Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Nazım Hikmet ve Mehmet Akif  (Okunma sayısı 3736 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Aralık 30, 2011, 07:41:11 ös
  • Seyirci
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 4031
  • Cinsiyet: Bay

kisi de Türk değil; ama Türk dilini en iyi kullanan, Türkiye’nin kaderiyle ilgili olarak derinden kaygı duyan ve bu kaderin geleceğini başka ufuklarda gören, görmek isteyen iki şair. Biri Müslüman diğeri ise komünist. İkisi de İstiklâl Savaşı’nı desteklemiş ve ikisi de bu savaşın sonucundan mutlu olmamış iki duyarlı yürek. Biri daha savaş bitmeden yazgısını bağladığı Moskova’ya, komünizmin merkezine koşan; diğeri ise uğruna bir “istiklâl marşı” yazacak denli canu gönülden desteklediği savaştan sonra çıktığı gönüllü sürgünlüğüne rağmen, ölmek için yine de vatan topraklarına koşan iki mutsuz ve vatan hasretiyle yanan yürek.

Akif’in Türkiye’yi terk etmesinin, İslamcılık tarihindeki kırılmanın önemli nedenlerden biri olduğunu düşünmüşümdür hep. Bir Sebilür Reşad geleneğini akim bırakan bu kaçış, geride, her şeye rağmen onu omuzlarında Edirnekapı Şehitliğine dek taşıyan,  gelecek hakkında meyus bir gençlik bırakmıştır. Nazım’ın hasret kaldığı o “vatan” toprağında uyumak, belki bu yorgun ve mutsuz yüreği bir nebze de olsa rahatlatmıştır; ama gerisinde de bir “Akif çizgisi” bırakmamıştır, kırıktır o çizgi çünkü. Bir ölçüde de olsa o çizgi, Akif’in arzuladığı bir eksende olmasa da, daha derinlemesine bir karar veren ve yılgınlığa kapılmayan Said-i Nursi tarafından sürdürülmüştür; ama başka bir güzergâhta.

Akif de, Nazım da, yurt kaçkını birçok Türk aydınının yaptığı gibi batı’yı değil, her şeye rağmen kendi ideallerine dair olan bir ufku tercih etmişlerdir, kendi vatanlarından uzaklaşmak için. Onları bu kaçışa zorlayan ise, takibatlarından bıktıkları yeni rejimden öte, içine düştükleri o derin hayâl kırıklıklarıdır. Batı’ya karşı verilen “millî mücadele”den, bu anti emperyalist savaşımdan, biri İslamî, diğeri ise sosyalist bir cumhuriyet çıkacağını ummuşlardır. Bu umutlarını yitirdikleri noktada ise ikisi de artık kendilerine ait olmadığını hissettikleri bu toprakları terk etmişlerdir.

Ama Nazım’ın kaçmak için tercih ettiği belde, aydınları ve muhalifleri insafsızca katleden Stalin’in Moskova’sıdır ve burada sonuna değin el üstünde tutulacak, dünya çapında bir ozan olmanın keyfini sürecektir. Stalin’in kirli ellerini sıkacak ve ona övgü dolu şiirler yazacaktır. Bir aşktır onunki ve her âşık gibi sevdiğinin çirkinliklerini görmez, görmek istemez. Akif ise kendisine, ideallerine bir ölçüde de olsa uygun düşen, gidebileceği bir belde bulamaz; bir dostun himmetine sığınarak Mısır’a gider ve orada sıkıntılı bir hayat sürer. Her şeye rağmen onurlu tavrını sürdürür ve ölmek için döndüğü İstanbul’la irtibatını koparmadığını koyar ortaya. Nazım’ın bedeni ise Moskova’da, ideallerinin yurdunda kalır belki; ama vatan hasretiyle yanarak. Ve şimdi, o ideallerin de öldüğü bir ülkede Nazım, büsbütün öksüzdür. “Çok yorgunum, beni bekleme kaptan/Seyir defterini başkası yazsın/Kubbeli, çınarlı mavi bir liman/Beni o limana çıkaramazsın…”  “Ama kendi evin kardeş evinde bile unutulmuyor…”  “Şu gurbetlik zor zanaat zor…”  “Bir vapur geçer Boğaz’a doğru/Nazım usulcacık okşar vapuru/yanar elleri…”

Akif ise, İstiklâl Savaşı olarak benimsediği bir kurtuluş mücadelesine uzaktan bakmamış, adeta bu savaşın manevi önderliğini yapmıştır. Ama savaş sonrasında “Milli Mücadele”, bu mücadelenin maddi desteğini aldığı sosyalizm kadar, manevi desteğini aldığı İslam’dan da uzaklaşmış; hiç beklenmedik bir biçimde, tam da karşısında mücadele edildiği iddia edilen kapitalist batı dünyasına yaklaşılmıştır. Bu aslında, Osmanlı’nın son yüz yıllık tarihi göz önünde tutulduğunda, çok da şaşırtıcı değildir. Batı sistemi tarafından kuşatılan “Devlet-i Muazzama”, uğradığı yenilgi sonrası yaşadığı travma ile, galipleri tarafından kişilik kaybına uğratılmış ve manevi olarak teslim alınmıştır. Dolayısıyla sonuca etki eden, maddi ve manevi desteklerden ziyade, psikolojik yıkım ve metafizik arzudur. Yani galiplerine benzeyebilmenin lütfuna ve “muasır medeniyet seviyesine” ulaşma isteği.

Akif’te gurbet acısının anlamı dünyevi bir yangından ziyade metafizik bir ruh üşümesi, üstesinden gelinemeyen bir yenilmişliktir; o derin düş kırıklığı sonrası doğan bir umutsuzluk, çaresizlik, hüzün, yorgunluk ve bıkkınlık. Kadir kıymet bilinmezliğin sessiz öfkesi: “Sessiz yaşadım kim beni bilecektir…” “Hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak…” “Bana çok görme, İlahî, bir avuç toprağını!...” “Son son, ‘Hadi sen, kumda biraz oyna!’ demişler…” “Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm,/Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu./Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;/Ya Rab, beni evvel getirseydin ne olurdu?...”

İslamcılığın sembol ismi Akif’le, sosyalizmin sembol ismi Nazım’ın ülkeden kaçışları, dolaylı bir biçimde de olsa mensup oldukları hareketleri etkilemiştir. Her iki hareketin de tarihlerinde ortaya çıkan bu kopukluk, geride bir “öz yurdunda garipsin öz vatanında parya” psikolojisi bırakmıştır. Tarihsizleşen veya tarihten kopan bu hareketler, ancak 1960 sonrası ve bir ölçüde de olsa “nevzuhur” hareketler olarak ortaya çıkarlar; uzak ülkelerin ülkülerini bir umut olarak yüreklerinde besleyerek ve bu ülkelerin tarihleriyle kendilerini kopuk kopuk, parçalanmış, yabancılaşmış bir biçimde evrenselliğe eklemleyerek.

Sol hareketlerin partileşme önceliğine karşı Müslümanlar daha çekingen ve belki de daha mağrurdurlar; öfkeyle dolu oldukları bu kendini bilmezlere, Osmanlıyı batı’ya peşkeş çeken bu müstevlilerin işbirlikçilerine karşı. Ama işbirlikçiler de çaresizdir. Sosyalist solun belki zamansız bir biçimde partileşmesi (TİP), belki de diyalektik bir biçimde terörize edilerek tasfiye olduğu bir sürecin akabinde ve halkın değerleriyle boğuşmaktan yorulan, bu açıdan çağın bile gerisine düşen Kemalistlerin artık taşıyamadıkları bir iktidar boşluğunun ortaya çıkışına koşut bir biçimde, ister istemez Müslümanlar çağrılır bu iktidar boşluğunu doldurmaya; geride kalan tek omurgalı sosyopolitik güç olarak. Tarih belki yeniden asli mecraına dönmüş, belki de Akif’in deyişiyle tekerrür etmiştir. Yeni kazanımlar, yeni dersler ve elbette ki kayıplar ve yozluklarla.

Hep düşünüyorum, ne olurdu Akif, her şeye rağmen, yalnız bırakıldığı “mâbedi”ni terk etmeseydi, alnını o uğruna alternatifi yazılamayan İstiklâl Marşı’nı yazdığı, “şehit kanlarıyla sulanmış” topraktaki secdesinden kaldırmasaydı; münzevi bir sürgün gibi kendisini bir ölüm yolculuğuna çıkarmasa, yenilmese, kırılmasa, tüm umutları tükenmiş bir sevdâlı gibi kaçmasaydı; tıpkı Elmalılı gibi evini kendisine bir mescit hâline getirseydi, diye. Kaçmak çünkü, söz söyleme hakkını da yitirmektir. Evet! Ne yazık ki tarih yeniden yazılmıyor ve yeniden yaşanmıyor. Ama kim bilir, belki de o zaman, yüz yıl sonra geriye baktığımızda, hep birlikte, umutlarımızı tazeleyerek, Uzeyr gibi şunları söyleyebilecektik: “Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir.”
ÖZGÜRLÜK BİLE SAHİP OLMAK İÇİN SINIRLANDIRILMALIDIR.

EDMUND BURKE

Hayat Bizi Resmen Dört İşlemle Sınar. Gerçeklerle Çarpar, Ayrılıklarla Böler, İnsanlıktan Çıkarır ve Sonunda Topla Kendini Der.  leo


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
Nazım Hikmet Ran

Başlatan arteizm Edebiyat

1 Yanıt
5260 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 04, 2013, 12:28:05 öö
Gönderen: Tij
1 Yanıt
2743 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 05, 2008, 02:43:27 ös
Gönderen: V.I.T.R.I.O.L.
37 Yanıt
31744 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 01, 2013, 04:40:59 ös
Gönderen: oasis
1 Yanıt
5624 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 13, 2009, 04:56:13 ös
Gönderen: khanjar
1 Yanıt
3744 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 15, 2011, 10:21:09 ös
Gönderen: hakan_34_06
0 Yanıt
2336 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 13, 2012, 12:37:15 ös
Gönderen: peacewings
1 Yanıt
8156 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 03, 2020, 12:48:40 ös
Gönderen: NOSAM33
1 Yanıt
3154 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 06, 2013, 04:29:33 ös
Gönderen: khanjar
0 Yanıt
2136 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 21, 2015, 03:44:56 öö
Gönderen: Risus
0 Yanıt
2712 Gösterim
Son Gönderilen: Ağustos 21, 2015, 09:42:54 öö
Gönderen: guinding