiyle arasındaki mesafe ve giderek uzaklaştırılıyordu ‘dönüş’ umudundan. Hiç değilse içinde Kürtçe şarkının yer aldığı son albümünü çıkarmak istiyordu. Sürgün öncesi moralsizliğiyle yaptığı okumalardan hoşnut olmuyor, Gülten’in GAK adlı stüdyolarında yaptırdığı mix denemelerini dikkatle dinliyor ve/fakat içine sindiremiyordu bu ‘uzak’ çalışmayı. Her gidişinde farklı bir mix denemesi götürüyordu Gülten Ahmet’e. Sonunda, Hamburg’ta bir ses kayıt stüdyosu ile konuşup Aralık ayında tüm okumaları ve mixi yeniden yapıp ne pahasına olursa olsun albümü çıkarmaya karar veriyorlardı.

28 Ekim’de, doğum gününde, Paris’te bir kez daha bir araya geliyordu Kaya çifti.

Ahmet sıkıntılı, tipik bir sürgün hastalığı olan ve ağırlıkla stresin ürettiği ülserinden şikâyetçiydi. Çok sık ağrılar yaşıyordu ve onu böyle görmek Gülten’i kahrediyordu. Paris’teki dostlarıyla, bir Ermeni lokantasında kutluyorlardı doğum gününü… Ve karar veriyordu Gülten: Kasım ayında, Melis’in bir haftalık okul tatilinde Ahmet’in yanına gittiklerinde onu kendisi doktora götürecek ve gözüyle görerek muayene ettirecekti. Bu kararını oradaki dostlarına iletiyor ve şimdiden randevu alınmasını istiyordu.

Nihayet, 11 Kasım’da Melis’i, Ahmet’in deyimiyle ‘en gerekli ilacı’ yanına alarak bir haftalığına Paris’e gidiyordu. 17 Kasım için randevu alınmıştı bile. İstanbul basınından gelen tüm röportaj taleplerini reddeden Gülten, Kanal 7 için yapılması düşünülen söyleşiyi, o sıralar ana haber bülteni sunucusu olan Ahmet Hakan’la konuşarak kabul ediyor ve onlara 16 Kasım günü için Paris’te randevu veriyordu.

15 Kasım günü, oradaki sevgili dostları Deniz’in tercümanlık refakatiyle doktora gidiliyor, gerekli ön ilaçlar alınarak 17 Kasım’daki hastane randevusuna hazırlanılıyordu.

Son kez ve son derece keyifli bir akşam yaşadılar…

Gülten ve Melis, 16 Kasım 2000 sabahı Paris’teki evde bir gürültüyle uyandılar. Koridorda boylu boyunca uzanmış duruyordu Ahmet. Çok çabaladılar; ama Ahmet’in yorgun ve kırgın kalbi yeniden çalışmayı reddetti.

Ardında, biri henüz yayımlanmamış 18 albüm, 200 kadar şarkı, tüm Türkiye halkının hafızasında en az bir mısra bırakıp gitti ozan. Kırk üç yaşındaydı kalbi, içindeki hüznü taşıyamayıp durduğu sabah. Ertesi gün onu uğurlamaya Türkiye’den ve Avrupa’nın her yerinden 30.000’in üzerinde seveni geldi Paris’e. Hep bir ağızdan şarkılarını söyleyerek aşkın ve tarihin mezarlığı Peré Lachaise’e teslim ettiler Ahmet’i.

Aynı günün gazeteleri, onun bu yolculuğunu; “Yorgun Demokrat Öldü.” , “Kürtçe Kaseti Çıkaramadı.”, “Kalpten Öldü.”, “Ahmet Kaya Kalbine Yenildi.”, “Sürgünde Öldü.”, “Memleketine Küs Gitti.”, “Yorgun Demokrat, Kalbine Yenildi.” , “Yılmaz Güney’in Yanında Yatacak.”, “An Gelir Biter Muhabbet”, “Yüreğimizdesin.” gibi başlıklarla verdiler.

Ahmet, Türkiye’de Kürtçe şarkıların serbest(!) bırakıldığını; sonsuzluğa gittiği yıl Diyarbakır Demokrasi Platformunun ona “Barış Ödülü” verdiğini; Gülten’in, onun isteği üzerine GültenAhmetMelis (GAM) ismiyle bir yapım ve yayın firması kurarak 2001’de çıkardığı “Hoşçakalın Gözüm” adı verilen 18. albümünü ve onda yer alan Kürtçe şarkıya Gülten’in arşiv görüntülerinden montajlayarak yaptığı ve CD’lerin de içine koyarak neredeyse her eve ulaştırdığı video klibini; 2002’de Türkiye’nin çok tanınmış yirmi sanatçısının ona, onun şarkılarını söyleyerek çok ihtiyacı olan o selamı “Dinle Sevgili Ülkem” albümüyle gönderdiklerini; 2003’te daha önce hiç yayımlanmamış on bir şarkısının “Biraz da Sen Ağla” adıyla GAM Müzik tarafından yayımlandığını; hayranlarının öldüğüne inanmamasına saygıyla, albümün kapağında 2003 yılında İstanbul’da bir tramvay durağında oturup yokluğunda yapılan albüme bakarken resmedildiğini; bu şarkıların bazılarına artık sadece arşiv görüntüleriyle video klipler yapıldığını; yüzlerce şarkısı için peş peşe çıkarılan NOTA KİTAPLIĞI SERİSİ’ni; BAŞIM BELADA ismiyle yazılan ve Kürtçe’ye de çevrilen kitabı; kendisi için yazılan şiirleri, bestelenen şarkıları; adına kurulan Web sitesinde 115 bine yakın seveninin buluştuğunu; tomurcuğunun (Melis’inin) ortaokul ve lise diploması aldığını, bunları kutlamak için yıllar öncesinden aldığı değerli viskinin Gülten ve Melis tarafından hâlâ saklandığını; Çiğdem’in bir üniversiteli olduğunu ve daha birçok şeyi göremedi…

Onu yapayalnız bırakan dostlarının şimdi meydanlarda Kürtçe şarkılar söylediğini; halkın, Ahmet Kaya adını bayrak gibi taşıdığını göremedi. Ve en önemlisi, Ahmet kendisini hain ilan eden gazetelerin köşe yazarlarının birer birer ona yapılan haksızlığı yazmaya başladıklarını, onu yalnız bıraktıkları için duydukları pişmanlığı anlattıklarını, hatta onu ölümsüz ilan ettiklerini, Ahmetsiz bir Türkiye’nin çok renksiz kaldığını söylediklerini, onun şarkılarından vazgeçemediklerini, tıpkı onun son bir yılında ısrarla söylediği gibi “bir şarkıyla bir ülkenin bölünmeyeceğini” anladıklarını göremedi…

Önemli köşe yazarlarının, onun arkasından yazdıkları yazılara, “Penceresiz kalmak”, “Ve… Son…”, “Ölürsem Beni Topraklarıma Gömün”, “Arkadaşım Ahmet ve Kadere İsyan”, “Artık Seninle Duramam…”, “Ben Buyum İşte”, “Ölmek Ne Garip Şey Anne”, “Aynı Daldaydık”, “Yeterince Acı”, “Ahmet Kaya Öldü, Vatan Bölünmekten Kurtuldu”, “Onu Yalnızlık Öldürdü”, “Sazın Teli Koptu” gibi başlıklar attıklarını göremedi...

Dinleyicilerinin, halkının sevgisinin dünyanın her yerinde varlığını inatla sürdürdüğünü, giderek büyüdüklerini-çoğaldıklarını, doğan çocuklara kendisinin ve Gülten’in isminin verildiğini göremedi…

Belki bugün hâlâ yüz binlerce insanın onun şarkılarını dinleyip onu özlediğini, ömrünün sonunda özgürce dolaşamadığı sokaklarda şarkılarının her gün binlerce kez çalındığını, Peré Lachaise’de dünyanın her yerinden birçok değerli muhalifle paylaştığı ebedî mekânına, özlemiyle öldüğü toprakların bağrından çıkmış ve üzerinde onun Türkiye’sinin motifleriyle (Ege’den nazar boncuğu, Orta Anadolu’dan gözyaşı şişesi, Kastamonu yazmalarından sonsuzluk sembolü servi ağacı, Osmanlı İstanbulu’ndan lale, Mezopotamya uygarlığının savaşçı giysilerini süsleyen Güneş tasviri, Hitit Güneşi’nden bir parça, Kütahya çinilerini süsleyen karanfil, mey, zurna, erbane, vazgeçilmez bağlaması, onun evrensel müzik anlayışını simgeleyen piyano, doğduğu coğrafya ve onun genel siluetini temsilen Mardin evleri, yaşadığı ve üretimini gerçekleştirdiği ve terk etmek zorunda bırakıldığı şehri İstanbul’un siluetinden Galata Kulesi ve Galata evleri, sadece Anadolu topraklarında, kayalıklarda ve yüksek yerlerde varolan, karın kalktığı sıralarda baharın habercisi olarak açan ve onun en sevdiği çiçek olan kardelenlerle) süslenmiş bir yapıyla anıtlaştırıldığını görebilseydi, ona o hepimizin yakından tanıdığı gülümsemesini iade etmiş olabilirdik. Ve belki dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir sanatçı, hiçbir insan, bir daha anadilinde bir şarkı söylemek uğruna linç edilmezse ona yaşatılanlara bir daha asla üzülmeyecektir şimdi bulunduğu yerde…

Onu artık yorganının üzerindeki Mezopotamya Güneşi ısıtacak. Şarkıları elbette hiç susmayacak.
Bir daha asla, hiç kimsenin kendi kimliğinden vurulmayacağı bir ülke özlemiyle;

Ahmet Kaya’yı hayatın ve tarihin haklı adaletine teslim etmenin huzuruyla...

“Tarifi imkânsız acılar içindeyim
Gurbette akşam oldu, yine rüzgâr peşindeyim
Yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim
Akşam oldu
Sürgün susuyor…”

ahmetkaya.com
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Isis - Mayıs 26, 2009, 10:47:23 ös
AGLADIKCA

http://www.metacafe.com/watch/yt-C2rjYV6OcjY/ahmet_kaya_agladikca/


BENDEN SELAM SOYLEYIN

http://www.metacafe.com/watch/yt-zCvJvGlpy-Q/ahmet_kaya_benden_selam_s_yleyin_2009_video_klibi/
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Isis - Mayıs 26, 2009, 10:50:44 ös
SEN YANMA DIYE

http://www.metacafe.com/watch/yt-Uv5KZRJE6qg/ahmet_kaya_sen_yanma_diye/


AYRILIGIN HEDIYESI

http://www.metacafe.com/watch/yt--QnoMeMr-h0/ahmet_kaya_ayr_l_n_hediyesi/


HANI BENIM GENCLIGIM

http://www.metacafe.com/watch/yt-kohC5HCVFsc/ahmet_kaya_hani_benim_gencligim/
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Isis - Mayıs 26, 2009, 11:07:28 ös
KORU KENDINI

http://www.metacafe.com/watch/yt-YIb-aBrHx0U/ahmet_kaya_koru_kendini/



Ahmet Kaya'nin muzigini tanidigim cevremdeki akliniza gelebilecek butun ci, cu'cu insanlar dinler. Turancisindan,sosyalistinden en islamcisina kadar.  Ulkemde bugun Kurtce sarkilar okuyanlar alkis toplarken , o baska bir dilde, Kurtce sarki okudugu icin basina catal, tabak, bardak firlatilan bir sanatci olarak tarihe gecmistir. Ve ben de muzigini zevkle dinledigim bir sanatcidir.
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Mozart - Mayıs 26, 2009, 11:14:57 ös
apoyu çok özlediğini haykırıyor.
http://video.google.com/videoplay?docid=5402108882860823285&ei=vlAcSq60B56U2wLuk8SwAw&q=ahmet+kaya+apoyu+%C3%B6zledik

Arap paçavrasını övmesi;
http://www.dailymotion.com/video/x3uhrj_ahmet-kaya-turban-ile-ilgili-konusm_politics
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Isis - Mayıs 26, 2009, 11:23:22 ös
SAFAK TURKUSU (Olumu Ozledim Anne)


http://www.metacafe.com/watch/yt-WSjUHIVJcA0/ahmet_kaya_afak_t_rk_s/
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: dogudan - Mayıs 27, 2009, 12:04:11 öö
Gülten Kaya'nın mektubu
Kaynak : http://www.ahmetkaya.com/yazi/acik-mektup-2


AÇIK MEKTUP - 2 -
Reha Muhtar’a Açık Mektup -2- ve 08 Şubat tarihli Vatan Gazetesindeki “Beni çok yanlış anladınız hanımefendi!..” başlıklı köşe yazısına zorunlu bir yanıt! (*)

Sayın; Reha Muhtar

Benden aldığınızı belirttiğiniz maili, talep ve rica belirttiğim halde köşenize taşımak yerine (kendinizi o yıllarda da iddia, yargı, infaz makamı olarak görüyor ve Ahmet Kaya’nın kendisini ifade etmesinin önüne geçiyordunuz, değişen bir şey yok sizin cephenizde) bana, okurlarınızın bilmediği bir yanıt üzre yanıt yetiştirmeniz, Voltaire’den alıntıladığınız o değerli sözlerin içini boşaltmış olmadı mı? “Hani benim ‘saygı duyulan’ yaklaşımlarım nerede?”

Beni özellikle ‘özel’ değil, ‘kamuya açık’ bir alanda yanıtlarken, aba altından soba göstermeye çalışarak Voltaıre’in (ki iyi ki biliyor ve benimsiyorsunuz) o değerli sözlerine de yeniden ters düşmüş olmadınız mı?

1999 yılında ‘Anchormen’ iken siz; ekranınıza taşıdığınız, haberini yaptığınız, yargılanmamızı sağladığınız ve kendinizce sonuçlandırdığınız, şu sıralar milyonlarca insan tarafından izlenen bir açık alanda (YouTube) yayınlanan ve/fakat ceketinizin altından bana göstermeye çalıştığınız “…vallahi apo’yu özledim..” sopasını Voltaire görseydi “Bırakın isteyen istediğini özlesin” der miydi bilemiyorum ama ben şunu diyorum:

• Biz 1999 yılında yapılan bir ödül gecesinin gecikmiş değerlendirmesini yaparken ve ben sizi eleştirirken, “…ama sen de şunu yapmıştın” tavrını çocuksu, masum bir savunma gibi mi algılamalıyım, yoksa, “ sen onu söylersen ben de seni babama söylerim” biçiminde yedeklenmiş “hıımm, yakarım ha, ona göre” diye bağıran bir ince tehdit gibi mi? Olur a, bitmek bilmeyen ve memlekete kasteden ‘kasetler savaşı’ yeniden başlıyordur…

• Ben 1999 yılında (‘araştırmadan’ haber yapan) iddialı bir habercinin ekranında günlerce duvar kağıdı gibi duran/yayımlanan bir fotomontaj fotoğraftan (üstelik Ahmet Kaya’nın yargılanmasındaki payından) söz ederken, bunun öz-eleştirisini yapmak ve benim insani anlamda koluma girmek yerine, o yıllarda Hürriyet Gazetesinin (‘olmayan’ belgeyi kendilerince ‘uygun’ zamanlamayla ) manşete sürmesi gibi bayat bir yöntemi denemeniz “hiç mi ders çıkarılmaz” dedirtecek kadar vahim!

• Bana vereceğiniz ama kıyamadığınız(!) için veremediğiniz o ‘ağır cevap’ ne ola ki demiyor ve duyuyorum cevabı(nızı); “Ey Gülten Kaya! Elimde Youtube’da milyonlarca insanın izlediği öyle görüntüler var kiii….” Evet var! 1999 yılında bunu başta siz olmak üzere, tüm ulusal TV kanalları ana haber bültenlerinde uzun uzun, tekrar tekrar yayımladı, davası açıldı. Dünya Barış Günü’nde, Almanya’da yapılan yüz bin kişilik bir stadyum konserinde, eşim Ahmet Kaya sahnede bir doğaçlama yapıyor. O sırada Abdullah Öcalan yakalanmış ve ‘ Eğer kendisine bir fırsat verilirse bundan sonra Kürt ve Türk halkının barışı için çalışacağını’ söylemiş. Ahmet Kaya’da sahnede o zamana kadar ve sonrasında hiçbir albümünde ‘beste’ ya da ‘şarkı’ olarak yer almamış bir doğaçlama yaparak, nakaratlarında “…vallahi barışı özledik/vallahi Apo’yu özledik…” demiş. Yani; “artık barışı savunan bir Apo’yu özledik” (ki bunu da kendisi açıkladı zaten sağlığında) demiş. Peki nasıl açıklayalım şimdi bana sopa gösterme gayretinizi? Gördüğünüz gibi reddetmiyorum bunu! Çünkü fotomontaj değil!

• Bir sanatçının, bir insanın barışı savunan tavrını özlemesini onun yokluğunda hangi ‘hassasiyetle’, hangi ceza maddesine sığdıracağız şimdi? Suç duyurunuzu yapmanızı kolaylaştırmaktan başka ne yapabilirim? ‘Hassasiyetinizin’, memleketimizde ‘yükselen ırkçılığa’ tekabül ettiğinin farkındayım elbette. Yeniden giydiğiniz cübbenizi de görüyorum ve/fakat memleketinden yoksun bıraktığınız olası sanık(!) başka bir memleket toprağına ‘emanet’ edildi yazık ki... Ancak itiraf etmeliyim ki büyük payınız olduğunu şok edici bir biçimde algıladığınız Türkiye’nin geldiği yer sizi bile ürküttü. Sanıyorum bu nedenle geçmişe bakıp, masum olduğunuza kendinizi ikna etmek istiyorsunuz. Haliyle ikna olamadığınızda da öz-eleştiri yerine, yeniden, aslında en masumun siz olduğunu duyurmak istiyorsunuz. Çünkü vicdan dimdik karşımızda duruyor!

• Ben sizi ‘yanlış anlamam’ beyefendi! Bilmemi istediğiniz her şeyi biliyorum, rahat olun siz… Samimiyetinize inanmayı çok isteyerek, ‘Kürtçe klip çekilmesinin en doğal hak olduğu’ sözlerinizden yola çıkarak söylüyorum; o video klip yapıldı ve o ‘Kürtçe’ şarkı (sizler yayımlamasanız da) yayımlandı. Milyonlarca Türkiyelinin iradesi ve sevgisi ile biz hâlâ Ahmet Kaya’yı konuşuyoruz bildiğiniz üzre. Hatta Ahmet Kaya’nın üstte yer alan doğaçlaması da ekranınızdan tüm ülkeye defaatle gösterildi. Gördüğünüz gibi memleketimiz tek parça halinde yerinde duruyor ve duracak da! Bir gün görüntülerini de bizatihi izlemenizi istediğim ve/fakat sizlerin sandıklarında kalan ve hiç yayımlanmayan Ahmet Kaya sözleri nasıldı hatırlıyor musunuz?

“Bu ülkeyi bölmek isteyen de, bölen de şerefsizdir”!

Ah keşke bir şarkı gibi güzel olan memleketimizi, Ahmet Kaya’nın şarkılara duyduğu aşk kadar kutsadığı memleketimizi onun kadar sevse herkes…

Ve herkes bir diğerinin fikri için canını verse…
Verse!

Gülten Kaya
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: aaron - Mayıs 27, 2009, 01:08:45 öö
doğudan bence avatarındaki imzayı yazman bile yeterli olurdu;)
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: MASON - Mayıs 27, 2009, 01:23:45 öö
Sayin M.Akyol,

Inanclara hakaret etmenize tolerans gosterildi. Devam etmemenizi rica ediyorum.

Saygilarimla
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Saygın - Mayıs 27, 2009, 02:03:35 öö
apoyu çok özlediğini haykırıyor.
[url]http://video.google.com/videoplay?docid=5402108882860823285&ei=vlAcSq60B56U2wLuk8SwAw&q=ahmet+kaya+apoyu+%C3%B6zledik[/url]

Arap paçavrasını övmesi;
[url]http://www.dailymotion.com/video/x3uhrj_ahmet-kaya-turban-ile-ilgili-konusm_politics[/url]


Özyurdumu özledim diyor merhum.. Neresi bu özyurt?

Benim bildiğim, tüm dünyada bilinen ve asıl olan; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına "TÜRK" denir. Ama merhum diyor ki "kürdüz ölene kadar, kürdüz sonuna kadar" adama sormazlar mı; kardeşim sen özyurdunu özledin de.. Neresi bu özyurdun? Söylediğine göre sen kürtmüşsün ancak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına biz Türk diyoruz ve Türkiye "Türklerin" özyurdudur. Ama sen kalkmışsın ben Türkiye'de yaşıyordum özyurdum Türkiye ama ben kürdüm nidaları atıyorsun. Demek ki sende bir art niyet var yada birileri seni çok güzel kandırmış.

Kürt kökenli bir çok dostum oldu. Hiçbiri Türklüğünden ödün vermedi vermez de. Bu ödünü verenlerin, "verdirenlerin" amacı farklı.

Saygılarımla,


Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Genius Loci - Mayıs 27, 2009, 05:34:10 ös

KEŞKE OLMASAYDI Ahmet Kaya Bölümünün tamamı

http://video.google.com/videoplay?docid=2644327330387363657

vakti olmayanlar için özellikle şu bölüm ;

http://www.dailymotion.com/relevance/search/ahmet+kaya/video/x8yo6j_ahmet-kaya-nin-belgeseli_news

10 dakikam bile yok daha kısa bir özet var mı diyenler için

http://www.dailymotion.com/video/x5usxk_ahmet-kaya-belgesel-aynalar_news
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Nueva - Mayıs 27, 2009, 06:17:09 ös
Hayatta olsa idi , bu başlık altında yazacak pekçok şey vardı daha. Ama artık kendini ifade etme, yanlışlarını telafi etme ,yapıp-etmelerinden üzüntü duyma ve kendini savunabilme olanakları kalmamış bu şahsın görüntüleri  karşısında duygu olarak çok kızgın , tavır olarak nötr kalmayı yeğliyorum.

Saygılarımla 
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: ceycet - Mayıs 27, 2009, 06:22:16 ös
Hikayesini ve eserlerini takdir ederek takip etmiş olmama rağmen,son zamanlarda,ilk zamanlardaki samimiyetini yitirdiğini ve sevenlerinin birkısmına haksızlık ettiğini düşünüyorum.Huzur içinde yatsın.


Saygılarımla...
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Isis - Mayıs 27, 2009, 06:58:56 ös
 Bugun Ahmet Kaya her gecen gun daha iyi anlasiliyor. Totalitarizme baskaldirdigi, kendi fikirlerini butun cesaretiyle ve yuregiyle haykirdigi icin onunde saygiyla egiliyorum. Huzur icinde yatsin. Uzerine yildizlar yagsin.
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Mozart - Mayıs 29, 2009, 10:21:01 öö
Bay Mason lütfen insanları birşeyle itham ederken, bunun hangi sözlerde olduğunu belirtiniz. Lütfen hangi inançlara hakaret ettiğimi ve hakaretlerimi yazarmısınız. İnanın çok merak ettim. Ben bu konuya 2 video ekledim ve 2 cümle yazdım.
Cümleler;
1. cümle; Apoyu özlediğini belirtiyor
2. cümle; Arap paçavrasını övüyor

Hangisi hakaret, bunu belirtin ki ben de bir daha yazmayayım, hangisinin hakaret olduğunu bilemezsem ne yazmayacağımı da bilemem. Eğer videolardan rahatsız olduysanız lütfen onu belirtin bir daha eklemeyeyim.

1. cümlem hakkında; Videoyu izlerseniz dostu özledik falan diyor sürekli, sonrasında da apoyu özledik diyor.
2. cümlem hakkında; İlgili videoyu izlerseniz türbanı övüyor. Yani Arapların başına taktığı paçavrayı övüyor. Paçavranın ne anlma geldiğini bilmiyorsanız TDK'nun sözlüğüne bakabilirsiniz.

saygılarımla

Sayin M.Akyol,

Inanclara hakaret etmenize tolerans gosterildi. Devam etmemenizi rica ediyorum.

Saygilarimla
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Veritas - Mayıs 29, 2009, 12:28:39 ös
Bence öyle bir sanatçıydı ki ki, en uzun saçlı, en rockçı zamanlarımda bile rakının yanında muhakkak bir "kum gibi" istettirirdi. Hala daha da sıkılmış değilim. Hele ki olaylı bir akşamın ardından "hop trinanirinom da cop trinanirinom" hatırasına sahip olduktan sonra terapi gibi gelmişti.

Kürtçe kaset çıkarmak istiyorum dediğinde destek vermiştik, fakat sonradan ortaya çıkan bu videolarla uzun süre dinlemek istememiştim. Benim gözümde makro ya da mikro boyutta milliyetçilik düşüncesi içinde yeşerdiği toplumlara her daim zarar verme potansiyeli bulunan bir düşüncedir hala. Yani ben ezilmiş halkların milliyetçiliği daha farklı tutulmalıdır gibi bir görüşe de sahip değilim. Ancak herkesin herkesi özleme hakkına saygı duyuyorum. Herkesin herkesi özleme hakkını eleştirme hakkına da saygı duyuyorum. Ne de olsa bu tarz yorumlar benim için Ahmet Kaya, İlkay Akkaya, Cem Karaca gibi sanatçılar hakkında görüşlerimi değiştirmiyor. Hatta birazcık bilenler için yeni öğrenilen şeyler de değil. Eğer gerçek veya tüzel kişiliklerin hataları ya da kendileriyle çelişkileri ve bizim onaylamadığımız hareketleri yüzünden bir anda onlarla tüm ilişkimizi koparmak gerekecekse, bu ülkede bence TSK dahil olmak üzere sevilecek birisini bulamayız.

Bir de sayın Akyol, sürekli olarak forumda "Arap saçmalığı", "Arap paçavrası", "Arap x'i" şeklinde konuşurken biraz daha dikkatli olmanızı öneririm. Araplar, Türkiye'de de var olan etnik gruplardandır ve üyelerimizden birisi örneğin Urfa'lı bir Arap olabilir. Ayrıca kafanızdaki "Arap" kavramı ile Dünya'daki Arap kavramı arasında çok fark olduğunu belirtmek isterim. Belki de arabanıza, motorunuza ya da bir otobüse atlayıp şöyle bir Halep-Şam-Beyrut turu yapmalısınız. Özellikle Beyrut'u bir görün. Şu anki Arap dünyası konuştukları Arapça'ya kadar bölgesel çok farklılıklar gösteren ülkelerden oluşuyor.

Bir de kesinlikle eleştiri amacı olmayan ama merak ettiğim konuyla alakasız bir sorum var. Ben sanırım Arap ülkelerinden türban resmi görmedim hiç. Türkiye'deki biraz Türkiye'ye özgü gibi geliyor bana. Gerçekten böyle miydi, tam bilemedim şimdi...
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: baris - Mayıs 29, 2009, 03:44:31 ös
Ahmet Kaya değerli bir sanatçı idi.Hakkında basın çok yazdı,çizdi.Herkes birşeyler söyledi ama ben sadece sanatına yazmak istiyorum.Her şarkıyı,her türküyü,her ağıdı ayrı bir güzel okuyan,kendine has dolgun sesiyle sevdiğim bir sanatçı idi.Duygularını hep şarkıları ile ifade etti.Yıllarca kulaktan kulağa taşınacağına da eminim şarkılarının.Ben dinlerken hep duygulanırım.Dinlerken hiç sıkılmam ki kimi şarkılarını tekrar tekra dinlerim.Kendisini saygı ile anıyorum.Bu arada Yusuf Hayaolğlunu da unutmamak gerek.Çünkü bir çok okuduğu eser  Yusuf Hayaloğluna aittir.Yusuf Hayaloğlunuda sevgi ve saygı ile anıyorum
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Mozart - Mayıs 29, 2009, 04:31:54 ös
Bay veritas

Arap saçmalığı dediğim yazıyı alıntılarmısınız?

Bir de sayın Akyol, sürekli olarak forumda "Arap saçmalığı", "Arap paçavrası", "Arap x'i" şeklinde konuşurken biraz daha dikkatli olmanızı öneririm.

Çok merak ediyorum bunları nereden ve neye dayanara söylüyorsunuz. Sizi bilmem ama Araplar çok akıllı bir millet. Benim kimseyi aşağıladığım falan yok, siz bence benim yazılarımı dikkatli okuyunuz.

Ayrıca kafanızdaki "Arap" kavramı ile Dünya'daki Arap kavramı arasında çok fark olduğunu belirtmek isterim.

Not: Konuya odaklı yazı yazmama rağmen, bazı üyeler ve bazı adminler kişisel ithamlar yaparak, bana cevap hakkı yaratıyorlar. Örnek vermek gerekirse biz Bay Veritas ile şimdi bura da bir münazara yapsak 3-4 mesaj, bir site görevlisi diyecek ki kişisel iletiler silinmiştir. Lütfen baştan silin ki ben de kişisel ithamlara cevap vermek zorunda kalmayayım.
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Veritas - Mayıs 29, 2009, 05:31:50 ös
Özür dilerim sayın Akyol, siz Araplar hakkında kötü bir şey söylemediniz haklısınız. Sizi itham da etmiyorum, bence de bir münazara ortamı daha doğmasın. Ben yanlış anlamışım, Arap saçmalığı gibi bir şey de söylememişsiniz. Eminim bir gün bir Arap kalkıp da Türk kültürü Arap kültüründen ayıklansın, geleneklerimize aykırı dizileri yayınlamayalım, baş açıklığı gibi Türk adetlerinden kurtulalım falan derse; bu sizi hiç gocundurmaz.

Konuya odaklı yazı kavramını biraz derinleştirmek gerekirse, Ahmet Kaya'nın bir demecinde bahsettiği şeyi "Arap paçavrası" olarak nitelediniz. Ben de buna karşılık sözgelimi bir Fransız'ın şalvar için "Türk paçavrası" demesi halinde bu sözünde bir halka yönelik bir aşağılama olmadığını sayenizde öğrendim. Teşekkür ederim.
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Mozart - Mayıs 29, 2009, 06:00:13 ös
Açıkcası bazı dar düşünceli insanlar gibi o ne dedi bu ne dediyle uğraşmam, beni de ilgilendirmez. Bütün dünya Iran'a dünyanın lafını söylüyor, ama adamlar bilim olarak bizden daha ilerde.

Eminim bir gün bir Arap kalkıp da Türk kültürü Arap kültüründen ayıklansın, geleneklerimize aykırı dizileri yayınlamayalım, baş açıklığı gibi Türk adetlerinden kurtulalım falan derse; bu sizi hiç gocundurmaz.

Karşımda ki Fransıza derim ki "Türk kültüründe şalvar yok, Türkler ile Osmanlıyı lütfen karıştırmayınız." Yani bunu bir aşağılama olarak görmem. Ama şalvar bir Osmanlı paçavrasıdır.

Ben de buna karşılık sözgelimi bir Fransız'ın şalvar için "Türk paçavrası" demesi halinde bu sözünde bir halka yönelik bir aşağılama olmadığını sayenizde öğrendim.
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: MASON - Mayıs 29, 2009, 06:25:01 ös
Sayin M.Akyol,

Konu Ahmet Kaya, videolari, apo vs. degildir. Yazilan mesaj kisilerin inancina yaptiginiz hakaretten dolayi iletildi. Yaptiginiz savunmayi gereksiz ve yersiz buluyorum. Ancak saygi ile karsilayarak mesajiniza yanit verecegim.

Kisilerin "Turban" vb. isimler ile adlandirdiklari, inanclari nedeni ile baslarina ortulen kumasa "pacavra" diyerek bunun hakaret olmadigini, o inanca sahip kisilerin bu sozden alinmamalari gerektigini savunuyorsunuz. Ifadelerinizden bu anlamlar cikarbilabiliyor. Kisilerin inancina ve deger yargilarina saygili olmak bu sitenin ana kurallarindan biridir. Eger sizin deger verdiginiz unsurlara karsi hakaret iceren mesalara izin verilmiyor ise sizinde kisilerin inancina hakaretinize izin verilmez. Gosterilen toleransi saygi ve anlayis ile karsilayacaginizi dusunmustum.

TDK`nin "pacavra" kelimesi icin verdigi aciklama asagidadir.

"1 .     Eskimiş bez veya kumaş parçası, çaput:
2 .   mecaz:  Değersiz ve iğrenç şey veya kimse."

Turkcede genel olarak mecaz anlami ile kullanilan bu kelime, kisilerin inancindan dolayi kullandigi turban icin bir hakarettir. Daha once yazdiklarinizdan dolayi bircok defa ihtarlar almistiniz. Sahsiniza toleranslarda gosterildi. Oldukca sert ve saygi icermeyen mesajlariniza anlayis ve saygi ile cevapta verildi.

Bulundugunuz platformun kurallarina ve duzenine uygun mesajlar yazmanizi, kisilerin inanci ve deger yargilarina saygi gostermenizi sizden bir defa daha rica ediyorum.

Saygilarimla
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Mozart - Mayıs 29, 2009, 07:01:34 ös
Bay Mason

Yazdıklarınızla benim görüşlerim arasında Çin Seddi kadar duvar var. Ben insanların inançlarına hiç birşey söylemedim, hakaret de etmedim. Çünkü Siz türbanı inanç olarak görebilirsiniz ancak, türban benim için bir inanç unsuru değildir, şuan siz bana hakaret etmektesiniz. Çünkü türban takanlar benim inandığım dine saygı göstermeyip, türbanın benim inandığım dinde olduğunu söylemektedir. Ama bana saygı göstermeyip yalan söylemektedir ve kendilerini diğer bayanlardan farklılaştırarak ayrımcılık yapmaktadırlar. Yani burada bırakın benim hakaret etmemi, ben bu durumda hakarete uğramaktayım. Çünkü bana ve dinime saygı duymayan, diniminde olmayan unsurları varmış gibi göstermeyen çalışan kişileri övücü yazılar yazılmakta.
Nerde benim Milletimin değerlerine, dinlerine saygı. Ben burada Hitler yanlısı, ırkçı bir sanatçının konsunu açıp propaganda yapıyormuyum. Ben bu kadar zalim olabilir miyim. Böyle bir sanatçı varsa dinlemem söz konusu olamaz.
Ayrıca genel olarak mecaz anlamıyla ne kullandığınızı ben bilemem, burası evrensel bir forum.
Örnek vermem gerekirse ben bir gün dışarıda yürürken, bir anne oğluna "zibidi gibi giyinmişsin" dedi. Ben de çok şaşırdım, yani zibidi kötü bir söz, küfür olarak bilirdim. Türk Dil Kurumu'nun sözlüğüne baktığımda ise şok oldum çünkü zibidinin ilk anlamı; "Gülünç olacak derecede kısa ve dar giyinmiş olan." imiş.
Bir sanatçının şarkısını, onun siyasi görüşüne bakarak yorumlamamak gerekir. Ancak A.K. gibi insanlar sanatını inandığı değerlere göre yapmaktadırlar. Yani onlar için önemli olan sanat değil, inandığı ayrılıkçı değerler için sanat yapmaktır. Bu bana, benim Milletime, değerlerime büyük bir saygısızlıktır.

Not: Bana, Milletime, değerlerime, inandığım dine saygı gösterilmiyorsa; Bundan sonra ben, dinler ve siyaset bölümüne yazı yazmıyorum. Ozaman bazı üyeler sevinir. Biliyorsunuz ki; yeni moda çağdaşlaşma demek=ayrılıkçı olanlara saygı göstermek. Ben de bundan sonra çağdaşım forum rahat etsin.
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: martı - Mayıs 29, 2009, 08:08:28 ös
Sn Akyol; siz türban takanlar için asıl onlar benim inancıma saygı göstermiyorlar demişsiniz;ancak onların inancı odur,sizin inancınız odur.Doğruyu belirleyen bir karar mekanizması olmadığına göre türban takanlara göre siz de onların dinine saygısızlık ediyorsunuz,dini böyle  göstermeye çalışıyorsunuz.Türbanı desteklemememe rağmen,özgürlüklerini savunuyorum.

Bu sırada Ahmet Kaya hakkındaki kendi fikirlerimi söylemek isterim.Ahmet Kaya;gerçekten geniş bir kitleyi etkilemiş,müzikleri geniş bir kitle tarafından beğenilmiş bir sanatçı olmasına rağmen asla sanat yapmadığını düşünüyorum.Sanatı sanat için değil ideolojik mesajlarını verebilmek adına bir araç olarak kullanmıştır.Bu da sanata ihanettir,sanatçı kişiliğinden tamamen uzak bir davranış olduğunu düşünüyorum.Devamında gelen ismini zikretmek istemediğim hala bu amaçla müzik yapan grup ve insanlar var,bunlar da benim için aynıdır.

Saygılar

Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Saygın - Mayıs 29, 2009, 08:38:55 ös
Türbanın bir inanç olmadığı konusunda Sayın Akyol ile hemfikirim. Gösterilen toleransın hududunun olmamasından ötürü bu noktaya gelindiği ise acı bir gerçek olmakla birlikte aşikardır. Demek istediğim odur ki halk; bu durum karşısında gerekli noktaya varıldığında bilinçlendirilmeliydi ve bu hususta hedef halkın kulaklarını tıkyanlar ise etkisiz hale getirilmeliydi. Üzücüdür ki bunlar zamanında yapılmadığı gibi aksine olan hetürlü numara ve üçkağıt yapıldı. Halk bazı şeylere Sayın Mason'un dediği gibi inanmadı "inandırıldı".

Sonuç ortada; %47


"Kendi düşüncemdir" :

Müslümanlık, bazı haysiyetsiz gruplar ve güçlerin kendi istedikleri renkte evirip çevirmeleri sonucu amacının çok dışında bir suni poazisyon almıştır(Gerçi çağımızda bizim için müslümanlığa hala ihtiyaç varmıdır orasıda tartışmalıdır.) Kanımca şuan ki suni pozisyonu ile dinimiz, genele vurulduğunda Cumhuriyetimiz ve bağımsızlığımız karşısında bir büyük bir pürüz olmatan başka bir misyon barındırmamaktadır.

Konunun farklı boyutlara uzamaması açısından bu yazıları benim şahsi düşüncem olarak işitiniz.

Sevgi ve Saygılarımla,

Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: martı - Mayıs 29, 2009, 08:58:31 ös
:) istiyorlarsa tabii ki...:) Türbanı bir din sembolü değil de giyim şekli olarak düşünmeniz belki sizi rahatsız etmekten biraz uzaklaştırır :)
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Saygın - Mayıs 29, 2009, 09:14:43 ös
:) istiyorlarsa tabii ki...:) Türbanı bir din sembolü değil de giyim şekli olarak düşünmeniz belki sizi rahatsız etmekten biraz uzaklaştırır :)

Sayın Martı,

Türban hiçbir zaman bir din sembolü olmamıştır. Siyasi ve stratejik bir sembol olmakla birlite araçtır ve dediğiniz gibi bir giyim şeklidir fakat bu giyim şekli bizim kültürümüzün bir ürünü değildir. İşte meselenin başlangıç noktası burasıdır.
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: martı - Mayıs 29, 2009, 09:22:50 ös
Kendi kültürümüzde yoktur tabi.Kendi kültürümüze ait ne yapıyoruz ki bunda kaldık.Giyimimizden dinlediğimiz müziğe yediğimiz yemeğe hatta dilimize kadar.Başımızda bu iktidar olmadan önce bu konu bu kadar önemli değildi ayrım yoktu ne biz onlardan ne onlar bizden rahatsızdı.Birileri bizleri fişekledi farklılığımızı hissettirdi.Başkaldırılması gereken budur...
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: ceycet - Haziran 01, 2009, 11:07:51 öö
Kıravat ta bizim kültürümüze ait değil.Hatta bunları çoğaltabiliriz.Şapka,ceket,gömlek,ayakkabı,döpiyes,mont vs.Bizim kültürümüze ait olupta,halen giydiğimiz ne kaldı ki :)İnsanları özgür bırakalım.Kendilerine neyi yakıştırıyorlarsa giysinler.21.asırda böyle şeylerle uğraşmak,müdahil olmak çok abes...


Saygılarımla...
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Saygın - Haziran 01, 2009, 02:01:34 ös
Kıravat ta bizim kültürümüze ait değil.Hatta bunları çoğaltabiliriz.Şapka,ceket,gömlek,ayakkabı,döpiyes,mont vs.Bizim kültürümüze ait olupta,halen giydiğimiz ne kaldı ki :)İnsanları özgür bırakalım.Kendilerine neyi yakıştırıyorlarsa giysinler.21.asırda böyle şeylerle uğraşmak,müdahil olmak çok abes...


Saygılarımla...

Sayın Ceycet,

Bu saydıklarınızın hepsinin çağdaş ve evrensel giyim kuşam sınıfına girdiğini yaşınıza rağmen bilmiyor, anlayamıyor yada bu hadise ile bağdaştıramıyor olmanız, bu düşünceye neden sahip olduğunuzu da ortaya koyuyor.

Yolun sonunu düşünmeden ilerlerseniz, an gelir bataklığa saplanırsınız. O andır ki; size uzanan her eli beraberinizde batırırsınız. Tanrı'ya yalvarırsınız  "kurtar" diye.. Çünkü şansınız varsa o bataklıktan sizi ancak Tanrının eli kurtarır.

"Unutmayın Tanrı bize o eli uzattı, O mucizeyi bize bağışladı"

Bize bu yolda düşen görev; yolun sonunu düşünmeden ilerlemeyi bir yana koyun, adım dahi atmamaktır. Bizim diğer ülkeler gibi imkanlar içinde bolluk ve hatalarımıza toleransımız zaten olmadığı gibi "kalmamıştır da" Avrupa aydınlanalı 300 yıl oldu, biz ise 90 yıl önce ilkkez ışığı gördük. Eğer o ışık kapanırsa; ne yürüyeceğimiz yol nede uğrunda öleceğimiz vatan, geriye bizim için sadece bir hiç kalır.

Saygılarımla,

Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: ceycet - Haziran 01, 2009, 03:02:33 ös
Kıravat ta bizim kültürümüze ait değil.Hatta bunları çoğaltabiliriz.Şapka,ceket,gömlek,ayakkabı,döpiyes,mont vs.Bizim kültürümüze ait olupta,halen giydiğimiz ne kaldı ki :)İnsanları özgür bırakalım.Kendilerine neyi yakıştırıyorlarsa giysinler.21.asırda böyle şeylerle uğraşmak,müdahil olmak çok abes...


Saygılarımla...

Sayın Ceycet,

Bu saydıklarınızın hepsinin çağdaş ve evrensel giyim kuşam sınıfına girdiğini yaşınıza rağmen bilmiyor, anlayamıyor yada bu hadise ile bağdaştıramıyor olmanız, bu düşünceye neden sahip olduğunuzu da ortaya koyuyor.

Yolun sonunu düşünmeden ilerlerseniz, an gelir bataklığa saplanırsınız. O andır ki; size uzanan her eli beraberinizde batırırsınız. Tanrı'ya yalvarırsınız  "kurtar" diye.. Çünkü şansınız varsa o bataklıktan sizi ancak Tanrının eli kurtarır.

"Unutmayın Tanrı bize o eli uzattı, O mucizeyi bize bağışladı"

Bize bu yolda düşen görev; yolun sonunu düşünmeden ilerlemeyi bir yana koyun, adım dahi atmamaktır. Bizim diğer ülkeler gibi imkanlar içinde bolluk ve hatalarımıza toleransımız zaten olmadığı gibi "kalmamıştır da" Avrupa aydınlanalı 300 yıl oldu, biz ise 90 yıl önce ilkkez ışığı gördük. Eğer o ışık kapanırsa; ne yürüyeceğimiz yol nede uğrunda öleceğimiz vatan, geriye bizim için sadece bir hiç kalır.

Saygılarımla,




Sayın Saygın;

Öncelikle iltifatlarınız için teşekkür ederim.İlerlemek ve çağdaşlık için "olmazsa-olmaz"gördüğünüz kılık kıyafet konularında sizinle hemfikir olmamamla birlikte,insanların çağın gereklerine uygun giyinmelerini,toplumumuzu teşkil eden kimselerin tercihlerinin bu yönde olmasını arzularım.


Ancak,insanların tercihleri konusunda dayatmaya mazur kalmalarının;vatan,millet,çağdaşlık,ilerleme gibi kavramlarla meşrulaştırılmaya çalışılmasını anlamakta zorlanıyorum.Bir kadın başını örtmeyi,dini vechibesi olarak görüyorsa ve bunu uygulayabilme özgürlüğünü talep ediyorsa hangi toplumda olursa olsun desteklenmeyi hak ediyordur.


Bendeniz sizin tahmin edemeyeceğiniz kadar "dinci taife"ye karşı bir insanım.Daha önceki mesajlarımdada bunu defalarca tekrarladım.Fakat dincilerle mücadele edeceğim diye de,samimi olabilmesi muhtemel dindarların özgürlüklerinin kısıtlanmasına sonuna kadar karşıyım.


Saygılarımla...
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prenses Isabella - Haziran 01, 2009, 08:12:17 ös
Bugun Ahmet Kaya her gecen gun daha iyi anlasiliyor. Totalitarizme baskaldirdigi, kendi fikirlerini butun cesaretiyle ve yuregiyle haykirdigi icin onunde saygiyla egiliyorum. Huzur icinde yatsin. Uzerine yildizlar yagsin.

Sayın Isis; aynı şekilde ben de ..

Protest müzik anlayışıyla tanıdım ve neredeyse çocukluğumdan beri O'nun  Şarkılarıyla büyüdüğümü bilirim:) Hala tutkunuyumdur ve en önemlisi de şarkı sözlerinde ihtiva ettiği önemli unsurları alabildim. Bu bana büyük keyif verdi. Önyargıların kırılamaması ve sürekli olarak anlaşılamama olayı söz konusu olduğundan Ahmet KAYA benim gözümde yücelttiğim Değerli bir Sanatçı'dır. Her zaman için savunmuş ve onun güzelliklerini keşfedebilmiş ve böylelikle cevap vermiş biri olarak hala O'nu çok özlüyorum. İnanın ölümüyle gerçekten yıkıldım. Bu belki komik gelebilir ama bu kadar tutkunu olduğum bir Sanatçı'yla tanışma gibi bir hayalim vardı. Maalesef bunu gerçekleştiremedim. Onun gibi birinin bu dünyadan çekip gitmesi beni gerçekten önemli derecede bunalıma sürüklemişti. Söylediğim gibi:) bir insan bu kadar bir Sanatçı'ya tutkun olamaz ama ben oldum.

Böyle bir paylaşımı sergilemeniz inanın kendi adıma söylüyorum beni çok duygulandırdı. Hep bir olumsuz bakış açısıyla karşılanarak haketmediği tavırlara maruz kalması ama yine de buna karşı dimdik durarak yüreğini bizlere gösterdi.

O'nu Saygı ve Sevgi'mle Anıyorum.

'' kafamı duvara vurmadan
tanıyabilmek seni
beyninin içindekileri anlayabilmek
ve yitirmeden, yüzündeki anlık tebessümü
bütün saatleri öylece durdurabilmek için
çıldırasıya paraladım kendimi
lanet olsun!
artık sigarayı üç pakete çıkardım günde
olsun be! ne olacaksa olsun!
bu da benim sana
ayrılırken şikayetim olsun ''

:) Genelde sosyal içerikli ve hayatın gerçeklerini yansıtan bunu modern sanat anlayışıyla dile getiren güçlü sesiyle müziğin farklı yönünü bizlere yani O'nu anlayanlara/anlayabilenlere göstermiştir.  

Sevgilerimle,
 
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prenses Isabella - Haziran 01, 2009, 08:49:14 ös
o baska bir dilde, Kurtce sarki okudugu icin basina catal, tabak, bardak firlatilan bir sanatci olarak tarihe gecmistir.

Konuyu tartışma amaçlı olarak saptırma fikrinde değilim Sevgili Isis; ancak ben şuna inanıyorum ki bu gibi saldırgan faaliyetlerde bulunanların haliyle kaybetmiş oldukları fikrindeyim, neden derseniz? Çünkü toleranslı ve hoşgörülü davranmak, farklılıkları olduğu gibi kabullenmek sanıldığı kadar kolay olmamakla birlikte zor bir sürecin getirisi olarak düşündüğümden bu hasletleri gösteremeyenlerin aslında içlerinde kalan birtakım üzüntü verici yanlışların, hataların hatta şartlanmış zihniyetin bir verisi olan en büyük korkunun ilkelliğinde saplanıp kalmış ve bundan bir türlü kendilerini kurtaramamış olanların çığlıklarıdır.

Burada müsaadenizle birşeyi daha vurgulamak istiyorum. Bir insanın en başta gelen özelliği toplumda ağır ve olgun davranışlarıyla gösterip tabi bunu yapmacık olarak değil ki böyle birşeye pek ihtimal vermiyorum, konumuna göre hangi statüde yer alıyorsa o konumun vermiş olduğu model şekliyle de kendini yansıtması gereklidir. İnanın bana bahsettiğiniz bu çok önemli çatal bıçak olayını gerçekleştirenler sanatçı olarak piyasada yeralmış ve saldırgan tutumlarıyla nasıl bir kişiliğe sahip olduklarını bütün kamuoyu önünde sergilemişlerdir.

Bakınız hayat bize sürekli birşeyler öğretiyor ve herşeyle de sınanıyoruz. Benim düşüncem X ise senin düşünce neden Y olmasın? Unutulmaması gereken bir nokta vardır ki beyazın olduğu yerde siyah, gecenin bitiminde de gündüz vardır..

Kısaca şunu arzetmek istiyorum ki, hakaret ya da saldırı mahiyetinde gerçekleşen bütün fiiliyatlar öncelikle bu gibi yakışmaz-negatif duygularla hareket edenleri düşürür, yerle bir eder ancak buna maruz kalanları ise otomotikman yüceltir. Doğanın bir yasasıdır bu.. Gönül isterdi ki bu tepkisellik Sanatçı anlayışı çerçevesinde gerçekleşseydi ama söylediğimn gibi bunların aksi her zaman bize birer ispat niteliğindedir.

Sayın Isis; son olarak cümlelerimi Size hitaben yazdım ve Sizi direkt olarak kendime muhatap aldım. Anlaşılmasını rica ediyorum. ( polemiklere girmeme yönümle ),

Saygılarımla,
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Isis - Kasım 16, 2009, 02:48:04 ös
Bugun Ahmet Kaya'nin olumunun 9. yili. Onun kavgasi ise hala suruyor.

O mahur beste calar, Mujgan'la ben aglasiriz......


http://www.youtube.com/watch?v=qrEBHfcDwCw&feature=related

Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: dogudan - Kasım 16, 2009, 03:00:10 ös
Sayın isis,

Kalp kalbe karşı derler ya...
Tamda Ahmet Kaya ile ilgili google da arama yapıyordum. İşin tuhaf tarafı öğrencilik yıllarımız da hem dinler hem de çok (hemde çok)  fazla eleştirirdik merhumu. Şimdi ise ....

Saygılarımla,
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Genius Loci - Kasım 16, 2009, 03:09:12 ös
(http://img131.imageshack.us/img131/2834/balkzu8.png)
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: oasis - Kasım 16, 2009, 03:39:15 ös
Sonsuzluk boyutunda, yolculuğuna kaldığı yerden devam ettiğine inandığım; bir döneme eserleriyle katkı sağlayan ışık dostuna sevgilerle yolun ışık ve sevgi olsun.......


IŞIK ve SEVGİ İLE KALIN.......
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: cardiffmonster - Kasım 16, 2009, 04:07:04 ös
Aslında rahmetlinin bu kadar dinlenmesinin sebebi sanatını mükemmel icrasının yanında, aslında senelerdir bitmeyen kavgası toplumun her kesiminin ortak kavgasıydı.... dili, dini, ırkı ne olursa olsun.....

Saygılar

http://www.youtube.com/watch?v=LGM0oxzqTi4




Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: cardiffmonster - Kasım 16, 2009, 04:10:09 ös
Bu parçayı da paylaşmadan duramıycam,,,,

http://www.youtube.com/watch?v=V8OpY8k6W78
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prenses Isabella - Kasım 16, 2009, 05:52:20 ös
Saygı ve Sevgi'mle anıyorum.
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: erdal - Kasım 17, 2009, 06:32:35 ös
A. K nın ses renğini   beğeniyorum.  o kadar.
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: concordia - Aralık 31, 2009, 10:24:22 öö
gecenlerde Serdar Ortac, Ahmet Kaya'nin " bir dahaki albumumde Kurtce sarki okumak istiyorum" dedigi gecede kafasina catal bicak firlatip, onu sahneden indirip, mikrofonu elinden kapmak suretiyle  Onuncu Yil Marsini soylemeye baslamasinin uzerinden 11 sene gecmesinin ardindan Ahmet Kaya'dan ozur diledi...
Ahmet Kaya'nin da kendine ozgu milliyetci bir damarinin var oldugunu bilmek ve milliyetciligin her nasil olursa olsun insanlara zarar verdigini dusunsem de Kurtce sarki soylemek hususunda basina gelenleri asla haketmedigini dusunmekteyim.
bir sanatci olarak da cok basarili islere imza attigini dusunuyorum..
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prenses Isabella - Ocak 02, 2010, 11:27:53 öö
gecenlerde Serdar Ortac, Ahmet Kaya'nin " bir dahaki albumumde Kurtce sarki okumak istiyorum" dedigi gecede kafasina catal bicak firlatip, onu sahneden indirip, mikrofonu elinden kapmak suretiyle  Onuncu Yil Marsini soylemeye baslamasinin uzerinden 11 sene gecmesinin ardindan Ahmet Kaya'dan ozur diledi...
Ahmet Kaya'nin da kendine ozgu milliyetci bir damarinin var oldugunu bilmek ve milliyetciligin her nasil olursa olsun insanlara zarar verdigini dusunsem de Kurtce sarki soylemek hususunda basina gelenleri asla haketmedigini dusunmekteyim.
bir sanatci olarak da cok basarili islere imza attigini dusunuyorum..

:)

Sanatçı Serdar ORTAÇ' ın Sanatçı Ahmet KAYA' ya yönelik geçmişte yapmış olduğu bu davranışı bir saygısızlık olarak nitelendiriyor ve doğru bulmadığımı belirterek böyle bir davranış biçimini tasvip etmiyorum. Ancak herşeye rağmen Serdar ORTAÇ' ı Sanatçı kimliği adı altında kendisine hayran kaldığım ve müzikleri itibariyle de severek dinlediğim favori Sanatçılarımdan biridir. Beni yakından tanıyanlar dışında Serdar ORTAÇ' ı dinlediğimi gören bazı Arkadaşlarım, beni aynı zamanda çok sert bir dille de eleştirmişlerdir. Ancak olayın mahiyeti ve içeriği pek bilinemediğinden ne yazıkki bu tür düşüncelerimden ötürü yeri geldiğinde Devrimci Arkadaşlarım tarafından ne yazıkki saf dışı da tutulduğum olmuştur.  

Saygılar,
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Mozart - Ocak 02, 2010, 01:14:15 ös
S.O.'ı iyi tanımak lazım, dönekliğine bakmak lazım, gerek gerek bi bakmak lazım, anlayıp kavramak lazım.

http://tr.fgulen.com/content/view/16519/11/
http://tr.fgulen.com/content/view/17183/11/
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prometheus - Ekim 30, 2010, 07:46:14 ös
Ahmet Kaya para kazanmaya başladıktan sonra hayata bakış açısıda değişti sanırım.
Önceleri ezilenlerin yanındaydı, işçinin, köylünün, gençlerin. Ancak sonra Kürt milliyetçisi olup çıkıverdi. Oysa onun için bile İdol olan Deniz Gezmiş, Mahir Çayanda kürt olmalarına rağmen, hiç biz kürtçülüğü savunuyoruz demediler. İdama giderken bile çaya şekere yapılan zam yüzünden açlık grevine başladılar.
Ahmet Kaya daha geniş bir kitlenin sıkıntılarını anlatırken, birden bire aslında ayrısı gayrısı olmayan, etle tırnak gibi kaynaşmış iki toplumu unutup birini tercih etti.
Hala bu ülkeyi bölmeye çalışan ve ona prim tanıyan zihniyet yüzünden de adı anılıyor.

Oysa kürtçe diye bir dil yoktu, kürtçe şiveydi. Bu kelimeyi ilk kullanan 1960 lı yıllarda güneydoğuyu ziyaret etmiş bir amerikalıdır.
Kaldı ki Türkiye ari ırk çoğunluğu üzerine kurulmamıştı. İçinde çerkezi, zazası, lazı, boşnağı, gürcüsü, türkmeni, azerisi, ermenisi, yahudisi, yörüğü, çingenesi, romanı(şuraya bakın saymakla bitmiyor), arnavutu, pomağı, vs.vs. bulunduruyordu.

Ahmet Kaya kürtleri seçerken, diğerlerini kaybetti. Onları yok saydı. Binyılların bunca kültürünü barındıran böylesi zengin topraklara, (dünün yeni yetmesi)amerikanvari savaşlar açtı. Bir ülkeyi birarada tutan en önemli şeyin Dilbirliği olduğunu unuttu.

Dilinizi paylaşmıyorsanız, sevginizide anlatamazsınız.

Elbette müzikleri güzeldi, elbette bir döneme hitap etti. Ama onu ölümsüz kılacak şeyler yerine, adını o döneme hapsetti.

Saygılarımla...
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prenses Isabella - Ekim 30, 2010, 08:23:16 ös
Görüsüne ve anlayısına saygı duymayı yeğliyorum Sayın Prometheus; faka bunu yaparken karşımdakinin de genellikle bana da hak verip düsüncelerim konusunda aynı saygıyı göstermesini beklerim. Biliniyor ki, Türkiye basta olmak üzere dünya genelinde çok hassas bi dönemden, sürecten geciliriyoruz. Bu nedenle de bazı kesimler bunun farkında olarak bilincli bi tavırla olaylara daha uygun bi yaklasimla yaklasip olayları büyük bi serinkanlılıkla takip edip, gerek kamuoyu önünde gerekse de deyim yerindeyse perde arkasında genel toplum cıkarlarını esit bi sekilde cözümleme yoluna gitmektediler.

Sanıyorum ki Sanatcı Ahmet KAYA olayında biraz eksik ya da konuyu tam detayıyla bilmeyip, affedersiniz bu çok normal bi olaydır, sadece görünen kısmiyla alakalı ve abartılı bulunanları tepki cekmek bahanesiyle uydurulmus bircok demogojilere ve spekülasyonlara prim veren bazı basın ve yayin örgütlerinin tahrik edici yaklasimlarıyla birlikte aynı doğrultuda hareket eden Sanatcı vasfını tam olarak tasiyamayan kimselerce bu olay maalesef çok üzücü sonuclara yelken acmistir.

Bi sanatcı olarak neden Ahmet KAYA 'nın yapmıs olduğu bu secime saygi göstermekte zorlanıyoruz Sayın Prometheus? Kürt kökenli olması nedeniyle Sanatcı' nın Kürtce bi albüm çıkarmak istemesi üzerine bu tür olayların gerginlestiği haliyle de olayların giderek kişiye yönelik önemli derecede ağır bi suclama sekline bile dönmüs olmasına ragmen..

Yineliyorum sizler bilmeyebilirsiniz cünkü icinde bulunduğumuz ülkenin bazı istisnai yayın kurulusları haric genelde olayların ic yüzünü deil tam tersini yansıtarak halkı yanlıs ve korkunc bi sekilde tahrik edip, ülkenin genel güvenligini sarsacak boyuta getirilmistir. Türkiye' de cok cabuk tahrik olup, sonucların nereye gidecegini düsünmeden kendini bi anda tehlikeye atabilecek o kadar cok insan var ki.. yazik onlara gercekten aciyorum a bu sözümü lütfen kimse üzerine alınmasin.. sadece olaya ılımlı yaklasmak yerine gözü dönmüs cani canavar seklini alanlar icin.. olayın ic yüzü bilinmediği sürece Sayın Prometheus; ne siz beni anlarsınız ne de ben sizi.. ama ben sizi anlamakta isar ediyorum fakat siz olayı anlamakta neden ısrar etmiyorsunuz?

Saygılarımla,   
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prometheus - Ekim 30, 2010, 08:34:59 ös
Sanatçıların bazı sorumlukları vardır. Belkide şöhretin getirdiği bir bedel. İstedikleri gibi konuşamaz, diledikleri gibi hareket edemezler. Söyleyecekleri şeylerin nereye gideceğini bilmeleri gerekir. Kaldı ki Ahmet Kaya kürtçe konusunda uzman değildir. Hatta kürtçe bile bilmez. Evet doğudaki topraklarda çok büyük acılar yaşanmıştır. Evet haksızlıklar belki hala devam ediyordur.
Ahmet Kaya'ya kızgınlık değil kırgınlık tarzında bir yazıdır o. (kendini mahfetti diyordur)Ve bir bakış açısıdır. Onun seçimi onundur. Ama ben bildiklerimi, gördüklerimi, hissettiklerimide yazmayı isterim.  Ahmet Kayanın neden ilk başlarda aynı söylem içinde olmadığınıda sorgulamak isterim. Değişen zamanmıydı sebep? Yoksa dönüşen Ahmet Kayamıydı?
Kapalı kapılar ardındaki gerçeklerden dolayı Ahmet Kaya öyle davrandıysa bu da dürüstçe değildir.


Saygılarımla..
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prenses Isabella - Ekim 30, 2010, 08:44:22 ös

Sanatçıların bazı sorumlukları vardır. Belkide şöhretin getirdiği bir bedel. İstedikleri gibi konuşamaz, diledikleri gibi hareket edemezler. Söyleyecekleri şeylerin nereye gideceğini bilmeleri gerekir. Kaldı ki Ahmet Kaya kürtçe konusunda uzman değildir. Hatta kürtçe bile bilmez. Evet doğudaki topraklarda çok büyük acılar yaşanmıştır. Evet haksızlıklar belki hala devam ediyordur.
Ahmet Kaya'ya kızgınlık değil kırgınlık tarzında bir yazıdır o. (kendini mahfetti diyordur)Ve bir bakış açısıdır. Onun seçimi onundur. Ama ben bildiklerimi, gördüklerimi, hissettiklerimide yazmayı isterim.  Ahmet Kayanın neden ilk başlarda aynı söylem içinde olmadığınıda sorgulamak isterim. Değişen zamanmıydı sebep? Yoksa dönüşen Ahmet Kayamıydı?
Kapalı kapılar ardındaki gerçeklerden dolayı Ahmet Kaya öyle davrandıysa bu da dürüstçe değildir.

Seni cok iyi anlıyorum hatta olaya ılımlı yaklastiğin için de seni takdir ediyorum.. elbette görüslerinde haklisin.. belki de böle olmaliydi, sürecin hizli akmasi için.. her neyse simdi kapalı kapilar ardindaki dönen bazi seyleri belki burada aciklamam mümkün olmayabilir ama -gidisatin daha da kötüye gitmemesi adina- bunlarin mutlak surette birgün acıga cikacağı kesindir. Cekindiğim önemli derece bi durum söz konusu oldugundan forum üzerinde özellikle bu tür konularda kendimce aciklamaya calistiğim bazi mevzularda ne yazikki detayina inemedim.

Asiri tepki alınması belki de dikkatleri bi yöne cekmek içindi. Bakin olayı farklı yorumlamaya calismiyorum ama süreci dikkatle izleyen ve her ne kadar tam da vakif olamasam da kendi şahsimda değerlendirmeye calismaya calisiyorum bu kadar basit.. Belki bu hususta sessiz kalmam kendim icin cok yararlı bi durum teskil edebilirdi ancak yinelediğim gibi ne yazikki ortada bircok oyunlar dönüyor, siyasi olarak - bu yüzden de ne kadar zor durumda kalabilecegimi tahmin etsem de gene de aciklamakta tereddüt bile etmedim. Korkum odur ki olayların seyri baska bi hal alacak ve gercekten hepimizi önemli derece şaşkınlıga uğratacak bi durumla karşı karsiya kalmamiz olacaktir.

Saygılarımla,
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prometheus - Ekim 30, 2010, 08:51:21 ös

Merak etmeyin sayın Prenses İsabella,

Zaten kesin doğrunun olmadığı bir evrende, yarın göreceğimiz doğru şeylerle bizde kişinin itibarını seve seve geri verir, haksızlığımızı söyleriz.
Ama sizin dediğiniz gibi, söylenmeyecek, söylenemeyecek şeyler varsa, bugüne kadar ortaya çıkmamışsa, bizimde mecburen tepkilerimiz bildiklerimiz doğrultusunda oluyor.

Farketmez Ahmet Kaya eski dostlarının yanına dönmüş olur. Kimbilir, belkide eskisinden daha saygın olarak.

Saygılarımla..
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prenses Isabella - Ekim 31, 2010, 11:39:16 öö

Merak etmeyin sayın Prenses İsabella,

Zaten kesin doğrunun olmadığı bir evrende, yarın göreceğimiz doğru şeylerle bizde kişinin itibarını seve seve geri verir, haksızlığımızı söyleriz.
Ama sizin dediğiniz gibi, söylenmeyecek, söylenemeyecek şeyler varsa, bugüne kadar ortaya çıkmamışsa, bizimde mecburen tepkilerimiz bildiklerimiz doğrultusunda oluyor.

Farketmez Ahmet Kaya eski dostlarının yanına dönmüş olur. Kimbilir, belkide eskisinden daha saygın olarak.

Saygılarımla..

:) yaa evet ne demezsin.. keşke herşey sanıldığı gibi kolay olsaydı ama gerçek şu ki dünyanın yeni ve daha adil bir haritası gerçekleştirilirse herkes için en güzeli olur, diye düşünüyorum. Yani demek istediğim şudur ki, Ülkede neden bi Amerikan ve Israil bayrakları dalgalanmasın :D mesela Doğu, Ermenistan' a verilir, G.Doğu da Kürdistan adı altında.. aman lütfen hemen endişeye kapılmayın.. bunu ben istemiyorum.. bölücülük de yapmıyorum.. sadece belki de olabilecekleri, ihtimalleri düşünerek bu şekilde düşünmemi sağlıyor.. Hem bu benim zaten fikrim olamaz da.. Benim için farketmez. Ha öyle ha böyle zaten netice itibariyle bi yurttaş olduğum için Ülkemde hangi bayrak dalganırsa dalgalansın ben de Devletçi bi anlayısla sadece vatandaslik görevimi yerine getiririm.

:) Ülkenin gündemini gereksizce sürekli meşgul eden birkac siyasi kuklanın hangi iradesiyle bu ülke yönetilir ben de onu merak ediyorum. Birbiriyle satasmalar, dalga gecmeler, alay etmeler falan.. vs.. bi ciddiyetlik hakim diil.. ee malum ayaklar bas olunca içine düstügümüz durum da korkuncvari bir hal alır. Umarım hersey ters yüz olmaz da bizler mutlu ve huzur dolu yarinları beklerken büyük bi hayal kırıklığına uğramayalım..
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: martı - Ekim 31, 2010, 02:00:15 ös
Korkunç cümleler
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prenses Isabella - Ekim 31, 2010, 02:08:22 ös
Korkunç cümleler

gercekten mi :) ah canim korkacagini bilseydim yazmazdim inan.. 
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: martı - Ekim 31, 2010, 02:40:21 ös
Evet keşke yazmasaydınız.Hatta ikinci mesajla da densizliğinizi tasdiklemeseydiniz.

Herneyse konunun Ahmet Kaya'dan başka bir tartışmaya yönelmemesi için devam etmeyeceğim.

Bu arada Ahmet Kaya konusunda Prometheus'un fikirlerine büyük içtenlikle katılıyorum.
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prenses Isabella - Ekim 31, 2010, 02:42:06 ös

Evet keşke yazmasaydınız.Hatta ikinci mesajla da densizliğinizi tasdiklemeseydiniz.


ahhh yazik bana hakaret etti.. çok üzüldüm.. neden hep insanlar üstesinden gelemedikleri zaman hemen saldıraya gecme pozisyonuna basvururlar, cok merak ediyorum :)  gerceklesecek diye mi bu korku ve endisen ? eteklerin mi tutustu ? ben söledim diye illa olacak seyler mi? dikkat ettiysen sayin marti yazımda özellikle belirttim dimi bunlar benim isteklerim diye değil diye.. sadece olabilir diye ihtimalleri degerlendirdim.. herkes senin gibi düsünecek diye bi kaide var miydi yoksa ben mi hatırlayamiyorum?
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: martı - Ekim 31, 2010, 03:00:48 ös
Kimsenin korktuğu falan yok,sizin beyinlerinize kim işliyor bunları...Bu ülkenin sahiplerinin,misafirlerden korktuğu gerçeğini kim sokuyor aklınıza bilemedim.Siz söylediniz diye olmayacak tabi hatta siz söylediyseniz kesin olmayacak.Herkes benim gibi düşünmeyecek de...Sadece bilinmesi gereken bazı şeyler var,bu ülkenin belli konularda tabuları var ve bunlar kırılmaması gereken ve asla kırılmayacak olan tabulardır.Bu ülkede bazı konuların rahatça konuşulabilmesi için erken olduğunu düşünüyorum,hele herkes sizin gibi içi boş,alelade ve mesnetsiz bir şekilde bu konuları konuşursa biri dur demeli diye düşünüyorum.

''Ayrıca bu sitede siyasi saçmalıkların çok fazla yer işgal etmeye başladığını da düşünüyorum.''
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: Prenses Isabella - Ekim 31, 2010, 03:04:26 ös
Siz söylediniz diye olmayacak tabi hatta siz söylediyseniz kesin olmayacak.

bence buna pek güvenme istersen :) çünkü bunlar benim düşüncelerim degil ama olursa da neden olmasin derim:) valla bana uyar .. :D bu arada bazi kesimlerin de dayanaginin kutsal kitaplara göre olması ilerde bunu kuvvetlendirici bi gelisme olursa yeryüzünde hicbir engel bile tanimacak duruma gelindiginde sayin marti belki de bunu sölediginiz an kafanız bile uçabilecektir.. belki animsarsiniz uhud ve bedir savaslarinda hangi mantikla savasiliyorduysa belki de o mantik yeniden harekete gecebilir..

neyse canim sadece bi şaka yaptik sayin marti da bunu hemen yuttu merak etme kardesim bu ülkeye hiçbirşey olmicak sonsuza dek ebediyyen.. anlastik mi :)
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: martı - Ekim 31, 2010, 03:10:36 ös
Gerçek nedir biliyor musunuz Prenses?...Felsefi saçmalıklara girmeyeceğim.Gerçek;ne kadar çok kişi tarafından bilinirse o derece doğru olanın varolmasını sağlayacak bilgidir.Gerçek daha fazla bilindikçe gerçeği kapatmaya çalışan güç de o derece zayıflayacaktır.Gerçek her geçen gün daha fazla ifşa oluyor,bu yüzden işte söyledikleriniz asla gerçekleşemeyecek.
Başlık: Ynt: Ahmet Kaya
Gönderen: cardiffmonster - Kasım 03, 2010, 03:55:35 öö
Uçurtmam Tellere Takıldı-

http://www.youtube.com/watch?v=fINpOdXNbLo

Tartışmaları bir kenara bırakırsak, hayatını anlatan yeni bir belgesel hazırlanmış... Sonuç itibari ile sevedebilirsiniz sevmeyedebilirsiniz... Klişe tabirle, zevkler ve renkler tartışılmaz... Tartışılsa da tartışılmaz:) En azından herkes kendi tarafından kendi perspektifinden analiz eder ve yorumlar...