Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: STOA FELSEFESİNİN GÜNÜMÜZDEKİ ÖNEMİ VE TARİHÇESİ  (Okunma sayısı 12771 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Nisan 04, 2009, 11:39:21 ös
  • Ziyaretçi

Stoa felsefesi “davranış tutarlılığı”yla “düşünce tutarlılığı”nın insan için önemini bildiren, gerçek anlamda bir bilgelik ahlakıdır. İnsanın insanlığına, onun değerlerine sahip çıkmak, bu arada insanın usdışından kaynaklanan eksikliklerini, sakatlıklarını, boşluklarını ussallıkla gidermek temeline dayanır. Stoa felsefesi tam anlamında bütüncül bir felsefedir. Bu felsefe sıradüzenli bilgi anlayışını yadsır, bilginin konusu olan evreni biryapılı sayar. Bilgeliğin bilinçsel gücü gerektirdiğini, bilge kişinin sürekli bir arayışla, sürekli seçimlerle kendini var ettiğini, hiçbir büyüğün kendini bir çırpıda yaratamayacağını bildirir. Stoa felsefesinde “erdem” kavramı özellikle uygulamaya dönüktür yani somuta yönelmiştir. Bu, bilgelikle sağlanmış bir dinginlik ve mutluluk öngörüsüdür. Onda her şey insanın yüce mutluluğu içindir.


Stoacılar için dört çeşit iyi vardır: adalet, cesaret, ölçülülük, bilgi. Ahlaktan amaç ahlakçılık değil ahlaklılıktır. Onlar insanın hak ve ödevlerini evrensel genişlikte ele alıp gösteren ilk filozoflar oldular. Epiktetos “Ben şuralı buralı değilim, ben insanım” der, böylece sonraki yüzyıllarda gelişen ahlakı derinden etkilemiştir. Evrensellikte anlamını bulan bu dirençlilik, alçakgönüllülük ve ruh yüceliğinin Descartes’da, Kant’da, Fransız Devrimi’nin temel evrensel haklar ve dileklerinde izlerini buluruz.


Stoa felsefesi tarihsel olarak üç büyük dönemde incelenir. İ.Ö III. yüzyılda etkinlik merkezi Atina olan Kıbrıs’lı Zenon, Assos’lu Kleanthes, Soloi’li Khrysippos’un yer aldığı ‘Eski Stoa’. İ.Ö II. yüzyılda latinleşmiş özellikleriyle ‘Orta Stoa’, ki bu dönemin iki büyük adı Rodos’lu Panaitios ve Apameia’lı Posidonios’dur. Üçüncü.ve son dönem Stoa’cılığın en önemli üç adının bulunduğu İ.S I-II. yüzyıl Stoa’sıdır. Bugünü etkileyen Stoa felsefesi ‘İmparatorluk Stoa’sı’ diye de bilinen bu üçüncü dönemin ürünüdür. Roma Hukukunun üç ana ilkesi olan “dürüst yaşamak, hiç kimseyi incitmemek, herkese hakkını vermek” Stoa felsefesi kökenlidir. Ahlakla ilgilenmek adına mantık ve fiziğin geriye itildiği Seneca, Epiktetos ve Marcus Aurelius’un görüşleri İmparatorluk Stoa’sının temelini oluşturur.


Her üç filozof da özellikle insanın kendisini bağımsız bir kişi olarak yetiştirmesi sorunuyla uğraşmışlardır.


Seneca ;
Roma soyluluğunun saygın kişisi, zengin bir aileden gelen bir düşünürdür ve üslubunun yetkinliğiyle tanınır. Neron’u yetiştirmiş, o dönem Roma sosyetesinin zevk ve eğlenceye düşkünlüğünü, soysuzlaşmasını üzüntüyle izlemiş ve sonunda Neron’un buyruğu üzerine damarlarını açarak intihar etmiştir.


Epiktetos ;
Azatlı bir köledir, kendi okulunda dersler vermiştir; süssüz, kuramdan çok pratiğe ağırlık veren bir ahlakçıdır. Öğretisi tam bir okul felsefesi niteliğindedir.


Marcus Aureilius ;
İmparatordur. Öz denetimi, iktidarda bulunan kimseyi baştan çıkaran ölçüsüzlük, öfke ve kendini beğenmişlikten uzak durmakta aramıştır. “İmparator olarak Roma’da birinci kişiyim, insan olarak dünyadaki insanlardan biri de benim” demiştir.


Seneca ve Marcus Aureilius’un tersine Epiktetos, ölümden sonraki yaşamı kabul etmez. Temel olarak her insanın kendi gücüyle erdemli olabileceğini ve doğaya uygun yaşamanın usun egemen olmasına dayandığından yola çıkarlar. Bilge kişi zenginliği, yaşama sevincini, hazzı hor görmez. Ama bunlardan vazgeçmesini de bilir yani hiçbir zenginliğin kölesi olmaz. Yaşamı da haz gibi bir erek olarak görmeleri ortak yönleridir. Dünya düzeninin bütünü içerisinde yerimizi doldurmak sonra da yerimizi başkasına bırakmak için yaşarız. Marcus Aureilius’un yaptığı tanım yol açıcıdır: “Yaşadığın şu zaman anını doğaya uygun olarak yaşa, sonra ondan üzüntüsüz olarak ayrıl. Tıpkı olgunlaşmış bir yemişin olgunlaştığında toprağa düşmesi gibi. Kendini yaratmış ağaca ve toprağa minnet duyarak.”


Nisan 04, 2009, 11:40:02 ös
Yanıtla #1
  • Ziyaretçi

SENECA
İ.Ö 3 - İ.S 65



Seneca İmparatorluk Stoa’sının ilk filozofu olduğu gibi en çok yazılı eser bırakmış filozofudur. “Önde gidenlerin adımına bağlanmak bizim için tehlikedir. Halbuki insanlar inanmayı, muhakeme etmekten çok seviyor, düşüneceği yerde inanmakla yetiniyor” der. “En iyi olan çoğunluğun hoşuna gitmez, kötünün en büyük delili halktır. O halde çok kullanılanı değil iyi olanı, halkın beğendiğini değil bize sürekli saadet sağlayanı aramalıyız”. Aklın ve erdemin önemine ve birlikteliğine yapılan bu vurgu hemen her yerde önde gelen öğedir. Filozof açık, doğru ve kendi doğasının gereklerine tam anlamında uygun bir usun gerekliliği üzerinde durur. Seneca’ya göre bir insanı değerlendirirken, kendi değerlerine göre değil de dıştakilere göre değerlendirmemiz yanlıştır. Onu malından, mülkünden, unvanından, talihin ona verdiği hoş görünüşten hatta vücudundan ayrı olarak değerlendirirsek sağlıklı bir yargıya varabiliriz. Usun değerlendirmeleri, sağlam ve sürekli olmaları, azalmamaları ve yok olamamaları nedeniyle en değerli olanlarıdır. Cesaret önemli bir erdemdir. Sevinçler gibi acı ve üzüntüler de dirençle karşı konulduklarında erdemli olmamızı sağlar. Önemli savlarından biri, hep vücutlarını çalıştırmak yerine zihni geliştirmeye uğraşmak gerekliliğidir. Böylece ruhun, talihin vuruşlarını yenilmeden karşılayabilmesi sağlanır. Özgürlük ve erdem bu gelişimle olanaklıdır. Gerçek özgürlük ne alınır ne de satılır. Ancak bu nimeti biz kendimize verebiliriz. Mutlu olmak ancak doğru bir değerlendirme yeteneğiyle kazanılır.


Seneca’nın ölüme yaklaşımı da ilginçtir: “Ölüm var olmamaktır, tam bir sessizliktir. Hem hayattan öncedir hem de sonra. Tıpkı bir lambanın sönmüş olması, yanmasından öncesinden kötüdür demek gibi bir budalalıktır ölümü başka bir şekilde yorumlamak. Hayatı ne çok sevmeli ne de ondan nefret etmeli. Olgun bir insan hayattan kaçmaz, çıkar. Ona son vermek gerektiğinde bile gelişi güzel acele hareket etmemek gerekir.” Dostluk konusuna yaklaşımı ise, dostlarımızı kaybettiğimizde bile daima onlara sahip olduğumuzu düşünmemiz, dostların kıymetini bilmemiz, yarar değil bir içgüdü ile dostluğu aramamız gerektiği şeklindedir. Ona göre yüksek mevkilerin, malın mülkün derdine düşmüş, işe güce dalmış insanların gerçek dostluğu tatması zordur. Ölümün sebep olduğu acıya karşı tek çare kaybettiğimizin hatırasını saklamaktır. Sahip olmamız engellenebilir, ama olmuş olmamız asla. Çok yaşamanın tek yolu hayatımızı doldurmaktır. İnsanlar çoğu zaman yaşamın kısalığından şikayetçidir. Onlar yaşama hazırlanırken, yaşam bitip gider. Kullanmasını bilmeyen insanın elinde tükenen servet gibidir. Bir başkasının kendi mülküne girmesine kimse izin vermez. Küçük bir sınır meselesi silahlı kavgalara yol açar. Ancak yaşamımızı ele geçirmelerine karşı bir şey yapmaz, hatta ona hükmedecekleri oraya biz sokarız. Parasını paylaşan insan yoktur, ama herkes hayatını başkalarına dağıtır.


Geçmişi unutanların, günü ihmal edenlerin, gelecekten korkanların ömrü kısadır. Son anlarında her zaman bir şey yapmamakla meşgul olduklarını anlarlar. Yalnız kendini bilgeliğe verenlerin boş zamanı vardır. Yalnız onlar yaşarlar. Hem yaşamlarını iyi idare ederler hem de bütün yüzyılları ona katarlar. Onlar geçmiş yüzyılları da kazanmışlardır. Cimrilik, mevki, unvan hırsı ve ölüm korkusu bilgeliği kazanmanın önündeki en büyük engellerdir. Cehalet dertlerimiz için tesirsiz bir ilaçtır derken, eğitilmemiş, gelişmemiş bir ruhun, aklın hükmetmediği bir insanın zavallılığını anlatır. Kazanmak adına feda edilenler özgürlüğümüzü, bilgelik olanağını ve mutlu bir yaşamı alıp götürür. Yer değiştirmek iyi yaşamayı sağlamaz, her yerde iyi ve kötü yaşamak insanın elindedir. Yaşamımıza düzen veremeyişimizin bütün gerekçeleri dışta değil içtedir. İnsanın bilgeliğe doğru gitmesi kendine verdiği emekle olabilir. Akılsızlığa mahkumiyetimiz bundan kurtulma konusunda gerekli çabayı gösterme irademizin olmayışı, derine inmek, çabalamak, çalışmak ve öğrenme yetimizin azlığı ile ilişkilidir.


Yapılması gereken yalnızca mevki ve ün hırsına yabancı, dürüst bir yaşam kurmak değil her türlü çıkar düşüncesinden mümkün olduğu kadar uzaklaşmak ve doğru davranışın en büyük armağanı olarak doğruluğunu görmektir. Epiküros “ Halkın hoşuna gitmekle hiç uğraşmadım, benim bildiğimi halk sevmez, onun sevdiğini ben bilmiyorum” derken Stoa’cılar da dahil bir çok felsefe okulunun ana görüşünü ortaya koyar. Günümüzde iyice bilgisiz kılınmış, halkın beğenisi, alkışı ve takdirini, haklılığının ve doğruluğunun kanıtı yapan siyasetçi ve sanatçılara bu gözle bakmak ilginç olabilir. Cehaletin, erdemsizliğin egemen olduğu ve usun dışlandığı günümüzde Seneca’nın “Yalnız bir tek bilgi ruhu olgun kılar: iyinin ve kötünün bilgisi” sözü hatırlanmalıdır. Okumayı daha çok öğrenmek için değil, daha iyi öğrenmek için yapmak, kendi kendisi ile kalabilmek, bir yerde durabilmek, eserleri hızla karıştırmak yerine bazılarına gönülden bağlanacak derinlikte bakmak gereklidir.


Öfke, sarhoşluk, korku, aşk gibi usun egemenliğini yok eden, insanı savuran durumlardan olabildiğince uzak durulmalıdır. Öfke bütün öbür tutkulardan üstün ve hepsini yok eden niteliktedir. Usuyla değil kurallarla davranan insan ödevini yaptığı varsayılsa bile, neden yaptığını bilmemesi, her zaman aynı şekilde yapamaması, rastlantısal olarak doğru hareketlerde bulunsa bile yaptığı hareketin doğruluğunun bilincine sahip olamaması nedeniyle ödevinin devamlılığını sağlayamaz. Bilge talihin hiçbir şey yapamadığı insandır. Her hücuma karşı siperde ve tetiktedir. Fakirlik de, yas da, hakaret de, ıstırap da üzerine saldırsa bir adım gerilemez. Onların arasından ve onlara karşı kokusuzca yürür. Bazılarının gösterişli hayatına dayanarak yaptıkları eleştiriye “ Ben kendimden değil, erdemden söz ediyorum” diye karşılık verir.


Seneca bilimin ne olduğunu öğrenmeyle ve bilgeliğe ulaşmayla ilgili olarak da birçok düşünce ortaya koymuştur. “Yediğimiz yemekler, değişikliğe uğramadığı ve midemizde kaldığı müddetçe ağırlık verir. Ancak değiştikten sonradır ki, kanımıza karışırlar. Zihni besleyen şeylere de aynı şeyi yapalım ki belleğimizde değil, zihnimizde olsunlar. Onlara öyle yürekten katılalım ve öylesine benimseyelim ki nasıl küçük ve değişik miktarlardan tek bir sayı olursa, birçok düşünceden bir birlik doğsun. Hayran olduğumuz, çok üstün gördüğümüz bir kimseyle benzerliğimiz olsa da bu resim gibi değil evlat gibi olmalı. Çünkü resim ölü bir şeydir”.


Erguvan renkli giysiler giyenlerle konuşmaktansa, insanların olgunu, yarı çıplak Demetrios’la konuşmayı yeğler. Ona göre hazzın kaynağı erdemin bilincidir. Güçlü olmayan, doğru olmayan, haz duyamaz. Güçlü insan hazzı reddetmez ancak hazzın kölesi olmayı reddeder. Epikuros’un haz duymanın yasası onun doğaya uymasıdır düşüncesine katılır. Hazlarımızın anıları kendilerinden daha uzun ve vefalıdır. Filozof usun egemenliğini ve haz duymak için bilge ve erdemli olmanın gerekliliğini vurgular.


Nisan 04, 2009, 11:40:23 ös
Yanıtla #2
  • Ziyaretçi

EPİKTETOS
İ.S 50 - 130


Frigya’nın Hierapolis kentinde doğmuş olan Epiktetos köle pazarlarından rastlantı sonucu Roma’ya gelir ve burada Epaphrodites adlı efendisi hakkında ilginç bilgiler aktarır. Epaphrodites Epiktetos’un kayıtsızlığından sıyrıldığını görmek için ayağını bir tür işkence aletine sokar. “Bacağımı kıracaksın” diyen Epiktetos’u dinlemeyerek sıkıştırmaya devam eder. Epiktetos “Sana söylemiştim bak bacağımı kırdın” demekle yetinir. Bu öykü Epiktetos’la özdeşleşmiştir. Epiktetos, iç özgürlüğü ve akla boyun eğmeyi öğütler. Her insan yalnız kendisine bağlı olanla yani görüşlerine, hareketlerine, arzularına ya da yönelişlerine bağlı olanla ilgilenmelidir. Bize bağlı olmayan şeylere engel olamayacağımızdan, onların arzularımıza uygun olmasını dilememizi öğütler. Sabrı, ölçü ve perhizi erdemin temeli sayar ve Stoa’cıların ahlak anlayışını son sınıra kadar götürür. “Kendini sakın ve dayan, katlan ve mahrum ol” onun felsefesinin temel öngörüleridir.


“Dünyada olup biten şeylerin bir kısmı elimizdedir, bir kısmı da değildir. Elimizde olanlar, düşüncelerimiz, yaşayışımız, isteklerimiz, eğilimlerimiz, iğrenmelerimiz, tek kelime ile bütün hareketlerimizdir. Elimizde olmayanlar eşya, mal, ün, mevki; tek kelimeyle hareketlerimiz dışında olanlardır. Hayatında olup biten şeylerin dilediğin şekilde olmasını isteme. Nasıl oluyorlarsa öyle olmasını iste. Böylece her zaman mutlu olursun. Kaygı ve sıkıntıyla varlık ve bolluk içinde yaşamaktansa, korkuları, sıkıntıları kovup açlıktan ölmek daha iyidir. Eğer, yenmesi senin elinde olmayan bir savaşa girmezsen yenilmezsin. Ya iç alemin, ya dış alemin servetini elde etmeye çalışmalı, ya bir filozofun ya da sıradan bir insanın karakterini seçmeli” der. Her şeye rağmen kendisine filozof dememeyi, cahillerin önünde güzel sözleri sayıp dökmek yerine, bu sözlerin buyurduğunu yapmayı önemser. Ona göre gösterişten kaçınmak ve şikayetsiz katlanmak gereklidir.


Hasta hekime gider. Hekim “Sıtmanız var, bir şey yemeyiniz sadece su içiniz” der. Hasta ona inanır teşekkür eder. Filozof da kültürsüz bir insana “Azgın isteklerinizin sonu yok. Kaygılarınız bayağıdır. İnançlarınız sahte ve yanlıştır.” der. Kültürsüz kişi öfkelenerek çıkar gider. Hasta ağrısını duyar, cahil bu acıyı duymaz, ayrım buradadır.


Dostluğu anlamanın yalnız düşünen insan için olanaklı olduğunu öne sürer. İyi ve kötünün ne olduğunu anlamayanın sevebilmesi nasıl olanaksız ise bir filozofu dinlemeye gidenlerin de gerekli ruh haline sahip olmaması durumunda sunulan kural ve formüllerin onların yaşamında hiçbir anlamı olmaz. Hazırlığı olmadığında geldiği gibi gider.


Bir başka konuşmasında “Hangi vasıtalarla bu mevkiiyi elde ettiğini soruyorum. Sana bunu sağlayan kimdir, kimin elini öptün, kimin kapısında yerlerde yattın, kime rüşvet verdin? Bu yeri hangi bayağılık hangi haysiyetsizlik, hangi sahtekarlıklarla aldın?” diye sorar. “Dindarlığınız ve isteyerek katlandığınız mahrumiyetler ne olağanüstü, inanılmayacak derecelere varmalı, ne de övünme ve gösteriş amacı yapılmalıdır. Bu durum, filozof yerine hokkabaz veya soytarı olmak demektir. İçimizde inşa edecek o kadar çok şey varken yalnızlıktan hiç şikayet etmemeliyiz” der. Mutluluk ve istek karşıtlığı üzerinde durur. “İsteklerimiz ve korkularımızı ortadan kaldırdığımızda bizim için hiçbir zalim kalmayacaktır. Erdemli ve kültürlü insan yaşamını feda ederek onu kazanır” diyerek irdeler. Diogenes pek haklı olarak “Bir insanın hürriyetini korumasının tek çaresi hiç üzülmeden ölmeye hazır olmasıdır” demiştir. Bir insanın özgür olup olmadığını anlamak için mevkiine bakmak son derece yanlıştır. İş tersinedir. Makam yükseldikçe o makamın sahibi daha çok esirdir. “Fakat bunların arasında istediklerini yapanları görüyorum diyecek olanlara yanıtı, onların bayramda efendisinin yokluğundan yararlanan esirler olduğudur. İstediğini elde eder etmez mutlu olacağını düşünenler aldanırlar. Onu elde eder etmez aynı kaygılar, üzüntüler, tiksinmeler, korkular, istekler baş gösterecektir. Saadet elde etmekte ve zevk duymakta değil, istememektedir”. Bu bağlamda, güzelliği inkar ederek ondan kurtulmayı değil onu bilerek ve dayanarak yaşamayı öngörür. Okuyup yazmanın daha iyi bir yaşama hazırlık için zorunlu olduğunu ve bunun için gerekli zamanı yaratmak gerektiğini söyler. Sonuç olarak Epiktetos, “İyiliğimiz ve kötülüğümüz yalnız irademizdedir” düşüncesindedir.


Nisan 04, 2009, 11:41:09 ös
Yanıtla #3
  • Ziyaretçi

MARCUS AURELİUS
İ.S 121 - 180



Marcus Aurelius, Stoa felsefesinin en önemli filozofudur. İmparator olan Marcus Aurelius’dan sonra Stoa ahlakı yalnız Eskiçağ’ın sonlarına dek değil, Ortaçağ’a, Rönesans’a ve modern zamanlara dek canlılığını sürdürür, bütün okullarda öğretilir.


Ahlaksal özgürlüğü, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmamayı, mantık dışında bir an bile olsa başka bir şeye bel bağlamamayı, en şiddetli acılarda bile aynı kalmayı; sabrını yitirmemeyi öne çıkarır. Kendine egemen olmayı ve tam bir kararlılığı her durumda ama özellikle hastalıkta serinkanlı olmayı, ılımlılığı, yumuşaklıkla ağırbaşlılığın uyumlu bir karışımının belirlediği bir karakter örneğini olumlar. Görevini yakınmaksızın yerine getirmeyi, davranışlarının iyi niyetli olduğu konusunda herkeste güven uyandırmayı, hiçbir zaman aceleci olmamayı, ne kararsız ne güvensiz, ne yenik olmayı, ne ansızın kahkahadan öfkeye ya da kuşkuya geçmeyi öğütler. Kibarlığa, yapmacıklıktan uzak bir nezakete önem verir. Yaşamı aşırı bir bağlılık göstermeksizin ama aynı zamanda onu savsaklamadan yaşamak gerekliliği üzerinde durur.


Başkalarının ruhunda olup bitenlerin ayrımına varamadığı için mutsuz olan bir insana rastlamak zordur. Ama kendi ruhunun devinimlerinin ayrımına varmayan bir insanın mutsuz olması kaçınılmazdır. Her şey, olduğunu sandığımız şeydir. İnsan ömründe onu koruyacak tek şey felsefedir. Öbür Stoa’cılarda gördüğümüz iç huzurunu öne çıkarır. “İçim huzur dolu olsun, başkalarının sağlayacağı yardıma gereksinimim olmasın. Dimdik durmalısın, başkaları ayakta tutmamalı seni” der. Çünkü insanın ussal ve toplumsal iyinin karşısına kalabalıktan gelen övgüleri, mevkii, zenginliği, tensel hazları koyması doğru değildir. Bunlar bir an için doğamıza uygun görülse de sonra ansızın bizi denetimi altına alır, sürükleyip götürürler. En iyisi yalın bir biçimde, tam anlamında özgürce seçmek ve bağlanmaktır. Tam anlamında dürüst ve arınmış bir insanın zihninde hiçbir zaman bir bozulma, içi çürümüş bir şey yer almaz. Ölüm saati gelip çattığında içinde bayağı olan hiçbir şey bulunmayacaktır. Ne dışsal şeylere aşırı bağlılık, ne onlardan kopukluk, ne de hesabı verilemeyecek veya gizlenmesi gerekli bir şey. Üzüntüye yol açan olaylar karşısındaki tavrı da kesindir:“Bu bir şanssızlık değildir ama ona yüreklice katlanmak şanslılıktır”.


Her ussal yaratığın ruhunun ortak özelikleri başkalarının onu engellemesine izin vermeyişi, kendi iyiliği için doğru davranmak arayışı ve arzularını buna göre sınırlandırmasıdır. Ussal bir ruh kendi kendini görür, kendi kendini devindirir, istemine göre bilinçlendirir, ürettiği meyveleri değiştirir, ölüm onu hangi anda yakalarsa yakalasın her zaman hedefine ulaşır. Benim olan her şeye sahibim diyebilir. Tutkulardan arınmış zihin güçlü bir kaledir. Çünkü insanın sığınabileceği ve hiçbir zaman saldırıya uğramayacağı daha sağlam bir yer yoktur. Bunu anlamayan sadece bir cahildir, anlayan ama ona sığınmayan da mutsuzdur. Yalnızca bilge kişi zengindir. Sonuçta o kimsenin ondan alamayacağı bir şeye sahiptir: iç özgürlük.


“Her insana sonsuz zaman uçurumunun küçük bir parçası ayrılmıştır. İnsan nasıl bir anda sonsuzluğun içinde yok olup gider? Yeryüzünün hangi küçük toprak parçacığı üzerinde sürükleniyorsun? Bunu göz önüne alarak şundan önemli bir şeyin olmadığını düşün: Bireysel doğanın seni yönelttiği şeyi yapmak, evrensel doğanın sana getirdiğini kabul etmek. Dış bir nesne bize acı verdiğinde gerçekte bize acı veren o dış nesne değildir. Bizim onunla ilgili yargımızdır. Kızgın, allak bullak, ya da üzgün olduğumuzda kendimizden yani görüşlerimizden başka bir şeyi suçlamayalım” der. Sonuç olarak Marcus Aurelius’a göre “Evren değişimdir, yaşamsa kanı”.



SONUÇ ;


Stoa felsefesinin izlerini bugün hem felsefede, hem bilimde görmekteyiz. Psikiyatride yöntem olarak kullanılan bilişsel tedavi bunun somut örneklerinden biridir. İnsanın algı kalıplarını, şemalarını değiştirmek üzerine kurulu bu disiplinde yaşamda acı, sıkıntı, üzüntü veren şeylerin aslında özde böyle şeyler olmadığı, algımızda böyle şekillendiğinden yola çıkılır. Öfkenin, duygusal çalkantıların, tutkuların esiri olmuş insanların savruluşlarına yanıt arayan bugünkü bilimsel dizgenin bundan iki bin yıl öncesindeki bütüncül ve evrensel yaklaşımlı Stoa felsefesi ile ilişkisini anlamak, insanlık tarihinin gelişim evrelerini görme anlamında önemlidir. Bilimsel devrimler ve teknolojik gelişim insanlığın yönünü hızla değişime uğratsa da insanın özüne dair birçok sorun ve konunun değişmediği görülmektedir. Dünya nimetlerinden yararlanmadan, sahip olmadığında, yaşamadığını sanan modern insanın mutsuzluğu bu bakış açısıyla değerlendirilebilir. Descartes “Yöntem Üzerine Konuşma” kitabında Stoa’cılardan yola çıkar ve talihi yenmektense kendini yenmek, dünyanın düzenin değiştirmektense arzularını değiştirmek için çaba göstermek amacında olduklarını irdeler. Bir zamanlar talihin hükmüne boyun eğebilmiş, acılara ve yoksulluklara rağmen tanrıları ile tartışabilmiş filozofların sırrı budur diye ekler. Öyle görünmektedir ki Stoa’cılar, gelecekteki yaşam sorunuyla pek ilgilenmemiş, yaygın bazı inanışları benimsemekle yetinmişlerdir. Bu öğretide saflığa ilişkin bir titizlik, dünya nimetlerine karşı bir küçümseme, alçakgönüllüğe ve soylu erdemlere teşvik vardır. Bir de ölüm hakkında derinlemesine bir düşünme. Hıristiyan teolojisi ile derin bir karşıtlık taşır. Stoa’cılığın, bugün olduğu gibi insanlık tarihinin ilerleyen dönemlerinde de önemini koruyacağı görülmektedir. Ülkemizde bu alanda artan nitelikli eskiçağ felsefe metinleri ve bu konuyla ilgili birincil kaynak çevirileri önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Günümüzde bilgi-ahlak ilişkisi üzerine düşünmek için Stoa’cıların öne sürdüklerini bir kez daha dikkatlice okumakta yarar vardır.





Haluk GÜRİZ


http://www.turkdirlik.com/Bilgimece/Felsefe/HGuriz0011.htm


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
5 Yanıt
9298 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 04, 2008, 08:36:36 ös
Gönderen: Prenses Isabella
0 Yanıt
3568 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 16, 2007, 08:56:37 ös
Gönderen: shemuel
6 Yanıt
6701 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 25, 2012, 12:53:24 öö
Gönderen: vitriol
0 Yanıt
13174 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 18, 2010, 04:46:22 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
4129 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 12, 2010, 09:58:13 ös
Gönderen: KUZEYDOĞU