Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Bir Tapınak Yapıldı - 22  (Okunma sayısı 4024 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Kasım 12, 2010, 09:22:58 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



Yoapert günlerden beri Kral Süleyman’ın sarayında işsiz güçsüz dolaşıp duruyordu.

Gerçi ara sıra şantiyeye çıkmıyor değildi ama o gidişleri de ona sıkıntı veriyordu aslında… Çünkü özellikle çırak ve kalfalar hatta kimi ustalar bile Yoapert boynunda o ağır kolyesini taşıyarak geldiğinde neredeyse işlerini bırakarak durup ona bakıyordu.

Adoniram bile böyle bir durumla karşı karşıya değildi. Onun gezip dolaşmasına alışmışlardı; işlerine devam ederlerdi o bir şey söyleyene ya da sorana dek.

Yoapert biraz da kuruntu yapıyordu. O şantiyeye geldiğinde oradakilerin ona ilişkin olmak üzere nasıl olup da böyle bir ayrıcalık edinmiş olduğumu merak ettiklerini, bir kayırma sonucu aslında hak etmediği bir mertebeye getirilmiş olduğumu düşündüklerini sanıyordu. Bundan ötürü keyfi kaçıyor, huzursuz oluyordu ama bunu kendisinin yarattığının da farkında değildi. Abartıyordu. Belki hiç de öyle düşünmüyorlardı.

Bu yüzden de kendisini âdeta saraya tutsak etmiş, şantiyelere daha seyrek gider olmuştu.

Sarayda da sıkılıyordu. Ona göre burada bulunuşunun tek bir gerekçesi vardı; o da kralın ona bir başka özel görev verme gereğini duyma olasılığıydı. Bir ara öyle demişti ya…

Sarayda yaşamak bir bakıma rahattı. Ekmek elden su göldendi ama yapacak işi yoktu. Oysa tüm yaşantısı boyunca boş durmak nedir hiç bilmemişti. Paslanıyordu. Buna alışmak da zor geliyordu ona.

Kimilerine de çalışmak zor gelir.

İşte günlerden öyle bir gün, “Acaba şu sarayda kendime yapabileceğim bir iş çıkaramaz mıyım?... Hiç olmazsa kırılmış dökülmüş bir yer olsa da izin alıp onarımına girişsem» diye düşünüp, binayı bir de bu gözle dolaşmaya girişmişti.

Kralın kabul salonunun önüne geldiğinde, koruyucuyu yerinde göremedi. Bu da içeride kimse bulunmadığını gösterirdi. Olsa, koruyucu oradan kesinlikle ayrılmazdı. ”Belki Kral Süleyman bir başka yere gitti. O da ona eşlik ediyor alsa gerek.” diye düşündü.

Durum böyle olunca; hazır ortalıkta hiç kimse yokken şu kabul salonuna girip orasını bir Diyonios Zanaatçısı gözüyle şöyle iyice incelemek geldi aklına ama bunu düşündüğü anda caydı. İşte bu olmazdı. Yapmamalıydı. Sarayda her nereye isterse girebileceği söylenmişse de bunun bir sınırı olsa gerekti.

Özgürlüğün ve yetkinin hiçbir sınırı olmadığı tek alan, insanın kendi düşünce ve vicdan evrenidir. Bireysel düşünce ve vicdan üzerine hiçbir sınır, hiçbir kısıt konulamaz. Kimileri başkalarının düşüncelerini ve vicdanını sınırlayıp kendi istedikleri biçimde yönlendirmeye girişir. Bunun nedeni kendi tutkularını doyuma ulaştırmak, kendi çıkarlarını korumaktır. Birey, bu eğilimin bilincine varmalı, çok sevdiği ve saygı duyduğu kişilerin bile böyle bir tutumuna karşı koyarak özgürlüğünü korumalıdır.

Ancak birey, yaşadığı toplum içinde ve çevresinde başkalarının da kendisi gibi ve kendisi kadar, aynı kapsamda özgürlüğünün bulunduğunu, onların bu özgürlüklerinin de korunması gerektiğinin bilincine varmalıdır. Bunun için, kendi özgürlüğünü, başkalarının özgürlüğü ile sınırlandırmasını da bilmelidir.

Kabul salonuna girme düşüncesini kafasından atınca, yandaki koridora saptı. Ortalıkta kimseler yoktu ama pek sessiz de sayılamazdı. Derinden bir yerden iki kişinin sesi duyuluyordu. Sesler bir inip bir çıkıyordu. O iki kişi her kimse, konuşmaktan çok atışıyorlar gibiydi.

İlerledi; seslerin geldiği yana doğru yöneldi. Bir an o sesler gerisinde kaldı; döndü.

Koridorun kabul salonuna bitişik olan duvarı, belli bir noktada sanki yerinden biraz oynamış gibiydi. Sesler oradan geliyordu.

Yaklaşıp yoklayınca, orada bir gizli kapı bulunduğunu keşfetti. Demek kabul salonuna böyle yandan da girilebiliyordu. Demek ki sesler de salondan geliyordu. İyi ki az önce aklından geçirdiğini yapmamış, kapıyı açıp içeri girmemişti. Yoksa çok zor durumda kalabilirdi.

Yerinden oynamış olan duvar panosunu tırnaklarımın ucuyla biraz daha kaydırdı. Yanılmamıştı. Oraya bir gizli kapı yapılmıştı. Dışarıya doğru açılıyordu. Parmaklarını sokuşturarak az daha araladı. Bu kapı dışarı çıktıktan sonra da itilerek kapatılmış olmalıydı ama demek ki buradan en son kim çıkmışsa iyi itememişti.

Az daha çekti. Ayaklarının ucuna basarak içeriye süzülüverdi.

Şimdi önümde ağır bir kara perde vardı. Sesler artık çok daha belirgin olarak duyuluyor, ne söylenmekte olduğu bile anlaşılıyordu.

Aralarında geçen konuşmaların öncesinde, Kral Hiram Süleyman’a şöyle yüklenmişti: «Dün dönüş yolumun üzerinde olduğu için Galile’ye uğradım. Bana vereceğini söylediğin o 20 köyü tek tek gezdim. Sen benimle alay mı ediyorsun?... Dalga mı geçiyorsun? Yoksa bara bir kastın mı var? Orası kupkuru, çorak bir yer. Hiçbir şey yetiştirilemez. Hiçbir işe yaramaz. Böylece kendi başına dert olmuş bir bölgeyi benim üzerime mi yıkmaya çalışıyorsun?... Bak sana açıkça şunu söyleyeyim. Kesinlikle kabul etmem.»

Süleyman ise şöyle yanıt vermişti: «Yanılıyorsun... Ne bağırıp duruyorsun? Önce şu bağırmayı kesip bir kez beni dinlesen, yanılmakta olduğunu anlayacaksın.»

Oysa Kral Hiram’ın bağırmayı keseceği yoktu. «Olmaz böyle şey!... Kabul etmiyorum.»

«Neden ki?... Anlamıyorsun. Anlamaya çalışmıyorsun. Bana anlatma fırsatını vermiyorsun?»

Hiram onu dinlemiyordu bile.
«Sana vermiş olduğum desteğin karşılığı bu mu olacaktı?... Ayıp, ayıp! Bir de adaleti gözettiğin, herkese karşı dürüst davrandığın söylenir. Bu mu senin adaletin?... Dürüstlüğün böyle mi?...

«Dinlesene be adam…»

«Açıkça beni kandırmaya kalkıştın. Yuh olsun sana. Bu senin yapmış olduğun adaletten tümüyle yoksun, her yaptığında bir haksızlık olan, hep kendi çıkarı peşinde koşan bir krala bile yakışmaz.»

Yoapert işte bu aşamada başlamıştı onları dinlemeye. Süleyman’ın sesini hemen tanımıştı. Öteki kimdi ki acaba? Yüce Kral Süleyman’a karşı kim böyle ağzını açabilir, dil uzatabilirdi?

Önündeki ağır perdeyi biraz aralayıp, diğer sesin sahibini görmeye çalıştı.

Sur Kralı Hiram olduğunu görmekte gecikmedi. Oysa onu daha önce kim bilir kaç kez görmüştü. Demek ki böyle yüksek sesle bağırınca sesinden çıkaramamıştı.

“Bunun da yine ne işi var ki burada?” diye düşündü. “Hiram Usta’nın cenaze törenine gelmişti, tamam, sağ olsun ama yeter. Hâlâ ne dolanıp duruyor Kudüs’te? Hiç kendi ülkesine gitmez mi? Derdi ne bunun?”

Böyle düşününce bir kez daha Sur Kralı Hiram’a karşı bir ön yargısı olduğunu, ondan öteden beri hiç de hoşlanmadığımı anladı.

Bir an kendi kendisine kızdı. Böyle bir düşünce, bu tutum ona, insanları ayırımsız olarak sevdiğini ileri süren bir kişiye yakışır mıydı?

Sonra da yine kendi kendisine savunmasını yaptı. Belki yakışmazdı ama o bağlamda yeterince olgunlaşamamış olduğunu kendisi de biliyordu. Daha birçok yönden olduğu gibi, bu bakımdan da noksanları vardı işte.

Önümü kapatan perdenin aralığından salona iyice bir göz gezdirdi.

İçeride ikisinden başka kimse yoktu. “Acaba Sur kralı nasıl oldu da buraya girebildi?” diye düşündü. “Onu Süleyman getirmiş olamaz. Öyle olsaydı, koruyucu kapının önünde beklerdi.”

Bir tahmin yürüttü.

Anlaşılan, Süleyman önceden de buradaydı. Koruyucuyu da bir yere göndermiş olsa gerekti. Kral Hiram geldiğinde, o izbandut gibi Zerbal yerinde olmadığından, içeriye dalmıştı. Gerçi sarayın girişinden bu yana daha birçok koruyucu vardı ama herhalde Sur kralını iyi tanıdıkları için geçmesine engel olmamışlardı.

Bu tahmin kafasından âdeta yıldırım hızıyla geçerken, içeride iki kral arasındaki ateşli tartışma sürüyordu. Süleyman hep bir açıklama yapmaya çalışıyor ama Hiram onu dinlemeye yanaşmıyordu. Bir süre daha bağırıp çağırdı. Sonunda nefesi tükendi ve sustu. Sinir içinde öteye gidip bir yere oturdu.

Süleyman fırsatı yakalayınca, «Ben sana tapınağımızın yapımında kullanılmak üzere göndermiş olduğun malzemenin bedelini mısır, şarap ve zeytinyağı vererek ödedim mi, ödemedim mi?» diye sordu sertçe.

Hiram da aynı tonla «Tamam. Ödedin. Benim bir alacağım yoktur ama sorun o değil.» diye karşı çıkacak olduysa da, Süleyman sesini iyice yükseltti. «Ben seni dinledim. Şimdi de sen beni dinleyeceksin. İstesen de istemesen de dinleyeceksin. Nerede olduğunu unutma.»

Hiram sustu.

Demek sorun bir alacak verecekten ileri geliyordu. Yoapert, “Eh, Sur Kralı Hiram’dan da başka türlüsü beklenmezdi zaten. Üstelik alacağı kalmadığını da söylüyor. Daha ne?” diye düşündü.

Süleyman, «Ben yaptığımız alış verişin ötesinde kendimi sana ayrıca manevi bakımdan da borçlu saydığımı söylemiştim. Sen da bana borcun tümüyle ödenmiş olduğunu, hiçbir alacağının kalmadığını söylemiştin. Doğru mu, değil mi?» diye sorunca, Hiram kısaca «Doğru! Öyle dedim. Sözümün arkasında da dururum. Fakat konumuz o değil.» diye yanıtladı.

Süleyman, «Neymiş konumuz?... Ben borcumu sana ördemiş olmama karşın Galile’nin batısındaki o 20 köyü sen istemesen bile ben sana vermeyi önerdim. Sen istemedin. Gerekmez dedin. Bu benim önerimdi; fazladan. Bu da doğru mu, yanlış mı?» diye sordu.

Hiram «Tamam, doğru ama...» diyerek devam edecek olduysa da, bu kez de Süleyman onun sözünü kesti.

«Kesme… Şimdi konuşma sırası bende… Bunun üzerine sen yolunun üzerinde sayılır diye oraya uğramışsın ve her yerin çorak, işe yaramaz, yıkıntı döküntü halinde olduğunu görmüşsün. Orasını alınca başına dert olacağını düşünüyor, bunun için parlayıp duruyorsun, öyle değil mi?»

«Evet!... Yanlış mı?»

«Yanlış değil ama oraya öyle hemen gitmemiş olsaydın hiç de böyle düşünmeyecektin. Gelip bana haksız suçlamalarda bulunmayacaktın. Çünkü oradaki köylerin kötü durumda olduğunu ben de biliyorum. Önce hepsini onarımdan geçirtip, tarlaları ektirip, çevreyi yeşillendirtecektim. Sen bunların yapılmasına fırsat vermeden, hiç beklemeden benim aklımdan geçenleri, tasarımlarımı bilmeden gelip bana yüklendin. Şimdi asıl sen bana söyle bakalım: Bu yaptığın haksızlık değil mi?... Bilir bilmez, birinden duymuş olduğu ya da kendi kafasında oluşturduğu böyle bir kanıyla davranmak, üstelik haksızca öfkelenmek  bir krala yakışır mı?»

Kral Hiram yanıt vermedi.

Belli ki pişman olmuştu. Şimdi özür dilemesi gerekiyordu ama nasıl?

Sessizlik… Şimdi ikisi de susmuştu.

Yoapert perdeyi biraz daha aralayarak ne yapmakta olduklarını görmeye çalıştı.

Kral Hiram ne diyeceğini bilemez gibiydi. Oturduğu yerden kalktı. Amaçsız dolaşmaya başladı. Galiba bu kez Süleyman’a karşı yaptığı davranıştan ötürü kendine kızmıştı.

Ancak bu arada Yoapert perdeyi fazlaca açmış olsa gerek ki, Kral Hiram dolaşırken ansızın onu görüverdi. Aklı başından gitti. «Ne?... Bir casus.» diye bağırarak üzerine atıldı. Yoapert’i perdenin arkasından hışımla çekip, salonun ortasına doğru sürükledi. Yere yıkıp, üstüne çullandı.

Yoapert karşı koyamadı. Zaten ne yapabilirdi ki? O anda Kral Hiram’ın elinde bir hançer parladığını gördü. Ölümle karşı karşıyaydı.

Kral Hiram tam hançerini Yoapert’in göğsüme ya da boğazıma saplamak üzereydi ki, Süleyman yetişti. «Hiram dur! O Yohaben.» diye haykırdı. Bir yandan da Hiram’ın kolunu geri çekmeye çalışıyordu.

Kral Hiram durakladı. Hançerini indirmeden Yoapert’in yüzüne dikkatle baktı. Tanıdı.

Üzerinden kalkarken, «Ne arıyorsun sen burada?» diye çıkıştı.

Süleyman, «Sakin ol!... O işi ben çözümlerim.» diyerek, Kral Hiram’ın koluna girip onun Yoapert’in yanından uzaklaştırdı.

Kral Hiram hançerini kınına soktu. Yoapert ise olduğu yerde yığılı kalmıştı.

Tam bu esnada salonun kapısı gümbürdeyerek açıldı ve Koruyucu Zerbal elinde kılıcıyla içeri daldı.

Süleyman, sanki hiçbir şey olmamış gibi Zerbal’a «Kral Hiram ülkesine gitmek üzere yola çıkmak üzeredir. Kendisine eşlik edilsin.» diye buyurdu ve onu salonun kapısına kadar götürdü. Orada kucaklaşarak uğurladı. İşin doğrusuna bakılacak olursa saray kapısına kadar çıkarak onu geçirmesi gerekirdi ama anlaşılan burada ortaya çıkmış olan bu keyifsiz durum nedeniyle böylesini yeğlemişti. Hem olası ki zaten daha önce onu gerektiğince törenle uğurlamıştı; ikincisine gerek yoktu.

Yoapert, “Şimdi Sur Kralı Hiram bu olayı da bir sorun haline getirecek olursa vay benim halime!” diye düşündü ama ne yapması gerektiğini bilemediğinden öylece kaldı. Buraya girdiği gibi çıkıp gitmek bir yana dursun, ayağa kalkıp kalkmamaya bile karar veremiyordu.

En uygun olan davranış tarzının yere diz çöküp hiç kıpırdamamak olduğunu düşündü ve başımı öne eğerek öylece bekledi, kaderine razı olmuş bir biçimde.

Merak, iyi niyet taşımadığı hallerde zararlı bir tutkuya dönüşebilir. Aşırılığa kaçan ya da açıkça ortaya konan merak, bunun kaynağını ya da amacını bilmeyenlerce yanlış yorumlanabilir; sonunda yarardan çok zarar getirebilir.

Hiç kimse, hiçbir düşünceyi, görüşü, savı, tutumu ve davranışı, ayrıntılarıyla ve tüm yönleriyle incelemeden, onun üzerine bir yargıya varmamalı, onu ön yargılı bir tutumla yanlış, kötü, zararlı, hor ya da haksız bir uygulama olarak nitelendirmemelidir.

Ön yargı ile başlatılan her eylemde büyük bir yanılgı payı bulunması olasılığı yüksektir. Bir kez ön yargıyla ve “karşıt sanılan” tutum ya da davranışın iyice anlaşılmasına çalışılmadan kanılara saplanmak alışkanlığı edinilince, bunun sonucunda onarılamaz yanlışlıklar ve giderilemez zararlar ortaya çıkabilir. İnsan, sonradan çok geç kalınmış bir pişmanlığa düşebilir.

Kral Süleyman kapıyı kapatıp döndü; Yoapert’e hiçbir şey demeden yanından geçip dosdoğru tahtına gitti.

Şimdi Süleyman tahtında, Yoapert salonun ortasında süklüm püklüm diz çökmüş olarak, öylece duruyorlardı.

Süleyman gözlerini Yoapert’e dikmişti ama Yoapert’in onunla göz göze gelmeye cesareti yoktu.



« Son Düzenleme: Aralık 09, 2010, 02:33:30 ös Gönderen: dogudan »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Şubat 21, 2012, 12:49:40 ös
Yanıtla #1
  • Ziyaretçi

hikaye çok güzel anlatılmış ve her bölümü ayrı bir merak konusu:)

ancak bu bölüme kadar olanlar Yoapert'in ağzıyla anlatılmıştı bu bölüm ise farkı. ama yine de güzel olmuş. yüreğine sağlık sn ADAM


Şubat 21, 2012, 03:17:13 ös
Yanıtla #2
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Bu çalışmaya öykülerin asal kahramanı (!) olarak nitelediğim kişinin ağzından bir anlatım ile başlamıştım ama sonra her nedense bunu dışarıdan bir kişinin bakışından anlatmaya devam etmeyi öngördüm. Bunun o tarihte bir gerekçesi vardı; şimdi unuttum. Sanırım sonrasını da hep öyle sürdürmüştüm. Aslında olayı yaşayan kişinin ağzından anlatım daha güzel olabilir fakat bir de aynı ortamda onun gözü ve kulağı dışında olanları da düşününce, diğer türlüsü daha iyi olabiliyor. Bu gibi anlatımlarda beni zora sokan nokta duyguların ve düşüncelerin dışarıdaki bir kişi tarafından anlatılmasının sakat olduğu.

Her durumda hayli zaman önce yazmış olduğum bu kurgunun şimdi bile okunuşu hoşuma gitti doğrusu. Teşekkürler. 
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
1 Yanıt
5470 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 09, 2016, 11:25:50 öö
Gönderen: kurt
0 Yanıt
3823 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 13, 2010, 03:40:47 ös
Gönderen: ADAM
5 Yanıt
4701 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 13, 2016, 02:54:24 öö
Gönderen: resurrected
0 Yanıt
3831 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 20, 2010, 11:38:49 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3971 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 23, 2010, 11:14:59 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3624 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 25, 2010, 04:19:21 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3881 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 27, 2010, 10:54:02 öö
Gönderen: ADAM
8 Yanıt
7030 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 10, 2016, 10:21:48 ös
Gönderen: kurt
0 Yanıt
4123 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 01, 2010, 10:31:32 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3455 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 15, 2010, 12:47:11 ös
Gönderen: ADAM