Bu konu bu forumda Çok tartışıldı lakin bu başlık bana özel olsun istedim.
Sebebi tarihten yapacağım alıntılar ile Atatürk arasında bir bağ kurup kendi analizimi yapacak olmam.
Bu analiz tamamen bana aittir kendi düşüncelerimdir.
İncelediğim bu konular sırası ile Atatürkün Türk tarih tezi çalışmaları,Türk dili ve tarihi çalışmaları gibi konularda son dönem okuduğum ve tartışmalarını izlediğim programlardan edindiğim izlenimlerimdir.
Osmanlı Devleti, Sultan Abdülmecit döneminde ( 1839- 1861), İngiltere, Fransa ve Sardinya- Piyemote’nin yanında Rus Çarlığı’na karşı Kırım Savaşı’na girmişti.
Kırım Savaşı sebepleri, oluşumu ve sonuçları bakımından ayrı bir inceleme konusudur.
Kırım Savaşı askerlik tarihinde her iki tarafın yaklaşık 250’şer bin kişi gibi beklenmedik derecede yüksek kayıplara uğradığı bir felâket sayılır.
Askerlik uzmanları Kırım Savaşı’nı 20 nci yüzyıldaki savaşların habercisi olarak da değerlendirirler.
Ancak sonuçta Avrupa’yı Rus yayılmasından kurtarmak amacıyla girişilen Kırım Savaşı yüzünden Osmanlı bütçesi tamtakır kalmış, devlet kendi memurlarının aylıklarını bile ödeyemez duruma düşmüştür.
Osmanlı Devleti, bu yüzden, tarihinde ilk kez 1854’te Mısır’ın gelirini İngiltere ve Fransa’ya ipotek ederek Yahudi bankerlerden borç almıştır.
Ne var ki, Kırım Savaşı’nın yarattığı bir başka tahribat daha vardır ki, pek hatırlanmaz.
Kırım Savaşı sonrasında Fransa İmparatoru 3. Napolyon, Sultan Abdülmecit’e “Legion d’ Honneur ” nişanının “Grand- Croix” (Büyük Haç)’ ını göndermişti.
O zamana kadar, hiçbir Osmanlı hükümdarı, yabancı bir ülkenin madalya ve nişanını kabul etmemişti, bu ilk oluyordu.
Sultan Abdülmecit, bu nişanı çok önemsedi ve olağanüstü bir merasimle kabul etti.
Törende konuşan Fransa’nın İstanbul’daki Büyükelçisi M. Thouvenel, şunları söyledi:
“Gururla takdimine tavassut ettiğim bu nişan, …günümüz siyasi şartlarında ayrı bir önem kazanmaktadır. Bu nişan artık Osmanlı İmparatorluğu’nun …bütün halklarının geleceğini Avrupa hukukunun sağlayacağı … emsalsiz ittifak anlaşmasının bir göstergesidir.”
(Sultan Abdülmecit’e verilen Legion d’Honneur Büyük Haç Nişanı’nın tam ortasındaki yuvarlak içerisinde çapraz iki Fransız bayrağı ve bayrakların altında Fransızca olarak “Honeur et Patrie” (Vatanın Namusu) yazısı yer alıyor. Burada sözü edilen vatan Fransa’dır.)
Sultan Abdülmecit, bundan sonra kendisine İngiltere Kraliçesi’nin sunduğu “Diz Bağı” nişanı için merasim düzenledi.
Önce, bir konuyu hatırlayalım.
Güney İngiltere’de, Berkshire ilinde Windsor- Maidenhead ilçesinde İngiliz Kraliyet malikanesi olan Windsor Şatosu bulunur. (Windsor Şatosu’nun eski adı “Saxe-Cobourg-Gotha” idi. Almanca kökenli olan bu isim Birinci Dünya Savaşı sırasında “Windsor Şatosu” olarak değiştirilmiştir. )
Kral 3 ncü Edward, burasını 1348 yılında, “ The Most Noble Order of The Garter” adlı tarikatın merkezi yapmıştır.
Tarikatın kilisesi, Windsor Şatosu’ndaki St George Şapeli’dir.
Saint George, tarikatın Koruyucu Azizi olarak kabul edildiğinden onun yortu günü olan 23 Nisan, Aziz George Günü olarak kutlanır.
Sultan Abdülmecit ve Padişah’ın arması Windsor Şatosu’ndeki St. George Şapeli’ nin duvarına diğer şövalyelerin yanına takılacaktı.
Böylece tüm İslâm dünyasının Halifesi olan Sultan Abdülmecit, salt Osmanlı’yı Avrupa Birliği’ne sokup toprak bütünlüğünü koruyabilmek uğruna kendisinden önce hiçbir Osmanlı Padişahı’nın yapmadığı aklına bile getirmediği bir davranışta bulunuyor, adını Saint George Hıristiyan Tarikatı’ nın müritleri arasına yazdırıp Hıristiyanlığı yüceltmekle yükümlü bir Garter Haçlı Şövalyesi oluyordu.
Şüphesiz bu durum, Padişah’ın halife sıfatıyla bağdaşmıyordu.
İngiliz Büyükelçiliği’nin Piskoposu, Halife Padişah Abdülmecit’in Hıristiyan tarikatına giriş töreninde ona Garter Haçlı Şövalyesi diz bağını takarken;
“Siz, bundan sonra, İsa yolunda çalışacak, onun için her türlü özveriyi yapacak bir şövalyesiniz” dediğini;
İslâm Halifesi Osmanlı Padişahı Abdülmecit’in de, bunu “Evet” diye yanıtladığını, belirtirler...
(Sultan Abdülmecit’in Osmanlı Devleti’ni Avrupa Birliği’ne sokmak uğruna girdiği Hıristiyan Tarikatı Garter Şövalyeleri’nin amblemi ve logoları yukarıda…
Haçın çevresinde dolanan eski Fransızca Honi soit qui mal y pense sözcükleri İngilizce “shame upon him who thinks evil of it”, Türkçe “Onun (Haçın, Hıristiyanlığın) kötülüğünü düşünene lânet olsun” anlamına geliyor.)
Sonuçta, Sultan Abdülmecit, Osmanlı Devleti’nin varlığını ve toprak bütünlüğünü Avrupa devletlerinin güvencesi altında korumak amacıyla, Osmanlı Devleti’ ni Avrupa Devletler Konseyi’ne sokmayı başarabildi; fakat bunun karşılığında Osmanlı Devleti’ ni Avrupa’ nın yarı sömürgesi haline getirmiş, kendisi de bu uğurda Hıristiyan Tarikatı’ na yazılıp Haçlı Şövalyesi olmuş bir Padişah- Halife olarak öldü.
Günümüzde Avrupa Birliği ülkelerinin çoğunluğu, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine sıcak bakmıyor.
Yine günümüzde Avrupa Birliği, ekonomik olarak çökmek üzere ve sorunları çözmek için çareler aramakla meşgul !…
Türk halkının önemli bir bölümünün Avrupa Birliği’ne yaklaşımının çok sıcak olduğu da söylenemez !..
Avrupa’nın Osmanlı Devleti’ ni kabul etmesi için her türlü tavizi vermekten kaçınmayan Sultan Abdülmecit’ in, TBMM tarafından özel bir programla anılmak istenmesinin, Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkilerinin giderek soğuduğu bir döneme rastlaması, igi çekici değil de nedir ?!..
NOT: Yukarıdaki yazı ve resimler, bazı küçük ilâve bilgi ve yorumlar dışında Sayın Cengiz Özakıncı’ nın “Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni- Osmanlı Tuzağı”, isimli kitabından alınmıştır.
(Yazının ilk yayım tarihi: 18 Kasım 2011)
İngilizlerin Dizbağı Nişanı
“İngiliz devletinin ihdas ettiği yaşayan yirmi kişiden herhangi biri ölmeden, yirmi birinciye verilmeyen dizbağı nişanı dedikleri nişanın Sultan Abdülaziz'e bu seyahatte verildiği dünyanın malumudur. Sultan Aziz'e bu nişanı verme töreninden o dönemin İstanbul Şehremini –Belediye Başkanı--olan Hacı Ömer Faiz Efendinin raporundan okuyalım, tabii bu raporun müsveddelerini arşivinde bulunduran, Midhat Cemal Kutay'ın Avrupa da Sultan Aziz adlı çalışmasından alıntıladığımızı da ketmeden vicdanen ifadeye mecburuz. Şimdi biz burada önce bu nişanın doğuş hikâyesini nakledelim sonra da Osmanlı Hariciye Nâzın Dr. Mehmed Fuad Paşa'nın nişan doğuş hikâyesi yüzünden midesi bulanıp, kendine verilmek istenen nişanı ret ve istiskal etmesin diye atmak mecburiyetinde kendini hissettiği kıtırı nakledelim ve devlet adamlarının, iş beceren yalanın, fitne çıkaran doğrudan efdaldir anlayışına misak olarak gösterilebilecek vakadan olduğunu da hatırlatmış olalım. “
“ İngilizlerin, her kefere-i fecere gibi kralları da kendi hanımlarından başka hanımlara sarkarlar idi. Nitekim bunlardan biri olan 3’üncü Edward, 1348 senesinde metresi, Salisböri Kontesi şerefine bir balo tertip etmiştir. Baloyu açış dansını da, ta-bii ki çapkın kral, metresiyle yapmak suretiyle gerçekleştirir. İşte bu dans sırasında Kontes'in mavi renkli dizbağı, yâni uzun konçlu çorabın üst kısmını tutan ipek kumaştan mamul bağ, önce gevşemiş daha sonra da aşağı kayıvermiş. Bunun üzerine Kontes fevkalâde mahcup kızarıp, bozarmış ki bu sırada Kral 3’üncü Edward, yere eğilip düşen ipek bağı eline almış ve doğrulduğunda: "Kötü düşünenler nadim olacaklardır. Çok yakında bu dizbağına kavuşmak için yapmadıkları fedakârlık kalmayacaktır!" Dedikten sonra kontesle dansı tamamlar. Bir kaç gün sonrada Britanya devletler camiasının en büyük nişanı olarak Dizbağı adı verilen nişan ihdas olunur. Sevgili okurlara hemen hatırlatalım ki, bu nişanı cazipleştirmek için tüzüğüne Karter adı verilmiş, nişan yaşayan yirmi kişiden bir fazlaya verilmeyecek nişan takma işi başpiskoposa verilmek suretiyle dizbağı nişanını dindar bir kimsenin talik etmesine yâni takmasına bırakmak suretiyle 3’üncü Edward, metresinin dizbağını batıl din Hıristiyanlığın –Bu fikir, alıntı yaptığım yayımcınındır; iştirak etmem de mümkün değildir--bir batıla daha yardımcı olmasını sağlıyordu.
“ Yine Karter nizamnamesine göre de, nişan takılan kişi askerse, kılıcını başka bir meslek erbabı ise, o mesleğin sembolünü teslim ettikten sonra, Kral'a ebediyen sadık kalacağına dair sadakat yemini yapacaktı. İslâm dünyasının Halifesi ve Osmanlı devletinin hükümdarı bu tarz macerası olan nişanı reddeder endişesiyle büyük diplomat Keçecizâde Dr. Büyük Mehmed Fuad Paşa'yı şark insanının tarih bilenlerince mert bir düşman olarak kabul ettiği İngilizlerin Haçlı seferleri esnasında Kudüs'ü almaya gelen kralı Arslan Yürekli Rişar'a meziyeti olan hali hasebiyle Sultan Selahaddin Eyyûbi Hz.lerinin muhatabı olabilmiş olmasından dolayı, Rişar'a diğer kefere-i fecereye baktıkları kadar sert bakmazlar, bunu tesbit etmiş bulunan Fuad Paşa, Sultan Aziz'e bu nişanı, Rişar'ın İngiltere’nin dostlarına verilen bir nişan olarak ihdas ettiğini söyler ve diğer teferruatı da İngiliz ilgililerle konuşarak, Kılınç verme yemin etme gibi usûl-ü kadimden sarf-ı nazar ettirir. Böylece seyahatin tatsız bir vaka ile bitmesini engellemiş olur. ““
ABDULLAH GÜL O MADALYAYI TAŞIYABİLİR Mİ?
Ulusal Strateji Merkezi-USMER İstanbul Başkanı Haluk Dural, geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e İngiliz Kraliçesi tarafından takılan nişanın anayasa aykırı olduğunu iddia etti.
İşte Dural'ın anayasayı kaynak gösterdiği o açıklaması:
İlki 2008 yılında İngiliz Kraliçesi’nin Türkiye ziyareti sırasında ve ikinci 9 Kasım 2010’da Londra’da Abdullah Gül’e İngiliz Kraliçesi II. Elizabeth Chatham House ödülü olarak, İngiltere’ye önemli hizmetler yapmış, “adanmış kişilere” takılan “Knight Grand Cross of the Order of the Bath” (Ruhani Safiyet Derecesinin Şövalye Büyük Haç Nişanı) nişanını Gül’ün yakasına kendi elleriyle taktı.
Abdullah Gül göğsünde taşıdığı Şövalye Büyük Haç Nişanını taktı da ne oldu?
1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 174. Maddesi, 8 adet “devrim kanununu” sayarak, bunların anayasal koruma altına alarak, değiştirilemez hale getirir.[1]
Bu devrim kanunlarından 7’inci sırada sayılanın 2’inci maddesinin son fıkrasına göre Türkler yabancı devlet nişanlar da taşıyamazlar.[2]
Anayasanın 66 ncı maddesine göre; Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.[3]
Anayasanın 101 inci maddesine Cumhurbaşkanı Türk vatandaşları arasından seçilir. [4]
Bu durumda Abdullah GÜL;
- Cumhurbaşkanı seçildiğine göre, TÜRK VATANDAŞIDIR.
- Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olduğuna göre TÜRKTÜR.
- İngiliz Devletinden aldığı “NİŞANI” göğsüne takıp taşımıştır.
TÜRKLER’in yabancı devlet nişanlarını taşıması, 26.Kasım.1934 tarih ve 2590 sayılı Devrim Kanununun 2. Maddesine göre yasak olduğundan, Abdullah Gül anayasanın 174 üncü maddesinde sayılan bu devrim kanununu çiğnemiş ve ANAYASAYI İHLÂL etmiştir.
Not: Yürürlükteki 5237 sayılı Türk Ceza Yasasında, yukarıda belirtilen devrim kanununa aykırı eylemleri cezalandıracak bir müeyyide yoktur. Sadece, TCK’nun 235 inci maddesinde “Türkiye ile savaş halinde bulunan bir devletten NİŞAN kabul edenlere karşı bir ceza öngörülmüştür.[5]
[1] I. İnkılâp kanunlarının korunmasıMADDE 174. – Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz :
1. 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu;
2. 25 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun;
3. 30 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun;
4. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medenî nikâh esası ile aynı kanunun 110 uncu maddesi hükmü;
5. 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun;
6. 1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun;
7. 26 Teşrinisâni 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa Gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun;
8. 3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun.
[2] EFENDİ, BEY, PAŞA GİBİ LAKAP VE UNVANLARIN KALDIRILMASINA DAİR KANUNKanun Numarası: 2590
Kabul Tarihi: 26.11.1934
Yayımlandığı R. Gazete: Tarih: 29.11.1934 Sayı: 2867
Yayımlandığı Düstur: Tertip: 3 Cilt: 16 Sayfa: 6
Madde 1 – Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştır. Erkek ve kadın vatandaşlar, kanunun karşısında ve resmi belgelerde yalnız adlarıyla anılırlar.
Madde 2 – Sivil ve rütbe ve resmi nişanlar ve madalyalar kaldırılmıştır ve bu nişan ve madalyaların kullanılması yasaktır. Harb madalyaları bundan müstesnadır. Türkler yabancı Devlet nişanları da taşıyamazlar.
Madde 3 – Askeri rütbelerden adın başına gelmek üzere kara ve havada Müşürlere Mareşal, Birinci Ferik, Ferik ve Livalara General, Denizde Birinci Ferik, Ferik ve Livalara Amiral denilir. Generallerin ve Amirallerin derecelerini gösteren unvanlarla Deniz Müşirleri unvanlarının ve diğer askeri rütbelerin karşılıkları Ali Askeri Şurası kararı ve İcra Vekilleri Heyetinin tasdiki ile konulur.
Madde 4 – Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 5 – Bu kanunun icrasına İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
[3] I. Türk vatandaşlığı
MADDE 66. – Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.
[4] 1. CumhurbaşkanıA. Nitelikleri ve Tarafsızlığı
Madde 101- Cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş ve yükseköğrenim yapmış Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşları arasından, halk tarafından seçilir.
[5] 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu
Düşmandan unvan ve benzeri payeler kabulü
MADDE 325. - Türkiye ile savaş halinde bulunan bir devletten akademik derece veya şeref, unvan, nişan ve diğer fahri rütbe veya bunlara ait maaş veya başka yararlar kabul eden vatandaşa bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir.
Tarih: 14 Mayıs 2008
Gazetelerden Manşet:
Kraliçe, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ‘Büyük Şövalye Nişanı’ taktı…
‘Büyük Şövalye Nişanı’(?)… bizim, mütareke basınının çevirisi böyle…
Orijinal İsmi:
“Knight Grand Cross of the Order of the Bath”
Şimdi, siz çevirin… Bakalım, yukarıdaki gibi masum bir ‘Nişan’ mıymış?
Gül'ün taktığı nişan.
---------
Kraliyet ailesinin haçlı nişanı.---------
Her ikisi bir arada.
----------
Gül'ün yakasında.
-----------
Knight Grand Cross of the Order of the Bath
Bu kutsal (!) ‘nişan’, İngiltere’nin en önemli devlet armağanı, Hıristiyanlığın da…
Çünkü gördükleri önemli işlerden dolayı, kişileri onurlandırmak için veriliyorlar. Ama yalnızca, Ulu Haç (Grand Cross) için mücadele verenlere…
Knight Grand Cross of the Order of the Bath
‘Nişan’ da ana tema, Haç…
Haç’ın ortasında üç taç, Merkezden dışa doğru ise ‘Üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ ifadesi olan güneş sembolü var.
Knight Grand Cross of the Order of the Bath
Mütareke basını manşet atmış:
“Kraliçe, Sayın Gül’e haçsız olanını taktı…”
Cumhurbaşkanı Müslüman…
Türkiye’yi de ılımlı İslam projesinin liderliği için hazırlıyorlar ya…
Türk Halkı bu konulara çok duyarlıdır (!) diye açıklama gereği hissetmişler: “Majesteleri özel bir hassasiyet göstererek haçsız (!) olanını taktı…”
Buraya kadar her şey normal (!)… Şimdi, geçmişe bir yolculuk yapalım.
Tarih: 30 Mart 1856
Avrupa şaşkını ve hayranı Padişah Abdülmecit, Osmanlı Devletini Avrupa Devletler Konseyi’nin bir üyesi olarak tanıyan Paris Barış Antlaşmasının sarhoşluğu içindeydi…
Tarih: 30 Mart 1856
Gayrimüslimlere verilen ayrıcalıklarla dolu Tanzimat ve Islahat Fermanlarını, İngiltere ve Fransa’nın dayatmaları ile ilan etmişti…
Ama hizmetlerinin karşılığını alacaktı…
Legion d’ Honeur
İlk ödül Fransa’dan geldi:
‘Legion d’ Honeur’ nişanı.
Üzerinde ‘Vatanın (Fransa) Namusu’yazan nişan…¹
¹Cengiz Özakıncı,’Türkiye’nin siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı’,Otopsi Yayınları, Ekim 2007,sf.65
Legion d’ Honeur
O güne kadar hiçbir Osmanlı Sultanı, yabancı devlet nişanı kabul etmemişti. Ama Abdülmecit Han (?) kabul etti…
‘Nişan’ı, Fransa Elçisi taktı; Fransa İmparatoru adına…
Törenin ihtişamı konuşuldu günlerce…
‘ Nişan’ı takan İngiltere Elçilik Piskoposu Abdülmecid’e şöyle der:
”Siz bundan sonra, İsa yolunda çalışacak, onun için her türlü özveriyi yapacak bir şövalyesiniz.”¹
İkinci ödül İngiltere’den geldi. Abdülmecit, şaşkın ama mutluydu. ‘Diz Bağı’ Nişanı…‘Garter Haçlı Şövalyeleri’ne takılan; yani Hıristiyanlık uğrunda savaşanlara…
¹ Cengiz Özakıncı,’Türkiye’nin siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı’,Otopsi Yayınları, Ekim 2007,sf.67
Osmanlı Sultanı ve İslam âleminin Halifesi, artık bir Garter Haçlı Şövalyesi’dir. Padişahlık arması ‘Windsor Şatosu’ ndaki St. George Kilisesi’nin duvarına asılır.¹
¹ Cengiz Özakıncı,’Türkiye’nin siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı’, Otopsi Yayınları, Ekim 2007,sf.69
Tarih: 21 Haziran 1867
Artık, Osmanlı tahtında Abdülaziz oturmaktadır. Yanına, tahtın müstakbel varisleri V.Murat ve II. Abdülhamit’i alarak Avrupa gezisine çıkar.
Bu geziden on gün önce, yabancılara toprak satışı yasasını çıkarmıştır. Kardeşinin(Abdülmecit) yolunda ilerlemenin huzuru içindedir.
Tarih: 21 Haziran 1867
Karşılığı gecikmez…Bizzat İngiltere Kraliçesi Viktorya’ dan gelir…Bildik bir ödül: ’Diz Bağı’ Nişanı…Hani, şu ‘Ulu Haç’ için savaşanlara verilen ‘Nişan’…
Knight Grand Cross of the Order of the Bath
Tarih: 21 Haziran 1867
Aslında, bu ‘Nişan’ Windsor Kalesi St. George Kilisesi’nde başrahibin huzurunda törenle verilmektedir.¹ Ancak, İslam dünyasının halifesi için bu kural bozulur…
‘Özel bir hassasiyet gösteren Majesteleri’, bir İngiliz savaş gemisinde Saint (aziz) elleri ile takar ‘Nişan’ı…Abdülaziz’ de artık bir Garter Şövalyesi’dir.
¹ Cengiz Özakıncı,’Türkiye’nin siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı’,Otopsi Yayınları, Ekim 2007,sf.80.
İngiltere İmparatorluğu Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e de bir Dizbağı Nişanı takmayı teklif eder. İsmet İnönü bu teklifi hafife alır. Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK kararını şöylece vererek teklifi reddeder:
“BU DİZBAĞI NİŞANI SONRADAN AYAK BAĞI OLUR!”
Ben, şöyle düşünüyorum; Sayın Abdullah Gül, bu nişandan esinlenerek, Kadınlarımızın başlarına bağladıkları bezi sembolleştirerek bir”Ayakbağı Nişanı” ortaya koyamaz mı? Saygılarımla.
Bence.
Atatürkün almış olduğu bir çok nişan ve madalya vardı laki o sadece bir tanesini takardı oda İSTİKLAL madalyası idi.
Atatürk Türklüğünden,istiklalinden,bağımsızlığından öte paye kabul etmeyen bir insandı.
Türk tarih tezi çalışmalarında öne aldığı birincil öğe şu idi;Yabancı tarihçilerinde Atatürk için söylediği Türklüklerini unutmuş bir millete türklüklerini yeniden öğretti sözünün gereğini yaptı.
Köksüz olan öksüz olur atasözündeki gibi türkün o muhteşem kökünü arayan bu adam kökünü türklükten almayan masonluğa bana göre elbetteki girmezdi.
Masonluk Atatürkün ilgi alanında hiç olmadı.
Lakin etrafındaki kişilerin çoğu mason olduğu için çalışmaktada bir beis görmedi.
Üstte alıntı olarak verdiğim 2 kardeş padişahın aldığı bu dizbağı nişanları bir padişaha yakışacak işler değil,onlar Atatürk olmadığı için kabul ettiler.
Masonlarında bu tip üstün devlet adamlarına direk 33.derece masonluk teklif etmelerininde nedeni masonluğun özünü es geçip o devlet adamını her tür masonik kuralın üzerinde tutup hiç bir çalışmaya veyahut liyakata gerek görmeyip direk33 .derece vermek istemeleride bence masonluğun siyasi oluşudur,siyasetten kaçışı değil.
Arkadaşlar benim Atatürkten anladığım bir şey var ise onun hiç bir payeye türklük ve kurduğu bu ülke ve türk halkı kadar önem vermediğidir.
Şimdi Atatürk masonmuydu sorusunun verilemeyn cevabına gelince,
Attilâ İlhan dan;
“ … ucunun yine emperyalizme uzandığı gittikçe daha iyi anlaşılan ittihatçı muhalefetiniyse acımasızca ezmiştir. Bunu yapmasaydı, o kadar üzerine titrediği bağımsızlık da, halk egemenliği de, daha o zamandan gümbürdeyecekti. İdamına karar çıkan, eski İttihatçı Cavit Bey’i kurtarmak için, İngiltere Kralı V. George’un Çankaya’dan af istediğini bir hatırlayın, bütün i’lerin noktalan kendiliğinden yerini bulur.
O Cavit Bey ki, Selanik komprador burjuvazisinin ‘evladı’, ‘sivil’ ittihatçıların önderi, Osmanlı masonluğunun ‘büyük üstadı’ idi. “[27]
Yahudi ırkçısı, emperyalist Batının siyasi, ekonomik casusu Cavit bey, 33.° ve Masonbaşı. Masonlar Türkiye’ye karşı her yaptıkları ihanet sonrasında, cezalandırılma aşamasında; kendi uluslarına karşı emperyalistlerin desteği ve korumasını istemişlerdir.
“Aslında hiç unutulmaması gereken, fakat ısrarla unutturulmak istenen ‘önemli nokta’ acaba şu ‘ayrıntı’da gizli olabilir mi? ‘Mason Locaları’, Gâzi’nin Cumhuriyeti’nde yasadışına çıkarılmıştı; İnönü Cumhuriyeti’nde serbest bırakılmıştır. Fahrettin Paşa (Altay) Büyük Taarruz’un o ‘baba’ Süvari Kolordusu Kumandanı, Çankaya Hatıralarında. (1925), şaşırtıcı bir misafirden söz eder:
‘...az sonra isminin Râsim Ferit olduğunu öğrendiğim, şaşı gözlü bir doktor gelerek Atatürk’ün elini öptü ve işaret edilen yere oturdu, konuşmaya başladı. Kendisi ‘Mason’ imiş, sözleri de ‘Masonluk hikâyeleri’. Atatürk, bir zamanlar kendisini de Mason yapmak istediklerini, fakat kabul etmediğini söyledi. İstanbul’da Mason Üstad-ı Azamı, Temyiz (Yargıtay) azasından Servet isminde bir zatmış, istifa ettirmiş...” (On Yıl Savaş, s. 408, İnsel Yayınları, 1970)
Mustafa Kemal’in sözünü ettiği o ‘bir zamanlar’, onun Selanik yıllarına tekâbül ediyor. Çankaya’da Fahrettin Paşa’nın tanık olduğu sözlerin doğruluğunu, Lord Kinross da, ünlü eserinde doğruluyor:
“... Selânik’in, öteden beri, gizli cemiyetleri doğurmaya uygun bir havası vardı. (...)
İttihat ve Terakki Cemiyeti de, farmasonların binalarından ve tekniklerinden bol bol yararlanıyordu. Giriş töreninde aday üye, gözleri bağlanarak pelerin ve maskeli üç kişinin huzuruna alınıyor ve memleketi kurtaracağına, Cemiyet’in emirlerini tutacağına, sırlarını ele vermeyeceğine; hem Kur’an hem de kılıç üzerine yemin ediyordu. Bu çeşit maskaralıklar, Mustafa Kemal’in yaradılışına aykırıydı...” (Atatürk, Bir Milletin Doğuşu, cilt 1,4. basım, s. 57, Sander Yayınları, 1972)
Gâzi’nin masonluğu hakkında, hayli rivayet üretilmiştir; oysa Fahrettin Paşa açıkça söylüyor: Bir Yargıtay üyesinin ‘masonluğuna’ katlanamayacak kadar buna karşıdır; Râsim Ferit Bey’in ‘Masonluğun faydaları’nı anlatmak için Çankaya’ya yaptığı ziyaret, orada geçirdiği günler, Gâzi’yi iknaya yetmeyecektir; besbelli, bazı şeyleri unutamıyordu. Ne gibi mi? Sevres Muahedesini, ‘Hürriyet ve îtilâfçı ‘Feylesof’ Rıza Tevfik Bey imzalamıştı, bunu herkes bilir; bilir de, acaba Mason Locaları Maşrık-ı Azamlığı’nı, o sıra henüz, meşhur ‘Maliyeci’ Mehmet Câvit Bey’den ‘devralmış olduğunu’ da bilir mi? Atatürk’e suikast davasında yargılanıp, suçlu bulunarak ‘asılmış’ olan Câvit Bey, ‘İttihatçı’ sıfatıyla aynı zamanda Mason Locaları Maşrık-ı Azami bulunuyordu; tuhaftır ama, o da Rıza Tevfik Bey gibi, şiddetli İngiliz/Fransız (Batı) taraftarı idi. Şimdi iyice ölçüp tartınız! İnönü Cumhuriyeti yıllarında, ikisi de ‘Atatürkçü’ sayılabilirlerdi; ama Gâzi’nin Cumhuriyetinde ‘Kemalist’ sayılmaları, her bakımdan imkân haricidir: Birisi ‘suikast’tan asıldı, öteki ‘ihânet’ten sürüldü.”
O yüzden Atatürk bence mason değildi olmadı.
Son Not;
Bu yazıyı yazma gereği duymam son bir yıldır üzerinde ısrarlı ve titizlikle çalışıp okuduğum ve izlediğim yukarıdada belirttiğim Türk tarih tezi ve türk dili üzerine okumlarımdan anladığım ve elde ettiğim sonuçlardır.
Türk milletinden ve türklükten aldığı gücün üzerine hiç bir güç ve otorite kabul edemezdi ATATÜRK.
Sevgi ile kalın