Ertesi sabah erkenden kalktık. Güneş doğarken hepimiz çoktan tapınağın kapısında, iki sütunun önünde, üçümüz bir yana, üçümüz diğer yana yerleşmiştik.
Yükselen güneşin ışığı iç avlunun döşemesine düşmeye henüz başlamıştı ki, Adoniram çıkageldi. Bir omzuna kocaman bir kangal halat asmıştı; elinde de irice bir meşale taşıyordu.
Bize şöyle bir bakış attıktan sonra ilk sözü, «Bilerek mi böyle sıralandınız?» demek oldu.
Neden söz ediyordu ki acaba?... Benim yüzümde bir soru işareti.
Herhalde ötekiler de benim gibiydi ki, «Baksanıza, iki grup olmuşsunuz. Bu gruptakilerin yaşlarını toplarsak 81 eder. Ötekini toplarsak, o da 81. Hayret.» dedi.
Hayret ki ne hayret!… Oysa bizim öyle bir düşüncemiz yoktu; şu rastlantıya bakın, bu bir. İkincisi hepimizin yaşını bilmesinin yanı sıra bu hesabı nasıl böyle hemencecik yapıverdiği akıl erdirilir gibi değildi. Sanırım, bildiğimizden, düşünebildiğimizden daha zekiydi.
İnsan bazı zaman doğada kendine göre bir düzen kurabilmek için çok uğraşır. Oysa doğanın kendine özgü, hiç şaşmaksızın işlemekte olan bir düzeni vardır.
İnsan doğayı kendi istemine göre değiştirmek için uğraşacağına, onu anlayarak ona uymaya, yasalarını araştırarak öğrenip ondan yararlanmaya bakacak olsa, kendisinin de bir öğesi olduğu doğanın bu bozulmaz düzeni içinde kendi uyumluluğunu da sağlar.
Dışarıdan bakıldığında, bazı olgular, insana kendi kendine ve en yetkin biçimde oluşuyor gibi görünür. Oysa hiçbir şey kendi kendine oluşmaz. Her oluşumun bir yasası vardır. Bu yasanın kapsamında yer alan, kuralı bozmayan istisnalar bile doğanın kendiliği ve yasasının gereğidir.
Doğanın yasaları, insanın önünde okunmayı bekleyen açık bir kitapta yazılı gibidir. İnsanın karşı karşıya olduğu asıl güçlük, o kitabı okumayı bilmesi, okuduğu zaman da ne okuduğunu anlamasıdır.
Adoniram başka bir şey söylemeden, “Ne düzen ama!” gibi düşünürcesine başını sağa sola sallayarak aramızdan geçip tapınağa girdi. Biz de peşine takıldık. Dosdoğru iç bölmeye gittik.
Akşam buradan ayrılırken şamdanın mumunu yanar bırakmıştık. Hâlâ yanıyordu.
«Biriniz açsın bakalım.» dedi.
“Neyi?” diye sormaya gerek yoktu; belliydi.
Birbirimize baktık, kim gönüllü diye… Yaşça en gencimiz olan Yosafat atak davrandı. Küptaşın başına geçti; dengesini kurdu ve ilk deneyişinde açtı.
Adoniram «Önce kuyunun dibine ineceğiz.» diye başladı, «Yoapert, sen şu dün kullandığımız halatlardan birini getir bakalım.»
Getirdim.
«Şimdi eğilip oyuğun kenarına bak. Orada bir demir halka göreceksin. Gördün mü? Tamam. Halatı o halkaya geçirip sıkıca bağla ve aşağıya sarkıt.»
Dediğini yaptım.
«Teker teker ineceğiz. İniş kolay; sarılıp kayacağız. Halat asıl döndüğümüzde gerekli; sarılıp tırmanacağız. Umarım hepiniz halata tırmanmayı başarıyordur da kimseyi bağlayıp çekmek zorunda kalmayız.»
Gülüştük.
«Kuyunun tabanında dar bir düzlük var. Hepimiz indikten sonra art arda dizilip şu getirdiğim uzun halatla birbirimize sıkıca bağlanacağız. Çünkü oradan sonra hayli dik bir yokuştan aşağı ineceğiz hep birlikte. Olur ya, içimizden birinin ayağı kayıp düşerse, ötekiler onu tutacak. En önde ben gideceğime göre en tehlikeli durumda da yine ben olacağım. Bu demektir ki aşağıda benim canım size emanet.»
Yine gülüştük.
Meşaleyi yaktı. «Şimdi ben iniyorum. Arkamdan halatı gönderin.» dedi.
Elinde meşaleyle birlikte oyuğa girdi. Benim halkaya bağladığım halata tek koluyla şöyle bir sarıldı ve bir anda gözden kayboldu. Ben oraya nasıl ineceğimi kara kara düşünürken, o bir elinde yanar meşaleyle cambaz gibi kayıvermişti. Yaşı hepimizden hayli ileri oluşuna karşın çok çevikti.
Adoniram’ın ardından kangalı aşağıya gönderdik. Sonra her birimiz teker teker halata sarılıp kayarak onun yanına indik. Denemeden önce sandığım kadar da zor iş değilmiş meğer.
Orada, art arda dizildik. Halatı koltuk altlarımızdan sıkıca sararak birbirimize bağlandık.
Kimisinin eli kolu hep bağlı gibidir. Bırakın başkalarını, kendisi için bile istese de doğru dürüst bir şey yapamaz. Hele değişmek, gelişmek, evrimsel doğrultuda ilerlemek isterse bunu hiç başaramaz. Hatta bu bakımdan çoğu kişi kendisini başkalarının etkisinden ve toplum içinde yaratılmış yanılgılı töre ya da baskıdan kurtaramaz. Nitekim bu bakımdan toplumsal ortamda bilinç edinememiş olarak yaşamakta olan insanlara aslında “toplum” değil “sürü” demek çok daha doğru olur.
Çalışmak bize çok şey öğretir. Edindiğimiz her yeni bilgi de bize giderek daha çok bilgi edinmemiz gerektiğini gösterir.
Bilgilerimiz arttıkça yetersizliğimizin farkına daha çok varırız. Dogmalarımızı, olumsuz tutkularımızı gidermiş olduğumuzu sanabiliriz ama hiç kalmamış olduğunu nasıl ileri sürebiliriz?
Bağnazlıktan sakınmaya uğraşabiliriz. Buna karşın acaba hiç inatla diretmelerimiz, bağnazca tutum ve davranışlarımız kalmamış mıdır?...
Hiçbir boş inancımız olmamasıyla âdeta öğünürüz. Acaba gerçekten hiç yok mudur?
Birey, kendisine ilişkin bu gibi soruların yanıtlarını kendi başına veremez. Bunları yanıtlamak başkalarına düşer. Birey ancak bu soruları zihninden geçirip kendi kendini yoklayarak yargılayabilir. Bundan sonrasını başkaları yapmalıdır. Bir kişi hakkında nasıl bir yargıya varmış olurlarsa olsunlar, bunu o kişinin yüzüme karşı söylemeli, onu eleştirmelidirler. İnsanın yanılgılarını giderebilmesi için öz eleştiri yeterli olmaz.
İnsan yalnız başına olumlu bir yaşam sürdüremez. Her bakımdan kendi kendine yetemez. Başkalarına gereksinmesi vardır. Bir toplumda insanların birbirlerine gönülden bağlı olması, dayanışma içinde birlik ve bütünlük oluşturmaları da toplumun genel yararı bakımından kaçınılmazdır. Toplumun bu genel yararı, bireye de bir özel yarar olarak yansır.
Buna karşın birey, kendi buyrultusuna egemen olabilmeli, diğer kişiler üzerinde hiçbir olumsuz etki yaratmadan özgürlüğünü korumalıdır. Hele düşünme ve vicdan özgürlüğünü toplumun çoğunluğunun yargılarına hiçbir zaman ve hiçbir koşul altında teslim etmemelidir.
Tüm bu düşünülerin niçin o daracık yerde ve anda zihnimden akıp geçtiğini bilemiyorum doğrusu. Sanırım bir simgeleştirme yaptım o anda. Pek de yanlış yapmadığım kanısındayım çünkü çok daha sonra bir araya gelerek söyleştiğimizde, o anda geçirmiş olduğum bu âdeta bir tür zihinsel fırtınayı diğer kardeşlere de anlattığımda, dördü bana katılmış, bir tek Stolkin bu düşünülerimi çok romantik bulmuştu.
Ben Adoniram’ın hemen arkasındaydım. Bir süre için meşaleyi bana tutturdu; halatın ucundaki uzantıyı bir kement gibi düğümledi ve kendi koltuk altlarından geçirip sıkıştırdı. Sonra meşaleyi alıp «Haydi gidiyoruz.» diyerek ağır ağır yürümeye başladı. Arkamdakilerin durumunu göremiyordum gerçi ama onları bir kervanda birbirinin ipini tutarak art arda yürüyen develer gibi düşünüyordum.
Burası, kaya içinde oyularak açılmış bir tüneldi; daha doğrusu bir dehliz. Bereket tabanı pek düzgün değildi de neredeyse dimdik diyebileceğim bir yokuştan aşağıya inerken kaymıyorduk. Ara sıra birimizin tökezlediği olmuyor değildi; o zaman hemen halat geriliyor ve doğrulabiliyorduk. Tavanın iyice alçaldığı yerler de oluyor, o zaman Adoniram başımızı çarpmamamız için bizi önceden uyarıyordu.
Adoniram’ın elindeki meşale olmasa zifiri karanlıktı bu tünel ya da dehliz. En şanslı bendim; Adoniram’ın hemen arkasında olduğum için. Tünel dümdüz de değildi, yer yer bir sağa bir sola kıvrılıyordu. Bu nedenle arkadakiler sanırım benden çok daha gazla karanlıkta kalıyordu.
Bir yandan yürüyor, bir yandan içinde bulunduğumuz ortamı değerlendirerek düşünüyordum. Adoniram’ın elindeki şu meşale olmasa ne yapardık acaba? Zifiri karanlıkta da böyle ilerleyebilir miydik?
Karanlık… Kimisi aydınlıkta bile karanlıkta kalmış gibidir. Ne kadar bakarsa baksın hiçbir şey görmez, göremez. Sanki bir gözbağı takmış gibidir. Farkında bile olmadan kendisini karanlığa, bilgisiz kalmaya tutsak etmiş, bilimsel gerçekleri bir yana itip dogmalara bağlanmış hatta belki olumsuz tutkularını da gideremediği için bağnazlığa düşmüş, boş inançlara kapılmıştır.
Bir gün o gözbağını çıkarıp atarsa, ışığı görürse, baştan sona bilgiyle donanabilir mi?
Korkarım olanaksız...
Dogmalarından hemen sıyrılabilir, aydınlanma yolunu tutabilir mi?
Ne yazık ki çok zor... Belki zamanla…
Kendi kendine, hiçbir bakımdan bağnazlık etmediğini söyleyebilir mi?
Kuşkulu...
Hiçbir boş inancı kalmamış olabilir mi?
Bunu ileri sürerse büyük olasılıkla yanılır.
Gözbağını çıkarıp atmakla, ışığa kavuşmakla bunların hepsine birden kolayca ulaşılamaz. Göz birdenbire görür ama o görüntüyü zihin değerlendirir, akıl yorumlar ve anlamının kavranılmasını sağlar. Bu da öyle birdenbire olmaz; zaman içinde yinelemeyle doğrulamayı gerektirir.
Ha gözbağı ha karanlık… Farkı yok.
İşte şimdi biz de iç bölmenin o aydınlık ortamını terk etmiş, -aydınlık dedim çünkü o şamdanın yedi kandili birden yakılırsa orası pırı pırıl olurdu- karanlıkta yol alıyorduk. Bu karanlığın sonunda Adoniram’ın varacağımızı söylediği gizli bölmede neyle, nasıl bir ortamla karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Umudumuz ışık ve aydınlanma olacaktı kuşkusuz.
Aşağıya doğru indikçe hava giderek ağırlaşıyor, nefes almak güçleşiyordu. Adoniram da bunun farkındaydı. Nitekim bir ara, «Biraz daha dayanın kardeşlerim.» diye seslendi, «Az sonra havalandırma kanallarından birine varacağız.»
Ne mutluluk veriyordu içime dolan o dediği noktaya varışımızla… İnsan, yaşadığı yerde hava kendiliğinden, zaten “var” olduğu ve pek eksilmediği için onun önemini ancak havasız kaldığı, boğulacak gibi olduğu zaman anlayabiliyor. Hep ve her konuda öyle değil midir? Bizim olan bir şey “var” olduğu sürece onun önemini ve değerini kavrayamayız fakat ya onu yitirdiğimizde?
Orası düzlüktü. Kısa bir süre soluklandık. Bir sonraki havalandırma kanalının bağlandığı düzlüğe varıncaya kadar aynı şekilde gittik. Ancak bu kez bir fark vardı. Burası bir yol ağzı gibiydi. Geldiğimiz yönü de sayarsak tünel dörde ayrılıyordu. Adoniram, tam karşımızın çıkmaz, solumuzun ise lâbirent olduğunu söyledi. «Şimdi biz sağdan, bu kez bir süre için yokuş yukarı tırmanarak gideceğiz.» dedi.
Önce tırmandık, sonra yine indik.
Bir havalandırma kanalının daha bağlandığı bir diğer düzlüğe geldiğimizde Adoniram birdenbire durdu. Öyle ki, yokuş aşağı gittiğimizden ve hemen arkasında olduğumdan, hiç beklemediğim bir anda duruverince, üzerine yıkılmaktan kendimi alamadım.
«Gözünüz aydın! Geldik.» dedi.
Gelmiştik de, nereye?
Meşalenin ışığında seçebildiğim kadarıyla önümüzde bir demir kapı vardı.
Adoniram, artık halatı çıkarabileceğimizi söyledi. «Ancak öylece oraya bırakın. Dönüşte yine takacağız.» dedi. Sonra da, «Gareb, neredesin? Yanıma gel.» diye seslendi.
Gareb arkadan gelip öne geçti. Adoniram meşaleyi kapıya doğru tuttu. «Bak bakalım, bunu hatırlayabilecek misin?» diye sordu.
Kapıya iyice yaklaşan Gareb, «Evet, ben bunun üzerinde çalışmıştım ama şu çıkıntıları ben yapmamıştım.» diye yanıt verdi.
«Doğru. Senin hazırladığın dövme çelik levhalar daha sonra birtakım başka işlemlerden de geçirildi ve en sonunda çok zor açılan bir kapı haline getirilip buraya yerleştirildi.» dedi.
Hepimize birden şöyle bir açıklama yaptı. «Bu kapı iki yöntemle açılır. Birisi anahtar kullanmaktır. Ötekisi ise az önce Gareb’in dikkatini çekmiş olan çıkıntılara belli bir sırada, bir şifreye uygun olarak basmaktır. Yanlış şifre kullanılırsa, kapı bir daha anahtarla bile hiç açılamayacak biçimde kilitlenip kalır. Bu bakımdan çok tehlikelidir. Bence en iyisi o çıkıntılara hiç dokunmadan anahtarı kullanmaktır.»
İnsan daha önce hiç karşılaşmamış olduğu birtakım bilgiler elde ettiğinde gerçeklere varmış olduğunu sanabilir. Oysa varmış olduğu sadece doğanın sonsuz gerçeğine ilişkin göreli doğrulardan bir bölümüdür. Bunlardan her biri ona tam gerçeğe doğru biraz daha yaklaşma olanağını sağlar. Ancak onun tam gerçek olup olmadığını anlayabilmek için ise, insanın sınırsız düzeyde bilgi sahibi olması gerekir.
Adoniram, «Şimdi kapıyı açacağım.» dedi. Meşaleyi Gareb’in eline tutuşturdu. Koynundan bu karanlıkta bile ışıl ışıl parlayan, olası ki altından yapılma iri bir anahtar çıkardı. Kapının deliğine soktu ve çevirdi. Çıkan madeni sesten kilidin açıldığı belli oldu.
Sonra iki eliyle kapıyı ileriye doğru itti.