Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: MEDİNE BELGESİ - 2  (Okunma sayısı 4250 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ağustos 20, 2010, 11:52:28 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



Yahudiler, Müşrikler ve Müslümanlar arasında yapılan bu anlaşma, “Bismillâhirrahmânirrahîm” diye başlar. Kimine göre 47, kimine göre 52 maddeden oluşur.

Burada belgenin tüm maddelerini değil, en önemlilerini vereceğim.

1. madde: “Bu yazı, Peygamber Hz. Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesrîbli (Medineli) müminler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla yine onlara sonradan katılmış olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için düzenlenmiştir.”

3. madde: “Kureyş’den olan muhacirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak eder ve savaş esirlerinin fidyesini müminler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adalet ilkelerine göre ödemeye iştirak ederler.”

14. madde: “Hiçbir mümin bir kâfir için, bir mümini öldüremez ve bir mümin aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.”

16. madde: “Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara karşıt olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve korumamıza hak kazanacaklardır.”

17. madde: “Hiçbir mümin Allah yolunda girişilen bir savaşta, diğer müminleri hariç tutarak, bir barış anlaşması akdedemez.”

20. madde: “Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını koruması altına alamaz ve bir müminin bir Kureyşliye hücum etmesine engel olamaz.”

21. madde: “Herhangi bir kimsenin, bir müminin ölümüne neden olduğu kesin kanıtlarla ispat edilirse ve ölenin velîsi rıza göstermezse, kısas hükümleri uygulanır.”

23. madde: “Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir.”

35. madde: “Yahudilere sığınmış olan kimseler bizzat Yahudiler gibi mülâhaza olunacaklardır.”

37. madde: “Bir savaş durumunda Yahudilerin masrafları kendi üzerine, Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki bu sahifede gösterilen kimselere savaş açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır.”

42. madde: “Bu sayfada gösterilen kimseler arasında olmasından korkulan bütün öldürme yahut tartışma olaylarının Allah’a ve Resûlullah Muhammed’e götürülmeleri gerekir. Allah bu sayfaya en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.”

43. madde: “Ne Kureyşliler ne de onlara yardım edecek olanlar koruma altına alınacaktr.”

45. madde: “Şayet Yahudiler, Müslümanlar tarafından bir barış yapmaya veya bir barış antlaşması yapılmasına katılmaya davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona katılacaklardır. Yahudiler, Müslümanlara aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, müminlere karşı aynı haklara sahip olacaklar-dır; dinî nedenlerle yapılan savaş durumu bunun dışındadır.”


İslâm tarihi araştırmacılarına göre; bu antlaşma, ilk İslâm devletinin anayasası olmanın ötesinde yeryüzünde bir devletin ortaya koyduğu ilk yazılı anayasa olma niteliğini de taşır.

Mekke’den bir gece yarısı gizlice çıkıp Medine’ye göç etmiş, bütün yandaşları genel kent nüfusunun yüzde 15’ini geçmeyen bir insanın, tümüyle kendi istek ve arzularına ya da gelecekteki çıkar hesaplarına hizmet edecek olan bir anlaşma metnini, kendisinden çok daha güçlü kimselere kabul ettirmiş olması bir mucize sayılabilir. Ancak öyle mucize falan da değil.

Hz. Muhammed’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve uyuma varma ilkesine dayalı olarak hazırladığı bu toplumsal anlaşmanın kabulünü sağlayan önemli etkenlerden biri, kendi aralarındaki düşmanlık sonucu durmadan çatışmaktan yorularak bitkin düşmüş olan Medine’nin karmakarışık ve güvensiz sosyal durumudur. Medine kenti âdeta bir kurtarıcı beklemekteydi. Kendi başına, var olan sosyal güçlerle barış ve dinginlik sağlayacak siyasal ve toplumsal bir çıkış yolu bulamamıştı. İşte böyle bir ortamda iken başka bir kentten gelme biri çıkıp, hepsine birden barış içinde yaşamanın yollarını göstermiş, herkesi hukuk temelinde, bir arada olmaya çağırmıştı.

Bu anlaşmada yaralama, öldürme, kan diyetleri, kurtuluş akçesi (fidye-i necat) gibi terimlerin çokça geçmesi, uzun yıllar iç savaşla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun dileklerini yansıtır. O günlerin ivedilikle ele alınması gereken sorunu, çatışmalara son verilmesi, taraflar arasında adalete uygun bir şekilde yaşamanın sağlanmasıydı. Asıl önemli nokta da, böyle bir projede kimsenin bir diğeri üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan, başkalarını “doğal bir gerçek” olarak benimsemesi, ötekilerin de yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermenin yasallaşması, hukukun teminatı altına alınmasıydı.

Medine Belgesi, bütün sosyal topluluklar açısından egemenlik ya da üstünlük değil, “katılım” temelinde bir toplumsal projeyi öngörür. Bu bağlamda Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed’in gösterdiği yönde, güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve putataparlar için de geçerlidir.

Ancak, dikkat ettiyseniz 20. madde müşriklerle ilgili özel hükümler getirir ve bu 43. maddeyle de desteklenir. Bu maddeler, Medineli müşriklerin Mekkeli müşriklerle her türlü siyasî ve askerî ilişkilerine engel olmak için konmuştur. Çünkü Hz. Muhammed ve Müslümanlar için şimdi artık Medine değil, Mekke’dir tehlike olan…

Bununla birlikte aslında Medineli müşrikler de Mekkelilerle birlik kurma arzusunu taşımıyor hatta onlar da başlarına bir iş gelmesinden çekiniyorlardı. Onlar da her türlü hak ve özgürlüğe sahip olmak istiyordu. Medine Belgesi, bu haklı isteği de hukukî bir güvence altına almaktaydı. Nitekim daha sonra Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarının ertesinde, Medine’de yaşamayı sürdüren müşrikler ile Müslümanlar arasında önemli bir sorun çıkmadı.

Medine Belgesi’nde, kabile adları tek tek yazılmış, böylece toplumda var olan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanınarak belgelenmişti. Bu şu anlama gelir: Her bir dinî ve etnik grup, kültürel ve hukukî bakımdan tam özerkliğe sahip kılınmıştı. Din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, günlük yaşamın düzenlenmesi gibi alanlarda, her topluluk her nasıl isterse kendi içinde öyle olacaktı.

42. maddede, doğmasından korkulan uyuşmazlıkların Hz. Muhammed’e götürülmesinin öngörüşü, gerek Kuran’dan gerekse hadislerden anlaşıldığı kadarıyla, Müslümanlar tarafından değil, doğrudan Yahudi ve müşriklerce önerilmişti. Nitekim öteden beri kendi aralarındaki uyuşmazlıklara çözemeyen Medineliler, davalarını Medine dışında gelme olduğu için tarafsız sayılan bir “üst yargı makamı” gibi Hz. Muhammed’e götürmeyi alışkanlık edinmişlerdi. Kuran’ın Maide Suresi’nin 42. ayeti, Peygamber’e, isterse onların davalarına bakma yetkisini verir. Bunun üzerine Peygamber de, kendisine başvurdukları zaman onları özgür bırakır ve önce şunu sorardı: «Size neye göre hüküm vermemi istersiniz? Kuran’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?»

Şuna dikkat etmek gerek: Bu düzenlemede Peygamber, yargıç değil hakem konumundaydı. Gayri müslimlerin davalarına bakma ya da onları kendi mahkeme ve hukuklarıyla baş başa bırakma eğilimi, o günden beri zımmî hukukun bir öğesi olmuş ve bu uygulama Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar da sürmüştür.

Medine Belgesi’nin gösterdiği üzere; çoğulcu bir toplumda tek değil, birçok hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilmektedir. Eğer toplumlar arasında çatışan hukuklar nedeniyle bir uzlaşmazlık doğarsa, ya tarihte görüldüğü gibi bu türden davalara yetki alanları genişletilmiş bir mahkeme bakar ya da bütün hukuk topluluklarının temsilcilerinden oluşmuş bir üst mahkeme kurulur. Önemli olan adaletin sağlanması; haklıya hakkı olanın teslim edilmesi.




Medine Belgesi üzerinde biraz daha durabilir hatta bunu birtakım güncel yansımalara kadar da taşıyabilirdim. Ancak burada kesmek istiyorum. Bunun gerekçesi, çok uzatmadan bir başka ve bence daha önemli başlığa geçme isteği.

Günümüzde İslâm dininin uygulanışına şöyle bir baktığımızda, toleranstan hemen hemen tümüyle yoksun, hoşgörüsüz bir tutum ve tavırla karşılaşırız. Oysa İslâm, ilk doğduğu ve geyişme gösterdiği dönemlerde hiç de öyle değildi. Tersine diğer dinlerden olanlara (hele Hıristiyanlara) parmak ısırtacak ölçüde toleranslı ve hoşgörülüydü. Nitekim ben de bundan sonraki bir başka başlık altında İslâm’daki o özgün tolerans ve hoşgörü konusunu gündeme getirmek istiyorum.



« Son Düzenleme: Ağustos 20, 2010, 11:55:06 öö Gönderen: ADAM »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Ağustos 22, 2010, 09:50:33 öö
Yanıtla #1
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay


Bahsekonu belge,İslamiyet'in kuruluş felsefesinin özeti olarak kabul edilebilir.


Bu iddiayı daha net anlayabilmek için,İslam peygamberinin irşad sürecini bilmek gerekir.Bu konu,İslam'da bir dogmadır;tartışmaya bile açamazsınız.

İslam'ın siyasallaşmasına basamak oluşturması öngörülürken,yapılanın hiçte doğru olmadığı yüzyıllar sonra anlaşılacaktır.


Saygılar
Ben"O"yum,"O"ben değil...


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
0 Yanıt
3881 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 19, 2010, 12:36:24 ös
Gönderen: ADAM